Roman, tarihi değiştirirse ne olur?

Yazar Buket Uzuner’e göre tarihle edebiyat arasında ince bir çizgi var. Uzuner, “Tarihçi kurguya, romancı da tarihe gereğinden fazla girerse tarih kurgu, roman tarih olur ve kurur kalır” diyor.

Roman, tarihi değiştirirse ne olur?
Abone Ol google-news
Yayınlanma: 27.08.2015 - 21:53

Anadolu romanından söz ettiğimizde ilkin Karabibik (1890, Nabizade Nazım, 1862-1893) ile Küçük Paşa’yı anar (1910, Ebubekir Hazım Tepeyran, 1864-1947), hemen yanıbaşlarına da Yakup Kadri’nin (1889-1974) Yaban’ını (1932) yerleştiririz.

Romancının Anadolu’ya bakışı, bu eksende de Anadolu insanının gerçekliğinin romanda dile getirilişine bir milat olarak kabul edilir bu üç yapıt... Oysa biliriz ki; Refik Halit Karay (1888-1965) Memleket Hikâyeleri’yle (1919) yepyeni bir adım atmıştır. Anadolu’yla yüzleşmesinin tanıklığını getirir bu öykülerinde...

Sadri Ertem (1900-1943) Bacayı İndir Bacayı Kaldır’daki öyküleri (1928) ve Çıkrıklar Durunca (1931) romanıyla Anadolu gerçekliğini eleştirel bir bakışla anlatmayı yeğler.

Sabahattin Ali (1907-1948) ise Dağlar ve Rüzgâr, Değirmen, Kağnı, Ses (1934-37) öykü kitapları ve Kuyucaklı Yusuf (1937) romanıyla gerçekçilik duygusunun yansılarını içeren bir boyutu yakalar Anadolu insanını anlatmada...

Romanı da biçimledi

Gelinen bu noktada gözlenen şudur: Osmanlı’nın 19. yüzyılı, çözülmeyle, toprak kaybıyla birlikte; anayurt/yurt/ ulus/dil/milliyetçilik gibi kavramların gündeme geldiği bir dönemdir.

“Ulus” inşa etme süreci, romancılığımızın biçimlenmesinde de etkin olmuştur. Ayrıştırdığımız şu dönemlerde:

1922-1928: Kurtuluş’un tanıklığı

1930-1940: Kuruluş’un yansıları

1941-1951: Geçiş döneminin gerçekliği

1952-1972/80: Uzak-yakın bakışlarda Kurtuluş-Kuruluş.

Bu evrelerde yayımlanan romanlara göz attığımızda, aslında o inşa sürecinin; yani “kurtuluş” , “kuruluş” dönemlerinin romancılığımıza yansılarını, birebir bu aşamalardan geçen toplumun serüveninin işlendiğini gözleriz.

Tarihsel toplumsal bağlamda tanıklık esastır. Çözülen bir imparatorluk, Millî Mücadele’yi başlatan bilinç/örgütlenme, isyanlar, işgaller, çetecilik, saldırgan güçler... Ve bütün bunların yaşandığı Anadolu coğrafyasındaki halkın/ askerin/sivil bürokratın/köylünün durumu elbette yaşanan bu sürecin her bir aşaması, 1920’lerden 1980’lere romancılığımızın yaklaşık 60 yıllık dönemine ürün veren yazarların yapıtlarını şekillendirmiştir. O yazarlardan birine kulak vereceğiz bugün...

Buket Uzuner…

Bugündeki tarih

Özellikle Ahmet Altan’ın İsyan Günlerinde Aşk romanının getirdiği tartışma, okuru olup olmayan herkesin bir şey söylemesi; romancının da bir tarihçi edasıyla bunlara yanıt yetiştirme çabası konuyu iyice çığırından çıkardığı bir ânda geldi Buket Uzuner’in Uzun Beyaz Bulut – Gelibolu romanı...

Yazarımız bütün bu kaygıları düşünmüş olmalı ki, romanı bugünde yazarak düne göndermelerde bulunuyor. Yani tarihsel bir roman yazmıyor, tarihten bir malzeme olarak yararlanıyor.

Roman ana eksende Çanakkale Savaşları’nı konu edinse de bugünde geçiyor. Gelibolu’ya Yeni Zelanda’dan kalkıp gelen Victoria Taylor, bu savaşlarda kayıp olan büyük dedesinin izindedir. Geldiği noktada yüzleştikleri, yazılan tarihle anlatılan tarihin bir tür hesaplaşmasını içerir. İşte bu noktada, asıl öne çıkan gerçeklik ise şudur: Romancı tarihe nasıl bakar, onu yazınsal anlatıya dönüştürürken (tarihten) nasıl yararlanır?

Uzuner, burada, insan gerçekliğinden yola çıkarak, ‘yazılan tarihin gerçeğini değiştirmeye kalkarsak ne olur?’ sorusuna da yanıt arıyor aslında... Daha doğrusu, olabileceklerle okuru yüzleştiriyor.

Emperyalizmi sorgulatan savaş: GelIbolu

- Gelibolu romanınızda savaşa hem içinden hem de dışından, kalan izlerinden yola çıkarak bakıyorsunuz. Bu romanı yazma düşünceniz nasıl oluştu?

Yazarlar takıntıları ve meseleleri fazla olan insanlar arasından çıkar, biliyorsunuz. Birçok yazar gibi aşk ve ölüm benim de asıl takıntılarımdır. Gelibolu romanının yazılımına neden olan meselem ise dolaylı olarak buna bağlıdır. ‘Slogan milliyetçiliği’ ve ‘verimli yurtseverlik’ arasındaki görünüşte incecik, ama yapısal olarak derin farkı tartışmak istiyordum. Sorunsalı milliyetçilik olan bir romanın savaş atmosferine kurulması doğaldır. Çünkü savaşlar ölümle çok yakından yüzleştiğimiz, aşka en fazla gereksindiğimiz olağandışı hallerdir. Bu noktaya varmış bir yazar için Çanakkale Savaşları mükemmel olanaklar sağlıyor, hatta yepyeni açılımlar sunuyordu. Çanakkale Savaşları, sanki milliyetçiliğin ve emperyalizmin sorgulanması için en uygun savaş olarak tarihimizde bekliyordu. ‘Kahraman düşmanım’ kavramının kullanıldığı başka bir savaş bilmiyorum. İşte böyle özel bir savaşta aynı adamın iki düşman ülkede savaş kahramanı olması fantezisi, benim tartışmak istediğim meseleyi en uç ve çarpıcı noktalarda düşünmeye açacaktı. Sonrası daha kolaydı. Beş yıla yakın sürecek bir okuma, araştırma ve mekân çalışması başladı.

- Uzun araştırma, gezinme sürecinde adım adım rastlaştıklarınızın romana ağdığını, hatta bunu biçimlendirdiğini söyleyebilir miyiz?

Evet, Gelibolu romanı için yaptığım ön çalışma, araştırma ve seyahatleri de içeriyordu. Sık sık Gelibolu Yarımadası’na gittim, Anafartalar köylerinde ve Milli Park’ta araştırma yaptım. Köylülerle, tarihçilerle, ilgililerle görüştüm, kayıtlar tuttum ve fotoğraflar çektim. Milli Park’ta Anzak Koyu- Arıburnu’nda toprakta uyudum, güneşin doğuşunu orada yakaladım. Anma törenlerine katıldım. Romanda kullandığım coğrafi adların köylülerin kullandığı adlar olmasını önemle tercih ettim. Bu yolculuklarda tanıştığım ve bana yardımları olan birçok insanla artık arkadaş oldum. Hâlâ ziyaretlerine gidiyorum. Zaten Gelibolu Yarımadası’nı bir kere gördükten ve orada yaşananları öğrendikten sonra oraya yeniden dönmemek olanaksız. Karakter oluşumunda ayrıntılarda katkısı olsa da orada rastladığım ve dost edindiğim insanlar, karakterlerimi biçimlendirmedi.

Aydınlık bir ülke için

- Gelibolu’ya bir yüzleşmenin; ‘ben’ ve ‘öteki’ne bakabilmenin romanı da diyebiliriz, kanımca. Sizi bu yüzleşmeye götüren neydi?

Türkiye artık kendi geçmişi ve kimliğiyle hesaplaşabilecek zaman ve zemine kavuşmuştur. Cumhuriyet Devrimi sonrası ilk üç kuşak devrimin doğası gereği geçmişi reddetmiş, Osmanlı’dan yüzlerce yıllık gelen kulluk durumundan vatandaşlığa geçmeye hazırlanmaktadır. Yaşadığımız bu şiddetli sancılar ve acılar da zaten bir büyük dönüşümün işaretidir. ‘Tomurcuk açılırken canı yanar’ diye boşuna dememiş şair... Değerlerimiz, kültürümüz ve tarihimizle hesaplaşmamız yıllar sürecek bir süreçtir ve biz daha bu işin başındayız. Daha çok canımız yanacak ama soran, eleştiren ve denetleyen vatandaşların yaşadığı aydınlık bir ülkede yaşamak için bunu yapmak zorundayız. ‘Ben ve ‘öteki’ kavramıyla yüzleşmek de bu dönüşümün bir parçası. Gelibolu romanında bunu ben milliyetçilik bazında yapmaya çalıştım. Bunun çok cinsellik, din gibi başka boyutları da var, biliyorsunuz.

- Tarihi yazanlar değil, yapanlar Romanın katmanlı bir yapısı var. Tarihe bakarken getirilen yorumun bu yapının örüntüsü içinde verilişi; yani yazarı/ anlatıcıyı aradan çıkarıp mektuplara, kişilerin bakışına ağdıran bir yan. Biraz bu örüntüyü açar mısınız?

Romanın tarih nedir, tarihçi kimdir ve tarih nasıl okunmalıdır, gibi soruları sorduğu doğrudur. Böyle olunca tarih yazıcısının ve resmi tarihin dışında tarihi asıl yapanların olaylara karışması gerekiyordu. Klasik olarak ilkin mektuplar ve günceler girdi devreye... Düşman askerlerinin yüreklerini en rahatça açtıkları annelerine yazdıkları mektuplar ve çocuklarına- torunlarına anlattıkları sözlü tarih yoluyla mikro tarih yönteminden yararlandım. Çünkü tarih yazarlarının aslında biraz kurgu yazarlarına benzediğini düşünenlerdenim. Bu durumda kurgunun içinde kurguyu sergilemek gibi birçokkatmanlılık çalışması yaptığım doğrudur. Mektuplar ve sözlü yüzleşmelerle insan denen canlının önyargılarıyla yaşamının nasıl cehenneme benzediğini ve aslında birbirine ne kadar benzediğini anlatmayı denerken, aralarında büyük kuşak, kültür farkı olan iki kadının da kadınlık ve feminizm üzerine hesaplaşmasını da sağladığımı düşünüyorum.

‘Kır bacağını, yaz şu romanı’

- Romandan uzaklaştığınızda ne hissettiniz?

Özellikle yakın tarihimiz ve Yeni Zelandalı askerler konusunda çalışırken bazen haftalarca okumaya daldığımdan romandan ayrı kalıyordum. Böyle zamanlarda kendime sık sık bir tarih ya da belgesel kitap yazmadığımı, bir romancı olduğumu bazen yüksek sesle azarlayarak hatırlatıyordum. Tarihle edebiyat arasında çok ince bir çizgi vardır. Tarihçi kurguya, romancı da tarihe gereğinden fazla girerse, tarih kurgu, roman tarih olur ve kurur kalır. New York Seyir Defteri’ni yazdığım sırada romandan uzak kaldığım oldu. Ama romanın bazı karakterleri yazılım sürecinde beni hiç rahat bırakmadılar. Örneğin Beyaz Hala öyle güçlü ve canlıydı ki, bazen çevremde dolaşarak beni azarladığını; ‘Marı söylenip duracağına kır bacağını, yaz şu romanı hele!’ dediğini duyar gibi oluyordum.

BUKET UZUNER İLE ‘GELİBOLU’ ROMANI ÜZERİNE

‘Uzun Beyaz Bulut-Gelibolu’ romanından:

“Seferberlik ilan edildiği günü hatırlar mısınız? Benim tahsilimi bırakıp, orduya ihtiyat zâbiti namzeti (yedek subay adayı) olarak yazılmak istediğimi duyunca beni alnımdan öperken saklamaya çalıştığınız kederli gözyaşlarınız… Sonra Harbiye Mektebi’ne adeta uçarak gittiğimde karşılaştığım o muhteşem tablo! Kayıt muamelesi için Harbiye’nin önünde münevver (aydın) Türk gençliğinin meydana getirdiği o muazzam kalabalık hâlâ gözlerimin önündedir. İtiraf etmeliyim ki, o kalabalığı ve bende uyandırdığı heyecan duygusunu düşününce bugün bile huşû içinde tüylerim diken diken olmaktadır. Fakat tam olarak tarifi mümkün olmasa da kalabalığa o vakte kadar âşina (tanıdık) olmadığım huzursuzluk dolu vahşi bir sevinç hâkimdi. Ben de dahil olmak üzere, içine yuvarlandığımız heyecan selinin sebebinin farkına varmamak için mübalağalı (abartı) gürültü yapan çocuklardık sanki. Seviniyorduk, ama sebebini unutmuştuk. Eğer sevincimizin sebebini fark edersek, acıdan kahrolacak, kederden ölecektik. Derindeki endişe ve hüznü bastırmak için satıhtaki heyecanı gürültüyle örtüyorduk. Hepsi bu. Zannımca, o vahşi sevinç aslında trajik bir durumu şuursuzca bastırma çabasıydı. Oysa sarsılıyorduk. O ne sarsılıştı öyle Valideceğim. Ruhum şiddetli bir lodosta bir kıyıdan öbürüne çarpıyor ve her çarpışta derin yaralar alıyordu. Bir kıyıda vatan müdafaası için verilmeye hazır taze can, öbür kıyıda gençlik, yaşanacak bir ömür, hayaller ve ümitler Valideceğim.” (s. 62, Everest Yayınları)


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler