Sanatçı Genco Erkal: Atatürkçülükleri bir hesap işi

Yeni oyunu vesilesiyle bir araya geldiğimiz Erkal, güzel günlerin geleceğine inanıyor ve ‘İktidarın Atatürkçülüğü bir hesap işi, ama pıt diye giderler’ diyor.

Sanatçı Genco Erkal: Atatürkçülükleri bir hesap işi
Abone Ol google-news
Yayınlanma: 02.12.2017 - 21:12

Tiyatromuzun yorulmaz neferlerinden Genco Erkal. Neredeyse 60 yıldır sahnelerde ve ömrü yettiğince de inecek gibi durmuyor. Son dönemlerde Nâzım Hikmet’in şiirlerini ve Bertolt Brecht’in metinlerini sahneye taşıdığı gösterileriyle izlemiş; “Bir Delinin Hatıra Defteri”ndeki müthiş performansını alkışlamıştık. Şimdiyse Erkal, günümüzün en ciddi meselelerinden biri olan ve tüm dünyada gündemin ilk sıralarını işgal eden bir konuya eğiliyor. Rumen yazar Matei Visniec’in kaleme aldığı “Göçmenleeeeer”, adından anlaşılacağı gibi savaş ya da başka zorluklar yüzünden ülkelerini terk etmek zorunda kalan insanları konu ediniyor. Erkal’ın yedi rolü birden üstlendiği ve diğer rolleri de Ayşe Lebriz Berkem, Şirvan Akan, Lütfi Can Bulut, Cem Çetin, Yiğit Yarar’ın canlandırdığı oyun vesilesiyle bir araya geldik ve usta tiyatrocuyla keyifli bir sohbet yaptık.

-Yeni oyununuz “Göçmenleeeeer” izleyiciyle buluştu. Günümüzün kanayan yaralarından birine, göçmenlik, mültecilik meselesine parmak basan bir oyun. Proje nasıl gelişti?

 Türkiye, bir yol üstünde olduğundan ve bu olayları çok yakından yaşadığımız için; hem adalara giden yol üzerinde olduğumuzdan hem de bir sürü Suriyeli göçmen burada bizimle yaşamaya başladığından, her gün yollarda karşılaştığımızdan, bir şeyler yapma ihtiyacını duyuyorum hep. Biz hep politik tiyatro yaptığımızdan öteden beri bu konularla, buna benzer, bizim ülkemizi ya da çağımızı ilgilendiren önemli konularla zaman zaman belgesel açıdan ilgileniyoruz. Bundan evvel en son kalabalık oyunumuz “Sivas 93”tü, bundan 5 yıl önce oynadığımız, o da böyle bir yaraya parmak basıyordu. Bu konuda bir şey yapayım diye düşünürken son Paris seyahatimde her zaman Odeon yakınındaki Coup Papier tiyatro kitapçısında birden bir kitap gördüm. Kapağında bir botun içinde göçmenler denizin üstündeler, merak edip aldım kitabı... Uçakta okumaya başladım dönüş yolunda ve o anda tamam dedim, aradığım oyun bu. İşte şu anda bizi en çok ilgilendirecek ve güncel olarak isteklerimize yanıt verebilecek oyun bu dedim ve hemen haklarını aldık, çeviriye giriştik, üzerinde çalışmaya başladık. Aşağı yukarı da beş aydır bunun üzerinde çalışıyoruz. Nihayet işte geçen hafta içinde de doğurduk çocuğu diyeceğim, çünkü doğum olayına benziyor, hamilelik ve doğum...

‘Kimseye karışmıyorum'

-Oyun Fransızca yazılmış değil mi?

Evet, yazar Matei Visniec, Romanya’da Çavuşesku döneminde oyunları yasaklandığı ve takibe uğradığı için Fransa’ya sığınmış, o da bir göçmen. Ondan sonraki oyunlarını da hep Fransızca yazmış. Tabii Romanya’da şimdi en çok oynanan yazarlardan biri, yönetim değiştiği için. Oyunun ilginç bir yapısı var, zaten bu yazarın genel tavrı bu, kısa kısa sahnelerden oluşan, izlenimlerden oluşan bir yelpaze halinde yazıyor ve yönetmene de özgürlük tanıyor, istediğiniz parçaları seçin, istediğiniz şekilde kurgulayın diye. Biz onun yazdığı 30 sahne için 20 tanesini seçip kurguladık.

-Oyunu siz yönettiniz... Dışarıdan bir yönetmenle çalışmak geçti mi aklınızdan?

Dışarıdan bir yönetmen çok zor benim için. Çok az yönetmenle çalıştım hayatımda, en rahat ettiğim yönetmen de Mehmet Ulusoy’du, kaybettiğimiz. Şimdi mesela Mehmet bu oyunu çok güzel yapardı. Eğer yaşasaydı, gel Mehmet şu oyunu beraber yapalım derdim. Ama “Benim güvenebileceğim...” dersem tuhaf olacak, kendimi teslim etmem zor. Hele bir yaştan sonra daha da zor. Ama istiyorum da bir yandan, çünkü belli bir yaştan sonra hem onu hem ötekini yapmak ağır geliyor bana. Her şeyle ben ilgileniyorum çünkü ve o zaman oyunculuktan fedakârlık yapmak gerekiyor. Bir ara baktım ki herkes oynuyor, ben oynayamıyorum... Başka şeylerle uğraşmaktan kendimle uğraşacak zaman bulamamışım. Son hafta dedim ki artık ben hiç kimseye karışmıyorum, ben yalnız kendi oyunumu düşüneceğim.

‘Kıyamet kopacak, kopsun’

-Sosyal medyada, özellikle Twitter’da bir hayli aktifsiniz. Güncel konulara dair sözünüzü sakınmadan yazdığınız oluyor zaman zaman. Hiç korkuyor musunuz, ‘beni de içeri alırlarsa’ diye?

İki konuda zaten yargılandım... Beraat ettim ama o kadar büyük saldırı oluyor ki sürü halinde geliyorlar, cevap vermiyorum hiçbirine. O kadar cahilce saldırıyorlar ki hiç anlamadan ne dediğimi... Yekten küfür, saldırı... O yüzden değmez cevap vermeye. Ben de zaten bazen onların damarına basmak için yapıyorum. Şimdi bunu söylersem kıyamet kopacak, “Kopsun” diyorum.

-Öte yandan Cumhuriyet’ten Oğuz Güven bir tweet yüzünden 3 yıl cezaya çarptırıldı...

İşte, asıl mesele o zaten. Benim de son yargılandığım konu iki buçuk yıl sürdü, bu kadar sürdüğüne göre galiba bu sefer yırtamayacağım diye düşündüm hatta. Neyse ki beraat kararı geldi. Tutamıyorum kendimi. Sonra da hep, ne işe yarıyor bu yazdıklarım, hiçbir faydası yok diyorum. Ama sabah Cumhuriyet’i alıp okuyunca, ya da sosyal medyada bazı haberleri görünce, insanın susmasına imkân yok. “Hiç olmazsa” diyorum “Söyleyeyim, içimde kalmasın.” Bazen birkaç ay uzak duruyorum, sadece oyunlarla ilgili duyuruları paylaşıyorum ama sonra tepeden öyle bir laf geliyor ki altından kalkılacak gibi değil, dayanamıyorum, “Susarsam kendime ayıp olur” diyorum, bu sefer gene giriyorum... Tabii ki basının durumu çok kötü, gazeteciler içeride, ya da işte Osman Kavala hikâyesi mesela... Yani, inanılır gibi değil. Böyle bir ülke olmamız çok acı. Birdenbire mesela iktidarın Atatürkçü kesilmesi... Hepsi de hesap, işte 50 + 1’e ulaşmak için her yol mubah... Bundan sonra nerelere gideceğiz bilemiyorum seçimlere kadar. Ama bu sefer zor, paçalar sıkıştığından nereye saldıracaklarını bilmiyorlar. Eğer biraz zayıflarsa tepesi, çok kolay çözülecek her şey. Çünkü çok az insan yürekten katılıyor buna, bir sürüsü zorunluluktan, iş ilişkisi yüzünden, yardımlardan, desteklerden dolayı katılıyor. Ama çok çabuk çözülür bu, pıt diye gidiverir yani. Medya da çözülür. O medya zaten bundan evvel neredeydi, bugün nereye geldi, yarın ne olacağını da ben biliyorum... Hepsi zaten FETÖ’cülükten sonra pıt diye döndüler, gene dönecekler.

-Basının önemli bir kısmı size boykot uyguluyor değil mi?

Tabii, onlar için hiç yokuz. Zaten yani Adalet Yürüyüşü de yok... Bu kadar süre, milyonlarca kişinin katıldığı bir olayı tümden görmezden görebiliyor bir basın. Beni de görmüyorlar elbette, ama iyi ki de görmüyorlar yani...

'Hiç görmüyor mu?'

-Bir yandan da toplumdaki kutuplaşma sanat alanına da sirayet ediyor. Bu daha çok batılılık doğululuk üzerinden gelişen bir kutuplaşma. Batılılılaşma hayranları dünya çapında sanatçı yaratabilmişler mi diye sormuştu hatırlarsınız Cumhurbaşkanı.

Peki, hadi sen karşıya koy bakalım, ne koydun? Hadi biz yapamadık diyelim... Biz yapamadık nasıl olur? Uluslararası alanda tanınmış sanatçımız yok diyebiliyor yani... Hiç görmüyor mu bu isimleri? Bir Leyla Gencer’i, Fazıl Say’ı, İdil Biret’i? Ressamlarımız, şairlerimiz, romancılarımız, Nobel kazananımız... Yani bunları görmeyip de nasıl konuşabilirsin... Peki efendim sizin taraftan ne çıktı, bir de ona bakalım yani. Ne çıktı?

-Galasını Beştepe’de yapan sinemacı da var bir yandan, Cumhurbaşkanının
sofrasında oturmak için yarışan şarkıcısı, türkücüsü de.

Evet ama işte, kalite ne kadar düşük... Onun sanatçı diye davet ettiği kimseyi küçümsemek istemiyorum, ama yani, bu mudur? Türkiye’nin sanatçıları diye davet ettikleri bunlar mıdır?

'Ağzıyla kuş tutsa...'

-AKM ile ilgili yapılan açıklamalar, yarım yamalak gösterdikleri proje hakkında ne düşünüyorsunuz, bunca yıldır Türkiye’de tiyatro yapan biri olarak?

O mimar da, onu yaptıranlar da ağızlarıyla kuş tutsalar benim gözümde bir değeri yok. Asıl mesele o binanın, bir simge bina olan AKM’nin, kültür yaşamımızın en önemli merkezlerinden birinin bu şekilde çürümeye terk edilmesidir. Aynı şekilde Muammer Karaca Tiyatrosu, orası da çürümeye terk edildi. Onlar için önemli olan tiyatro, opera, sanat falan değil; rant getirecek bir olaya döndürmek için elinden gelen her şeyi yapıyor. Ve bir de dediğim dedik. Taksim benim istediğim gibi olacak, camisi de olacak, kışlası da olacak... Hayatında operaya gitmemiş bir adam, bizim ağzımıza bir parmak bal çalıyor, bak istediğinizi yapıyorum deyip aynı zamanda en çok rant getirecek binayı oraya yapıyor.

Nâzım’sız olmaz

-Bir noktada Nâzım da giriyor oyuna, o sizin müdahaleniz herhalde diye düşünüyorum.

Evet, dayanamadım... (gülüyor) O kadar Nâzım’la iç içe yaşıyorum ki... İlk “Kerem Gibi”yi yaptığımda 1975 yılıydı, o zamandan beri o kadar farklı oyunda Nâzım’la beraber oldum ki artık onsuz bir şey düşünemiyorum galiba. Burada da çok cuk oturduğunu düşünüyorum doğrusu... Oyun bir yere kadar geldi ve işte dedim burada bu dizeler tam yerini buldu. Seyirci de onu sevdi zannediyorum.

 

Genç Oyuncular deneyimi

-Biraz gerilere gidelim istiyorum, 50’li yıllarda sizin de içinde bulunduğunuz “Genç Oyuncular” bir hayli önemli bir oluşumdu. Nasıl hatırlıyorsunuz o günleri?

57’de kuruldu, 60 yıl olmuş... Bence tiyatro tarihimizin önemli oluşumlarındandır. Amatör bir oluşumdu ama ağırlığı çok fazlaydı. Çeşitli okullardan, ki genelde ağırlık Galatasaray Lisesi ve Robert Koleji idi, ve değişik üniversitelerden öğrenciler bir arada boyundan büyük işlere karıştılar aslında. Ve mesela o bir avuç üniversiteli genç ülkemizin ilk kültür sanat şenliğini yaptılar, Erdek’te. O zaman Avignon ve Jean Vilar’ın yönettiği Thetre National Populaire’i (Ulusal Popüler Tiyatro) örnek alınmıştı. Biz de Avignon gibi bir kasaba ararken Erdek bulundu. Orada iki küçük öğretmenler kampı vardı, başka da kimse yoktu. Otel yok, pansiyon yok,.. Ben de biraz etkili oldum galiba, çünkü bizim ailenin Erdek yakınlarında bir zeytinliği vardı. İstanbul’a yakın olması da tercih sebebiydi, bizi izlemek isteyen aydın çevre de rahat gidip gelebilirdi. Nitekim öyle oldu. Ankara’dan da gelenler oldu, konservatuardan, orkestralar... Tiyatro öğrencileri bizimle beraber çalıştılar, orkestra konserler verdi. Sanatın her dalı vardı, hatta sinema gösterimleri bile yapılıyordu. En sonunda gene komünizm propagandası yapılıyor diye durdurdular. (Gülüyor)

-Aynı yıllarda İstanbul Üniversitesi’nin Gençlik Tiyatrosu oluşumu da vardı ve bu iki amatör girişim bütün bir kuşağı hatta sonraki kuşakları bile etkiledi.

Tabii, Ergun Köknar, Çetin İpekkaya, Ani İpekkaya, bir sürü isim çıktı. Büyük bir potansiyel birikmişti orada.

-Ama artık amatör tiyatrolar eskisi kadar çok değil. Gençler bir an evvel TV’ye atlayıp ünlü olmak, para kazanmak derdinde sanki.

Evet, biraz öyle. Şimdi herkes bir an evvel bir kurslara gidip eğitim alalım derdinde ve televizyonda göründüğü anda birden çok tanınır oluyor, para kazanmaya başlıyor... Kısa yoldan gidiyor. Tiyatronun bizim gibi meşakkatini çeken, bütün hayatını buna vermiş olan insan pek kalmadı. Orada da çok mutlu olmuyorlar. TV’de çünkü yaptıkları iş asıl işleri değil. Tiyatro yapmak istiyorlar, yapamıyorlar. Bu sefer oradan para kazanıp o küçük apartman tiyatrolarına yatırıyorlar. Çok da güzel işler yapılıyor, stüdyo tiyatroları, taze bir kan getidi. Oradan yeni bir hareket doğabilir gibi düşünüyorum

 


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon