Sinema ya gönül verenler

Dün akşam düzenlenen açılış töreniyle başlayan 37. İstanbul Film Festivali’nin Onur Ödülleri oyuncu Perihan Savaş, yönetmen Aram Gülyüz, yapımcı Arif Keskiner ve yazar Osman Şahin’e; Emek Ödülü ise Atlas Sineması işletmecisi Cevdet Pişkin’e verildi. Bu vesileyle her biriyle kısa söyleşiler yaptık sizin için.*

Sinema ya gönül verenler
Abone Ol google-news
Yayınlanma: 06.04.2018 - 21:14

‘Ayrımcılık oynadığınız rollerde başlıyor’

Onur Ödülü sahibi oyuncu Perihan Savaş

- Oyunculuk kariyerinizde 40 yılı aşkın bir süreyi geride bıraktınız. Birçok ödül de aldınız elbette ama bu sefer bir Onur Ödülü sunuldu size... Ne hissediyorsunuz bu ödülle ilgili olarak?

Onur ödülleri aslında yaptığımız işin doğruluğunu gösteren çok önemli bir ödül. Emek verdiğiniz bir işte onurlandırılmak güzel, hoş bir duygu... Bu Onur Ödülü’nün İstanbul Film Festivali’nde olması, uluslararası bir film festivalinde olması ayrıca bir keyif.

- 130’dan fazla film, TV dizisi... Dile kolay! En unutamadığınız roller hangileriydi diye sorsak?

Dediğiniz gibi birçok karaktere hayat verdim, hepsinin yeri ayrıdır bende. Unutamadığım roller olarak başta “Bedrana” filmimdeki Bedrana rolünü söyleyebilirim. “İpekçe” filmimdeki İpekçe karakteri ve “Karılar Koğuşu” filmimdeki Hanım Kuzu karakterini sayabilirim.

- Kadına şiddet günümüzün en yakıcı sorunlarından. Sizin de bu konuda çok duyarlı olduğunuzu biliyoruz. Sinema gibi erkeklerin fena halde baskın olduğu bir sektörde yıllarını geçirdiniz. Hiç ayrımcılığa uğradığınız oldu mu mesleğinizi yaparken?

Oynadığınız rollerde, hikâyelerde başlıyor ayrımcılık. Erkek hikâyeleri var hep, kadın hikâyeleri çok az çekiliyor. Bu Yeşilçam’dan da böyle geldi. Bu zamana kadar, kadın hikâyeleri genelde cinsellik olarak işlendi ama artık sanıyorum ki kadının başrol olduğu hikâyeler, biraz daha revaçta olacaktır. Tabii ki bu arada kadın yönetmenlerinin sayısının artması, onların sinemaya bakış açıları ve kadına bakış açılarının daha farklı olması da bu ayrımcılığa son verecektir. Bu sayının biraz daha çoğalması gerektiğini de düşünüyorum.

- Şu sıralar rol aldığınız “Çukur” dizisinde Ömer Hayyam’ın dizelerinde geçen şarap sözcüğünün dahi “haram sayılıp” kurguda bip’lenerek sansürlenmesi çok tepki toplamıştı. Şiddettin her türlüsünün serbestçe sergilendiği ekranlarda böylesi sansürlerin yapılması 21. yüzyıl Türkiye’si için ne anlama geliyor sizce?

Çok üzücü, “sanata sansür olmaz”, bir tek şarap kelimesinin bip’lenmesi ve daha saymaya kalksak birçok buna benzer şey var aslında. Biz yıllardır Yeşilçam’da sansür olayını çektik, hep buna karşı geldik, sanatta sansür olmaz dedik, bu da bunlardan bir tanesi oldu, tuzu biberi oldu yani. Ekranlarda bu kadar çok şiddet varken, insanların birbirlerini kandırmaları, aile kavramının yansıtılış biçimi, o onun kocasıyla, o onun bilmem nesiyle yaşadığı ilişkiler varken bu çok hafif kalıyor. Bunların da ötesinde kadın programlarına dönüp baktığınız zaman aşağılanan birçok değer görüyorsunuz, hani bunca şiddet yaşanırken bu sansür gerçekten üzücü oldu.

 

‘Benim yapıma en uygunu yapımcılıktı’

Onur ödülü sahibi yapımcı Arif Keskiner

- Sinemamızın en özgün yapımcılarından birisiniz... Festivalin Onur Ödülü’nü almak nasıl bir duyguydu?

Çok önemli bir şey elbette... Türkiye’nin en önemli ödülü sinemamız için. Bunu almak güzel bir şey, çok heyecanlandım doğrusu.

- Aslında sinemaya ilk adımınız oyunculukla oldu ama o yolda devam etmek istemediniz.. Yapımcılığın nesi cazip geldi o yıllarda?

O zamanlar tabii ekmek parası kaygısıyla küçük roller aldım sinemada. Birkaç filmle nafakamızı temin etmeye çalıştık ama sonradan çok ciddiye almadım doğrusu. Başka işlerde çalıştım. Gazetecilik yaptım. Ama sonradan gazeteci olarak bir festivalde Yılmaz Güney’in “Umut”unu izleyip de seyirciyle filmin kucaklaşmasını görünce, o sevinç beni sinemacı olmaya itti. Benim asıl yapıma müsait olan şey de yapımcılıktı, onu tercih ettim.

- Sizin adınızla özdeşleşen ve neredeyse herkesin yolunun düştüğü Sinema Sevenler Derneği lokali kültür hayatımızın efsaneleri arasına girdi Neydi “Çiçek”i böylesine vazgeçilmez yapan?

Benim dostluklarımın kalıcılığından kaynaklanıyor olsa gerek. Gazetecilik yaptığım, yayınevi yöneticiliği yaptığım yıllarda da çok dostum oldu. Film yaptığım dönemlerde de öyle... Sinema Sevenler Derneği’ni, Çiçek Bar’ı açtığımda da hiç yalnız kalmadım, bütün o dostlarım orayı doldurdular. Sinemacıların, tiyatrocuların, sinema yazarlarının, yönetmenlerin birbirleriyle kaynaştığı, fikir alıp verdikleri bir ortam oluşmuştu orada. 26 yıl işlettik orayı, festivallerde falan bir sinema merkezi oldu orası. Herkesin evi gibiydi aslında.

- Sinemayı da sinemacıları da çok iyi tanıyorsunuz.. Sizce 70’li 80’li yıllar mı daha iyiydi, yoksa şimdinin sineması mı?

Her dönem kendi içinde güzel. O güzeldi, bu değildi dememek lazım. O günlerde insanlar daha iç içeydi, şimdi sanki böyle gruplar halinde, ayrı ayrı insanlar, tuhaf bir ilişkiler zinciri de var... Eskiyi sanki daha bir seviyormuşum gibi geliyor bana.

 

Söz sanatıyla görüntü sanatının ortasında

Onur ödülü sahibi yazar Osman Şahin

- 50 yılı aşkın edebiyat hayatınızda dün akşam aldığınız ödül sizin için ne ifade ediyor?

Sinema 7. sanat olarak bilinir. Ve bana verilen bu ödül, ne güzel bir rastlantı ki sinema alanında bana verilen 7. ödüldür. 48 yıllık yazarım ve 48 yıldır söz sanatıyla görüntü sanatının ortasında olmaktan sonsuz gurur duymaktayım. 1971’de TRT Öykü Büyük Ödülü’nü alan “Kırmızı Yel”i Yılmaz Güney okumuş, beni çağırdı ve bana aynen şunu söyledi: “Bütün hikâyelerini okudum. Her sözün, her cümlen görüntü veriyor. Babam bu nereden geliyor?” Ben de ona gördüklerimi yaşadıklarımı yazdım dedim. “O zaman sen aslında sinemacısın, işin güzel yanı da bunun farkında olmaman. Sakın farkına varma, yoksa bozulursun” dedi.

- Bu yıl senaryosu sizin aynı adlı öykünüzden yazılan “İpekçe” restore edildi ve festivalde izleyiciyle buluşacak. Filmin yönetmeni Bilge Olgaç ile nasıl bir çalışma gerçekleştirdiniz?

“İpekçe”yi yazdığım dönemde Atıf Yılmaz, “Osman Şahin bugüne kadar Yeşilçam’a gelen en iyi hikâyecidir” dedi. Bilge Olgaç benim öykülerimden beş film çekti, biri de bu “İpekçe”... Hikâyeyi çok güzel anlattı filmde.

- Siz de 12 Eylül döneminde hapis yattınız? Bugünkü baskı ortamını nasıl görüyorsunuz?

12 Eylül dönemi çok feciydi tabii. Ama bugün çok farklı bir baskı var, korkunç bir baskı var. 55 - 60 tane TV kanalı onların ellerinde, kurgulanmış insanlar orada konuşuyorlar... Ben sandık demokrasisine karşıyım, ben Köy Enstitüsü mezunuyum, halkı eğitmeden olmaz. Hasan Âli Yücel 1945’te İnönü’ye “Paşam, 10 yıl sonra yapalım demokrasiyi” demiştir. Çünkü 10 yıl sonra Köy Enstitüleri’nin sayısı 60’a çıkacak, okuma yazma sorunu kalkacak, toprak reformu yapılacak, Atatürk’ün en büyük isteğiydi bu... Ama İnönü diyor ki “Hayır, ben söz verdim, yapılacak”... İnönü’nün tarihi hatalarından birisidir o. 1947’de Köy Enstitülerini kapattı. Sonra muhalefete düşünce sahip çıktı Köy Enstitülerine... Köy Enstitülerinin kapandığı gün bunların, şimdikilerin yani, geleceği belliydi başımıza.

 

‘Elmaşekeri verilmiş çocuk gibi...’

Emek ödülü sahibi, Atlas Sineması işletmecisi Cevdet Pişkin

- Yıllardır İstanbul Film Festivali’nin değişmez mekânı Atlas Sineması’nın işletmeciliğini yapıyorsunuz. Festivalden Emek Ödülü almak nasıl bir duygu?

Çok güzel bir ödül bu tabii ki... 55 - 60 senedir İstiklal Caddesi’nde sinemacılık yapıyorum, böyle bir onur, böyle bir ödül almak çok güzel bir şey. 2000 kişinin önünde ödül almak... Sinemaya âşığım ben. Sinemacılık çok güzel bir meslek, her ne kadar son zamanlarda işler kötü gitse de...

- Festival zamanı farklı bir havası oluyor Beyoğlu’nun, sinemanın... Siz nasıl yaşıyorsunuz festival günlerini sinemada?

Şöyle anlatayım... Bir çocuğa elmaşekeri verdiğinizde nasıl mutlu olursa biz de festival zamanı aynı öyle mutlu oluyoruz. Seyircisiyle, filmiyle, girişiyle, çıkışıyla, gelen seyirciyle sohbet etmesiyle... Çok mutlu bir şey tabii ki.

- Artık her yer Avm sinema zincirleriyle dolu. Atlas tek kaldı neredeyse. Zorlanıyor musunuz hiç?

Zorlanmaz olur muyuz, çok zorlanıyoruz. Bir örnek vereyim mesela, bugün saat 16.30’a kadar mevcut üç salonumuza sadece altı kişi girmiş. Ama bu bizim yaptığımızi sevdiğimiz şey... Bir insan yaptığı işten zevk almasa nasıl mutlu olabilir ki?


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon