Sina Akşin'den 'Savaş ve Etnik Temizlik -Yumuşatılmış Sevr Dönemi'

Prof. Dr. Sina Akşin, İstanbul Hükümetleri ve Milli Mücadele adlı mikrotarih incelemesinin dördüncü cildinde, İstanbul’da Tevfik Paşa hükümetinin kuruluşundan Sakarya Savaşı’nın zaferle sonuçlanmasına kadar uzanan gerilimli zaman dilimini belgeleriyle ele alıyor.

Sina Akşin'den 'Savaş ve Etnik Temizlik -Yumuşatılmış Sevr Dönemi'
Abone Ol google-news
Yayınlanma: 07.02.2020 - 11:53

FOTOĞRAFLAR: NECATİ SAVAŞ


Prof. Dr. Sina Akşin, Savaş ve Etnik Temizlik - Yumuşatılmış Sevr Dönemi’nde; Çerkes Ethem olayından, Türkiye Komünist Fırkası ve Mustafa Suphi’ye, Enver Paşa’nın çeşitli hamlelerinden Talat Paşa’nın öldürülmesine, Mustafa Kemal Paşa’nın Meclis’te verdiği mücadelelerden Londra Konferansı’na, İnönü zaferlerine ve Sakarya Meydan Muharebesi’ne kadar sürecin tüm kritik noktalarını birbirine bağlayarak inceliyor.

Kitap, emperyalist devletlerin Milli Mücadele’nin başarıları karşısında Sevr’de Ölüm’ü dayatmaktan Yumuşatılmış Sevr noktasına gerilerken, Batı Anadolu ve Marmara bölgelerinde yer yer etnik temizlik boyutunu alan Yunan zulmünü kendi isteklerini dayatmak için bir araç olarak nasıl kullandıklarını da vurguluyor. Akşin, incelemesinin beşinci ve son cildini ise Sakarya Zaferi’yle başlatıp Saltanatın kaldırılmasıyla bitirmeyi planlıyor.

UZLAŞMA!

- “Tevfik Paşa Hükümeti’nin başa geçmesi çok önemli bir dönüm noktasının ardından olmuştur. Bu dönüm noktası Konya İsyanı’nın 16 Ekim 1920’de bastırılmasıdır. Böylece Vahdettin’in demokratik ulusçu harekete karşı Ali Galip komplosuyla başlatmış olduğu İç Savaş son cephenin de çökmesiyle yenilgiyle sonuçlanmış oluyordu. Milli Mücadele zorla ezilemediğine göre onunla uzlaşmaktan başka çare kalmıyordu. Bu mantık Vahdettin için olduğu kadar İtilaf Cephesi için de geçerliydi.”

Buradaki uzlaşmadan anlaşılan nedir?

Uzlaşma deyince öncelikle Padişahın ve Hilafetin Ankara’yı tanıması demekti. Ama tanımak yetmeyecekti. Uzlaşmak için Sevr Anlaşması’nın kimi hükümlerini hafifletmek gerektiğini görüyorlardı. Vahdettin’in hükümeti ve İtilaf pazarlığa hazırdılar. İtilaf hafifletmeyi en azda, İstanbul hükümeti ise en çokta tutmak istiyorlardı. Sorun şu ki, Ankara hükümeti Sevr’i toptan reddediyor, Misak-ı Milli’yi öne sürüyor ve bu uğurda ölmeye hazır olduğunu açıklıyordu.

YURTSEVER PAŞA İLE VATAN HAİNİ DAMAT!

- Ahmet İzzet Paşa ve Damat Ferit Paşa’nın temel ayrımını nasıl ortaya koyuyorsunuz?

Ahmet İzzet Paşa’nın üç özelliğinden söz edilebilir. Birincisi, iyi bir asker, komutandı. Üst düzeyde eğitim için 4 yıl Almanya’da bulundu. Çeşitli cephelerde, komutan, Genelkurmay Başkanı, Harbiye Nazırı olarak görev yaptı. Eski bir asker oluşuna rağmen 1913’te Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın Balkan Savaşı yenilgisinden sorumlu tuttuğu büyük kıdemli subay tasfiyesinden muaf tutulan nadir subaylardan biriydi. İkincisi, yurtseverdi. Üçüncüsü, Saraya, Hanedana bağlıydı.

Damat Ferit Paşa’nın damatlığı Vahdettin’in kızkardeşi Mediha Sultan’la evli olmaktan ileri geliyordu. Babası paşaydı. Okula pek gitmemiş daha çok özel eğitim görmüştü. İşgalci Yunan ordusu ortalığı kasıp kavururken (etnik temizlik yaparken) ona karşı direnmeye çabalayan Kuvayı Milliye’ye karşı Vahdettin’le birlikte iç savaş yürüttüğü için vatan hainidir.

SAHİCİLİĞİ KUŞKULU MEKTUP!

- Tevfik Paşa Hükümeti hemen kurulduktan sonra İngiliz istihbaratının ele geçirdiği iddia edilen, Mustafa Kemal’in Ahmet İzzet’e yazdığı ve Büyük Millet Meclisi’nin barış koşullarını sıraladığı iddia edilen mektup (!). İçeriğinden bahseder misiniz?

Bu mektup yalnızca İngiliz istihbarat kaynaklarında yazılıyor. Başka bir kaynakta yok. O bakımdan sahiciliği kuşkuludur. Üstelik Mustafa Kemal, ileri sürdüğü iddia edilen barış koşullarının beşinci maddesinde güya Yunan kuvvetlerinin derhal boşaltacağı Türk topraklarının bir barış gücü olarak İtilaf kuvvetlerince işgal edilmesini istemiş oluyor.

Türk kuvvetlerinin o sırada Fransızlar ve İngiltere’nin hesabına savaşan Yunanlılarla kanlı bir mücadele yürüttüğü düşünülürse; Atatürk’ün İngiliz ya da Fransızların tarafsız bir barış gücü işlevini görebileceğini düşünmüş olabileceği olasılığı çok zayıf görünüyor.

ATATÜRK GEREKİRSE YUMUŞATILMIŞ SEVR’İ KABUL EDEBİLİRDİ AMA...’

- “İtilaf’ın elindeki sopa” diye nitelediğiniz Yunanistan’a “cömertçe” verilen topraklar ve ABD Başkanı Wilson’ın yine “cömertçe” çizdiği Ermenistan sınırları kaldı ki zaten Sevr’i kesinlikle kabul etmeyen Ankara Hükümeti gibi temel dinamikler düşünüldüğünde; İstanbul Hükümeti imzalamış olsa da onaylattıramadığı için yürürlüğe giremeyen Sevr’in, son çare yumuşatılması gerekiyordu.

İzzet Paşa Heyeti’nin görevi de buydu. Fakat..

Mustafa Kemal o anlardan itibaren, Damat Ferit’in istifasından Büyük Taarruz’a kadarki dönem olarak nitelediğiniz ‘Yumuşatılmış Sevr’e karşı nasıl bir taktik izledi?

Öyle görünüyor ki Atatürk başından beri Yunanlıları denize dökmek senaryosunu düşünüyordu. Misak-ı Milli’nin ancak bu yolla gerçekleşebileceğini görüyordu. Nitekim denize dökmek senaryosu yüzde yüz gerçekleştiği halde, sekiz uzun ay süren Lozan, savaş kadar güç bir süreç olmuştu.

Ama Atatürk gerçekçi bir siyaset adamıydı. Sanırım gerekirse yani Yunan ordusuna yenilmek ya da onunla “berabere kalmak” durumunda, yumuşatılmış Sevr’i kabul edebilirdi. Sakarya’dan sonra sanki bir “berabere” durumu vardı. Ama ne Türkiye ne Yunanistan buna hazır değillerdi. Kesin bir sonuç istiyorlardı. Atatürk istilacı, etnik temizlikçi Yunan ordusunu mutlaka denize dökmek istiyordu.

GÜÇ OLAN DIŞ DÜŞMANDAN ÇOK İÇ SAVAŞTI’’

- Halkın savaş bıkkınlığından söz ediyorsunuz. Onun etkilerini ve gözetiliş dengesini yorumlar mısınız?

Yunan ordusunun denize dökülmesi bir mucizeydi çünkü Türk halkının ezici çoğunluğu homo ahretinus yani ortaçağ feodalite insanıydı. Bu insan için bu dünya değil öbür dünya esastır. Onların doğal önderleri şeyhler, aşiret reisleri, beyler ve padişahlardır. Onun için Atatürk bakımından güç olan dış düşman değil, iç savaştı. Gücünü Allah’tan değil Meclis’ten yani halktan alıyordu. Yani almaya çalışıyordu.

Ayrıca, Türk halkı 1911’den beri, Trablus, Balkan, Dünya Savaşı’nda kan dökmüştü. Bitkindi. Demek ki ideolojik uyumsuzluk yanında savaş bıkkınlığı da vardı. Onun için seferberlik ilan edilememiş ancak düşman Ankara kapılarına dayandığında seferberlik anlamına gelen Tekâlif-i Milliye Emirleri çıkarılabilmişti.

Sonuçta her zaferde (İnönü, Sakarya, Dumlupınar) Türk ordusunda er sayısı Yunan ordusuna göre daha azdı. Oysa Türkiye’nin nüfusu Yunanistan’dan çoktu. Ama buna karşılık her muharebede Türk subaylarının sayısı Yunanlılarınkinden daha fazlaydı. Demek ki Türk subayları homo ahretinusları demokratik TBMM’nin çağcıl askerlerine dönüştürmek için olağanüstü bir çaba göstermişler ve başarmışlardı.

AVRUPA’YA ŞOK!

- Atatürk ve İnönü’nün dilinden de ortaya koyuyorsunuz ki; Büyük Taarruz bir imha (yok etme) muharebesi, bir oldu bitti olarak planlandı. Seri hareket etmek zorundaydılar. Çünkü?

İngiltere’de de savaş bıkkınlığı vardı. O yüzden Anadolu Devrimini bastırma işi Yunanistan’a havale edilmişti. Ama bir Yunan yenilgisi durumunda Yunan sever ve Türk düşmanı İngiliz Başbakan Lloyd George büyük olasılıkla devreye girer Yunan ordusunun yardımına gelirdi. Onun için Afyon’da olup bitenlere Avrupa uyanmadan sonuca ulaşılmalıydı. Yunan yenilgisini gözlemek için savaş bildirileri “sansürlü” çıkıyordu. Tuhaf bir biçimde Yunan ordusu da “işbirliği” yapıyor, yenilgisini gizlemeye çalışıyordu. Öyle ki dokuz gün sonra Türk ordusu Kordon’da boy gösterince Avrupa şok geçirdi.

- Milli Mücadele’nin ta başından bu yana programı bağımsızlık üzerine kuruluydu. Hakimiyet-i Milliye’deki yazılarda bu nasıl ortaya konuluyordu?

1 Aralık 1920’de Hakimiyet-i Milliye’de (sonraki Ulus gazetesi) çıkan “Harp ve Sulh” başlıklı, imzasız başyazı Ankara’nın neler düşündüğünü çok güzel anlatıyor. Bilindiği gibi bu gazetedeki imzasız başyazıların çoğunun yazarının Mustafa Kemal olduğu düşünülmektedir. Yazıda Sevr’in yumuşatılmasının Ankara’ca kabul edilmeyeceği vurgulanıyor: “... onun (Sevr’in) büsbütün kaldırılması dahi bizi yaşatacak ve selâmete çıkaracak bir hâl meydana getirmeyecektir.”

TÜRK DEVRİMİNİN FARKI VE GÜCÜ

- Sakarya’nın arifesinde Türk devriminin Fransız ve Rus devrimlerinden daha “yüksek ve büyük” olduğunu söyleyen Mustafa Necati için “yerden göğe haklıdır” diyorsunuz. Nedenleri ve kıyaslarıyla bu düşüncenizi burada da açar mısınız?

Fransız Devrimi, Fransa’da gelişmiş kapitalizmin egemen feodalizme zorla kabul ettirdiği, fakat doğal olan bir sonuçtu. Rus Devrimi, az gelişmiş Rus kapitalizmi ortamında devrimci bir kadronun zorladığı yarı doğal bir sonuçtu. Türkiye’de kapitalizmin, çağcıllığın hemen hiç gelişmediği bir ortaçağ toplumu vardı. Burnunun dibindeki matbaayı üç yüz yıl gecikmeyle kabul eden bir toplum...

Rusya’da köktenci ıslahatın mimarı Petro, 18’inci yüzyılın başlarında (1682 - 1725) hükmetmişti. Osmanlı’da köktenci ıslahatın mimari yani Petro’nun benzeri II. Mahmut’tu. 19’uncu yüzyılın başlarında (1808 - 1839) padişahlık yapmıştı.

Bu zaman farkından şöyle bir çıkarsama yapıyorum: Rus toplumu Tük toplumundan kabaca yüz yıl geriydi. 1917’de Rus Devrimi olduğunda, gerisinde dünya çapında Rus romancıları, besteciler, bilim insanları gibi bir birikimi vardı.

Bu söylediklerim Mustafa Necati’nin büyük bir öngörüyle Sakarya öncesinde dile getirdiği yazgısını doğruluyor. Türk toplumunun 1920’den 1945, 1960’ye kadar gerçekleştirdiği ilerleme olağanüstüydü. Bu mucizeyi ancak mucize bir önder, bir dahi Atatürk sağlayabilirdi. Ne yazık ki 1945’ten sonra Türkiye, Atatürk yolundan sapmış, karşıdevrime teslim olmuştur. Dolayısıyla ilerleme aksamış, hatta pek çok alanda gerileme olmuştur.

Savaş ve Etnik Temizlik - Yumuşatılmış Sevr Dönemi / Sina Akşin / Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları / 504 s.


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler