Tarihçi ve yazar Sinan Meydan: Cumhuriyet özü itibarıyla laiktir
Cumhuriyet rejiminde bireyler, devlete din, ırk, sınıf vb. bağlarla değil, yurttaşlık bağıyla bağlıdır. Yurttaşlar her bakımdan eşittir. Özgür iradeleriyle seçme ve seçilme haklarını kullanır, kendilerini yönetirler.
Cumhuriyet tarihi ve Atatürk üzerine yazdığı kitaplarla adından söz ettiren tarihçi/yazar Sinan Meydan ile cumhuriyet felsefesini ve beslendiği kökleri konuştuk.
CUMHURİYET BAYRAMI, YURTTAŞLIK BAYRAMIDIR
- Cumhuriyet olgusunun Atatürk’ün düşün dünyasında gayet köklü olduğunu görüyoruz. Atatürk, cumhuriyeti kimlerden okudu, kimler Atatürk’ün cumhuriyet tercihinde belirleyici oldu?
Atatürk’ün doğup büyüdüğü dönemde dünyayı değiştiren düşünceler aydınlanma döneminin yeni düşünceleridir; pozitivizm, materyalizm, Darwinizm, pragmatizm, sosyalizm, cumhuriyet gibi düşüncelerin dünyayı kasıp kavurduğu bir ortamda, okuyan, araştıran, sorgulayan herkes gibi Atatürk de bu düşüncelerden etkilendi. Atatürk’te cumhuriyet düşüncesi, dönemin pek çok aydını gibi, Fransız Devrimi kaynaklıdır. Atatürk, harp okulu yıllarından itibaren kuramsal anlamda cumhuriyet düşüncesini ve Fransa’daki uygulamalarını biliyordu.
Örneğin J. J. Rousseau’yu okumuştu. Rousseau’nun “egemenlik” kavramıyla ilgili değerlendirmelerinden etkilenmişti. Ancak Atatürk, Rousseau’nun bazı görüşlerine katılmıyordu. Örneğin Rousseau’ya göre “egemenlik” insanlar arasında bir sözleşmeye göre belirlenir ve bireylerin iradelerinin özgürce birleşmesiyle ortaya çıkar.
Toplum hayatı da böyle bir anlaşmanın eseridir. Atatürk’e göre ise toplum hayatı, insanlar arasında bir sözleşmeyle belirlenecek kadar basit bir yapıda değildir. Atatürk’e göre gerçek egemenlik “ulusal egemenliktir” ve bu da ancak halkın bilinçli mücadelesiyle elde edilir.
ETKİLENDİ, TAKLİT ETMEDİ
Atatürk’ün kafasında cumhuriyet düşüncesinin belirginleşmesinde Rousseau ve Montesquieu gibi aydınlanmacı düşünürlerin ve Fransız Devrimi’nin etkisi büyüktü. Ancak onun hem bu aydınların hem de Fransız Devrimi’nin taklitçisi olmadığı da çok iyi bilinmelidir. Rousseau’nun “egemenlik” düşüncesini yeterli bulmayan Atatürk, Fransız Devrimi’nin de “ulusal egemenliği gerçekleştirme” konusunda yeterince başarılı olamadığı kanısındadır.
Atatürk, Fransız Devrimi ile Türk Devrimi arasındaki farkları ifade ederken “10 Temmuz Fransız İnkılabı, bir baskıcı hükümdarla millet arasında en nihayet kayıt ve şartlar ile denge arayan bir düşünüşü elde etmeye yöneltilmiş idi. Halbuki bizim inkılabımız meşrutiyet yönetimini dahi özgürlük ve milletin bağımsızlığı için yeterli görmez ve kayıtsız şartsız millet hâkimiyetini kendi elinde tutan esaslı bir ilkeye dayanır” demişti.
Bu bağlamda Atatürk’ün, cumhuriyeti ilan ederken Fransız tecrübesinden ilham almakla birlikte Fransız modelini birebir taklit etmediği, Türkiye’nin kendine özgü koşulları içinde ve gelişen çağın gerektirdiği biçimde daha ileri bir cumhuriyet kurmaya çalıştığı söylenebilir.
- Osmanlı’da cumhuriyet tartışmaları var mıydı?
Osmanlı’nın 19. yüzyılda Batı’dan etkilenen asker ve sivil kadroları, Yeni Osmanlılar, Jön Türkler ve İttihat Terakki daha çok halife padişahın mutlak otoritesini sınırlandırıp o zamanki ifadeyle “hürriyeti” ilan etmeyi düşünüyordu. Başka bir ifadeyle Osmanlı’da 19. yüzyılda en ileri, en radikal siyasal dönüşümcülerin kafasında bile halife, padişahtan tamamen vazgeçmek gibi bir düşünce pek yoktu.
Örneğin II. Abdülhamit istibdadına karşı bayrak açan Jön Türkler ve İttihat ve Terakki genelde çözümü meşrutiyette görüyordu. Sloganları anayasanın yürürlüğe konması, meclisi mebusanın açılması, hürriyetin ilanı ve meşruti rejimine geçilmesiydi. Meşrutiyet rejiminde egemenlik “kayıt ve şartla” milletindir. Osmanlı’da “kayıt ve şartı” yaratan ise halife padişahtır.
1909 yılında Kanun-u Esasi’de (Osmanlı Anayasası) yapılan değişikliklerle halife padişahın yetkileri olabildiğince sınırlandırılmış ve anayasalı devletten “anayasal devlet” olma yolunda önemli bir adım atılmış olsa da o koşullarda bile halife padişahsız bir meclis, “kayıtsız şartsız bir egemenlik”, yani cumhuriyet düşüncesinin hayata geçirilebileceğini düşünen insan sayısı yok denecek kadar azdı.
BAĞIMSIZ OLMAYAN CUMHURİYET YAŞAYAMAZ
Bir de meselenin şu boyutu var ki bu genelde göz ardı edilir. Osmanlı’da 20. yüzyılın başlarında Balkan Savaşları ve I. Dünya Savaşı koşullarında, bu savaşların yarattığı yıkım ve çözülme karşısında İttihatçılar, parçalanan, dağılan Osmanlı Devleti’nden yeni devletler çıkarıp tarihsel devamlılığı sağlamak amacıyla cumhuriyet düşüncesine başvurdular.
Şöyle ki, II. Balkan Savaşı’ndan sonra Batı Trakya’da tutunmak için 31 Ağustos 1913’te Batı Trakya Geçici Hükümeti’ni kurdular. Bu hükümet 12 Eylül 1913’te bağımsızlığını ilan ederek “Batı Trakya Bağımsız Hükümeti” adını aldı. İşte bu hükümet yönetim biçimi olarak cumhuriyeti seçti. Bu cumhuriyetin ay yıldızlı yeşil-beyaz bir bayrağı, yargısı, bütçesi vardı. Hatta pul bastırıp pasaport uygulamasına geçmişti. Ancak Osmanlı Devleti, İstanbul Antlaşması’yla Batı Trakya’yı Bulgaristan’a bırakınca Bulgar kuvvetleri 30 Ekim 1913’te “Batı Trakya Türk Cumhuriyeti”ne son verdiler.
Yakın tarihimizde buna benzer bir cumhuriyet denemesi de I. Dünya Savaşı’nın sonlarında bu sefer Kafkaslar’da gerçekleştirildi. 5 Kasım 1918’de Kars merkezli olarak kurulan “Kars İslam Şûrası” “Güneybatı Kafkasya Geçici Milli Hükümeti” adıyla bir hükümet kurdu. Bu hükümet 25 Mart 1919’da “Güneybatı Kafkas Cumhuriyeti” adıyla bağımsızlığını ilan etti.
Bu cumhuriyetin de 18 maddelik bir anayasası, yeşil-kırmızı zemin üzerinde ay yıldızlı bayrağı, bir meclisi ve 12 üyeli bir bakanlar kurulu vardı. Ancak 12 Nisan 1919’da İngilizler hükümet merkezi Kars’a girip meclisi bastılar, bazı milletvekillerini Malta’ya sürgün ettiler, hükümete de son verdiler. I. Dünya Savaşı sonrasında Kafkasya’da bir cumhuriyet denemesi daha oldu.
28 Mayıs 1918’de Azerbaycan Cumhuriyeti Devleti kuruldu. Hiç kuşkusuz Atatürk, bu cumhuriyet denemelerinden haberdardı. Bu tecrübelerden dersler çıkardığı da muhakkaktır. Her şeyden önce “bağımsız olmadan” cumhuriyetin kurulup ayakta kalabilmesinin olanaksız olduğunu gördü. Milli Mücadele yıllarında cumhuriyet konusunda toplumda genel bir bilgisizlik vardı.
Cumhuriyeti “Bolşevizm” veya “dinsizlik” olarak görenler çoktu. Böyle bir ortamda Atatürk, TBMM’nin açılmasından cumhuriyetin ilanına kadar olan süreçte kendi ifadesiyle, “cumhuriyeti vicdanında milli bir sır olarak saklamıştır.” Çünkü bırakın sıradan halk kitlelerini, Atatürk’ün Milli Mücadele’ye birlikte başladığı silah arkadaşlarının neredeyse tamamı, cumhuriyete karşıydı. Gerçek şu ki cumhuriyet Atatürk’ün eseridir.
- Türk ulusu açısından cumhuriyetin anlamı nedir?
Türk ulusu cumhuriyet sayesinde yüzyıllardır belirli bir hanedan ailesi tarafından kullanılan en doğal hakkını o hanedandan geri aldı. “Egemenlik” doğal bir haktır. İnsanın kendi egemenliğini kendi özgür iradesiyle kullanmasından daha doğal ne olabilir? Ancak yüzyıllar boyunca tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de “egemenlik” sarayların, sultanların elinde bir araç olarak kullanıldı.
Kendini “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” olarak gören halife padişahlar, Tanrı’dan aldıklarını iddia ettikleri egemenlikle milleti yönettiler. Uzun yüzyıllar boyunca millet “reaya” ve “kul” statüsünde, tanrısal kaynaklı saray egemenliğine boyun eğmek zorunda kaldı.
‘MİLLETE RAĞMEN’ DEĞİL
Türk ulusu, en azından Türk ulusunun belli bir bölümü, Milli Mücadele sırasında belki de yüzyıllar boyunca ilk kez, sarayın, sultanın ağzına bakmadan işgallere karşı direnmeye başladı. Atatürk, işte bu milli direnişi “milli egemenlik” diye formüle ederek 4 yıllık bir mücadeleden sonra buradan bir cumhuriyet çıkarmayı başardı. Dolayısıyla cumhuriyet, bazen iddia edildiği gibi, millete rağmen ilan edilmiş değildi.
Eğer millet sarayın sultanın ağzına bakmaya devam edip, kendi kaderini kendi eline almaya teşebbüs etmemiş olsa; kendi özgür iradesiyle o Kuvayi Milliye hareketini, o direniş cemiyetlerini kurmamış olsa, temsilcilerini toplayıp Ankara’daki meclise göndermemiş olsa Atatürk’ün cumhuriyeti ilan etmesi kolay olmaz, hatta mümkün olmazdı. Yani, cumhuriyete giden süreçte “cumhur” (halk) hep işin içindeydi.
Cumhuriyetin ilanıyla millet kendine ait olan egemenliği kendi eline aldı; hak yerini buldu. Ancak gerçek şu ki, o koşullarda, Atatürk dışında, bu “milli iradeden” cumhuriyet çıkaracak başka kimse yoktu.
- Cumhuriyet-yurttaşlık-ulusal kimlik arasında nasıl bir ilişki vardır? Cumhuriyet Bayramı için aynı zamanda “Yurttaşlık Bayramı” diyebilir miyiz?
Cumhuriyet her şeyden önce ümmetin “millet”, kulun “birey” olmasını sağladı. Cumhuriyet özü itibarıyla laiktir. “Saray egemenliği”, Avrupa’da olduğu gibi, bizde de Tanrısal, dinsel kaynaklıdır. Krallar ve sultanlar, uzun yüzyıllar boyunca egemenliği Tanrı’dan aldıklarını iddia ederek halkı baskılamıştı.
Ancak “milli egemenlik” Tanrısal, dinsel kaynaklı değil, doğaldır, dünyevidir. “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” diyen Cumhuriyet, her türlü kayıt ve şartı reddeden yapısıyla “laik” bir niteliğe sahiptir. Laik olmayan bir cumhuriyet cumhuriyet niteliğini çoktan kaybetmiş demektir. Cumhuriyette insan, Kant’ın ifadesiyle “kendi aklıyla düşünme cesaretini gösterebilen” bireydir.
Cumhuriyet rejiminde bireyler devlete din, ırk, sınıf vb bağlarla değil “yurttaşlık bağıyla” bağlıdır. Cumhuriyette yurttaşlar, özgür iradeleriyle seçme ve seçilme haklarını kullanıp kendi kendilerini yönetirler. Cumhuriyette yurttaşlar her bakımdan eşittirler. Dolayısıyla evet, Cumhuriyet Bayramı için “Yurttaşlık Bayramı” ifadesi kullanılabilir.
- Cumhuriyetin ulusal Türk kimliği, yani Kemalist ulusçuluk ırkçı mıdır?
Hayır! Türk Devrimi, her şeyden önce ümmetten ulus çıkaran bir devrimdir. Ümmetten ulusa geçiş süreci sanıldığı kadar kolay değildir; bu geçiş süreci her yönüyle zahmetli ve sancılı bir süreçtir. Öncelikle ümmet ve ulusun aidiyet duyguları farklıdır.
Ümmette “dinsel aidiyet” esastır, ulusta “milli bilinç” esastır. Dinsel aidiyete sahip kitleleri, her türlü bağlarından koparıp birey ve yurttaş haline getirmek ve “milli bilinçle” uluslaştırmak kolay değildir. İşte Atatürk’ün en büyük başarılarından biri bu zor değişimi gerçekleştirmiş olmasıdır. Türk ulus devletinin kuruluşu bir ütopya değil, çağın ve aklın gereğidir. Türk ulus devleti, I. Dünya Savaşı öncesinde ve sonrasındaki gelişmelerin doğal bir sonucudur.
Şöyle ki, Osmanlı İmparatorluğu’nun çözülmesi, gayrimüslimlerin büyük oranda ayrılmaları sonrasında, Türklerin elinde kalan Anadolu’da, dışarıdan gelen göçlerle Türk nüfusun artmış olması, Türk ulus devletinin pratik temelini oluşturdu. Her ulusun bağımsızlığını ilan ettiği ulus devletler çağında Türkiye’de Türk ulus devletinin kurulması çok doğaldı.
‘DEMOKRATİK ULUSÇULUK’
Irkçılık meselesine gelince... Kemalist ulusçuluk “din”, “mezhep” ve “ırk” bağını değil, birlikte yaşama arzusunu, ortak geçmişi, ortak geleceği, ortak dili esas alan, “yurttaşlık bağına” dayanan son derece kapsayıcı, kavrayıcı, birleştirici bir ulusçuluk anlayışıdır.
Yusuf Akçura’nın ifadesiyle, Kemalist ulusçuluk “Demokratik Ulusçuluktur.” Bakın, cumhuriyetin kurucu anayasalarından 1924 Anayasası’nın 88. maddesinde “Türkiye halkına, din ve ırk ayırt edilmeksizin vatandaşlık bakımından Türk” denileceği ifade edilmektedir. Yine bizzat Atatürk, 1930’da “Vatandaş İçin Medeni Bilgiler” kitabında Türk milletini, “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” diyerek tanımlamıştır.
Irkçılığın yükseldiği bir çağda bu kapsayıcı, kavrayıcı “ulus” tanımlarının yapılmış olması üzerinde durup düşünülmesi gereken bir konudur.
En Çok Okunan Haberler
- 6 yaşındaki Şirin'i katleden şahsın ifadesi ortaya çıktı
- Ünlü oyuncu gözaltında: Marketten 'zeytinyağı' çaldı
- Erdoğan'a ve Yerlikaya'ya çok sert yanıt!
- Mitinge neden katılmadığını açıkladı
- Tutuklanan baba cezaevinde ölü bulundu
- İmamoğlu'na 'ahmak' dedi, davaya çağırdı
- Oy oranını en çok artıran parti hangisi?
- AKP'li Mustafa Varank ölümden döndü!
- 'Fethullah Gülen hayatta olsaydı...'
- Halk TV'den ayrılan Şirin Payzın'ın yeni adresi netleşti