Rönesans ve Osmanlı... Oğuz Demiralp'in yazısı
Rönesans ve Osmanlı Dünyası (Koç Üni., 2018) başlıklı kitap Rönesans döneminde Osmanlının Batıyla çeşitli ilişkilerini inceleyen makalelerin derlendiği güzel bir toplam. Sadece tarih meraklıların değil edebiyatçıların da okuması iyi olur. Ece Ayhan tarih okur ve bilirdi.
Batıyla kendimizi bir yarışma ve savaşım mantığıyla karşılaştırmak bizim en çok yaptığımız entelektüel işlemdir. Neden Batı’nın gerisinde kaldığımızı sorduğumuzda önce Rönesans’ı, sonra sanayii devrimini ıskaladığımızı düşünürüz. Eksik olsa da yanlış değildir bu yanıt. Osmanlı kendisi doruktayken Batı’da oluşan yenilenme devinimini kavrayamadığı, o devinime katılmadığı için daha sonra geride kalmıştır, hem de Batı ile yoğun ilişki yaşıyor olmasına karşın. Bu kitap, Osmanlı’yla Rönesans Avrupası’nın birbirinden kopuk değil, iletişim, etkileşim, alışveriş ve yarışma halinde iki dünya olduğunu doğrulamaktadır. Ancak bu yoğun ilişki ortak coğrafyanın bir sonucudur. Önemli olan iki dünya arasında bir ortak payda olup olmadığıdır. Kitaptan çıkardığım sonuç, ortak coğrafyanın ortak payda oluşmasına yetmemiş olduğudur.
ORTAK DEĞERLERE YÖNELMEK GEREKİR
Özellikle Akdeniz havzasında Osmanlıyla Avrupa arasında sürekli bir gelgit varmış. Ticaret canlıymış. “Ticaret insanları birbirine yakınlaştırır” derler. 1612 yılında Ankara’da Venedikli tacirlerin bulunduğunu bu kitaptan öğrendim. Mal alışverişi kültürel alana da yansımış. Osmanlı desenleri, figürleri birçok yerde moda olmuş. Osmanlı da Avrupa’dan kadife, ipek alırmış. Beyoğlu’muz, Alvise Gritti gibi iki tarafı da bilen ara kişiler, bizim lövantenler bağlaç işlevi görmüşler. Ne ki, ticaret ve zanaat alanlarında ilişki ortak payda yaratmak için yeterli değildir. Birbirini tanımaya, birbirinden bir şeyler almaya çalışmak, ortak değerlere yönelmek gerekir. Gerçi Avrupalılar bizi tanımaya pek meraklıymış ama fazla derine inmemişler. Fatih de Batı’da sanat ile bilimin uyandığını ayrımsayıp gelişmeleri Osmanlı’ya buyur etmeye çalışmış ama arkası gelmemiş. Sultanlarımız kendilerini Roma imparatoru, dolayısıyla Avrupalı olarak görmüşler ama bu yaklaşımı öteki Avrupalılar pek paylaşmamış.
Sonuç olarak, aynı coğrafyada yaşamak o coğrafyada toprak paylaşım savaş(ım)ının ötesine pek gitmemiş, partöner değil rakip olarak yaşanmış. Osmanlı Avrupa’nIn rönesansının kapsama alanına girmediyse bu, iki taraf da istememiş olduğu içindir.
YABANCI İKİ RUH
Avrupa Osmanlıyı önce tehdit olarak görmüş ve çabasını o tehdidi gidermeye yönlendirmiş. Oysa değerler alanında Osmanlıdan alabilecekleri çok şey vardı. Osmanlının Yahudilere kucak açması, millet sistemi, din değiştirmeye zorlamaması, yerel yönetim tarzı gibi uygulamaları hümanizmayı zenginleştirecek nitelikteydi. Osmanlının mimarisiyle biraz ilgilenmiş Avrupa ama müziğini, edebiyatını hiç merak etmemiş. Osmanlı da o kadar meraklı değilmiş Batı sanatlarına, müziğine. Petrarca’nın Canzoniere ile Trionfi adlı yapıtının 1460 ile 1470 arasında bir el yazmasının cildini yapan ya Osmanlı ya da Memlukmuş. Zarf güzel de, ya mazruf?
Osmanlı okumuş mu Petrarca’yı? Inci Ahmet, Dallam‘ın orgunu parçalatmış. “Avrupalı besteciler mehter sesinin kısmi ve uzak izlenimlerini ya da hayallerini müziklerine dahil edip savaşçı ya da burlesk bir dizi paralel hayali geliştirmekten memnundu. Osmanlı bestecilerin Avrupa müziğine ilgisiz kaldıkları gibi, duymazlıktan geldikleri gibi onlar da esasen Osmanlı müziğine ilgi göstermemiş, onu duymazdan gelmişlerdi.” diyor kitap. Açıkcası, Osmanlıyla Avrupalı birbirine yabancı iki ruh olarak yaşamayı seçmişler.
OSMANLI KORKUSU
Avrupalının Osmanlı korkusu İstanbul’un fethiyle doruğa çıkmış, 1571 İnebahtı Savaşı’na kadar o düzeyde sürmüştür. Birçok Avrupalı İnebahtı yenilgimizi Osmanlının inişinin başlangıcı olarak görür. Bence haklılar. Çünkü bu utku Avrupalıda Osmanlıyı alt edebileceği duygusuna ve özgüvene yol açmış, gerisi aslında çorap söküğü gibi gelmiştir. 1453’ten 1571’e kadar geçen yıllar Osmanlının devletler arası rekabet açısından Avrupalılara üstünlük dönemidir. Kendi görkemiyle gözü kamaşan Osmanlının, dünyaya asıl egemen olacak sistemin yanı başında boy attığını göremeden geçirdiği 128 yıl. Batıya kızdığımızda, onlardan üstün olduğumuzu düşünerek hayalimizde yerli ve milli bir zevkle büyüttüğümüz, bir gün gene öyle olabileceğini düşlediğimiz 128 yıllık bir dönem.
OSMANLIYA KARŞI AVRUPA BİRLİĞİ
1453’ten birkaç yıl sonra Bohemya Kralı Georges Podebrady Osmanlıya karşı Avrupa Birliği projesini ortaya atmıştır. 1437’de Papa’nın elçisi olarak Bizans’a gelip kiliseleri birleştirmeye çalışmış olan (bu birleşme gerçekleşseydi ne olurdu acaba?) ünlü hümanist Cusalı Nicholas (1401 - 1464) ise o günün koşulları içinde dinler, ülkeler arası barışı savunan De pace fi dei’yi yazmıştır. (Papa’nın Fatih’e ünlü mektubunu yazdığı yıllarda da Cusalı, bence İslama sıra dışı bir yaklaşımı içeren Cribratio Alcorani’yı kaleme almıştı.) Ne ki, tarih içinde Bohemya kralının yaklaşımı ağır basmıştır. Fatih’in Batıya ilgisi, Erasmus’un, Jean Bodin’in Osmanlının olumlu yönlerini görmeleri, Cusalı’nın barışcıl yönsemesi ağır bassaydı çok değişik bir ortamda birlikte yaşıyor olurdu Avrupa ve Türkiye.
Çağdaş Avrupa Birliği olası bir ortak çatı olarak duruyor önümüzde. Ancak bir tarafta AB’ni Podebrady gibi görenler, öbür tarafta da o 128 yıla dönüş özlemini yaşayanlar, bu çağda kılıç hakkına inananlar oldukça zor bu iş. Adeo suus cuique mos placet diyor kitap. “Bu da herkesin kendi inancının hakikatiyle ilgili kanaatinin ne kadar güçlü olduğunu gösterir” demekmiş. Tevekkeli değil, “insanın nazar değmeyen tek yönü aklıdır” dememişler.
En Çok Okunan Haberler
- Kriminal raporun ayrıntıları ortaya çıktı
- İktidarın '25 Kasım' korkusu
- İstanbul'da aile katliamı
- AKP sayesinde bu düş de gerçek oldu!
- 250 bin TL'nin getirisi ne kadar?
- Akalın'dan İYİ Parti'yi karıştıracak açıklama
- Gökçek döneminde belediyeden geçen karar pes dedirtti!
- Türk ordusunun Kubilaysızlaştırılması
- Hedefteki teğmenlerle ilgili yeni gelişme!
- 'Açız' diye bağırdı, yaka paça dışarı atıldı!