"Popülizmi öfke ve korku yarattı"
Popülist politik hareketler üzerinde çalışmalar yapan Prof. Cristóbal Rovira Kaltwasser, Cumhuriyet’e konuştu. Kaltwasser, popülist siyasi hareketlerin iktidara geldiklerinde demokrasilerin denge-denetleme mekanizmalarını ortadan kaldırdığını belirtti.
Kapitalizmin krizi, işsizliğin ulaştığı yüksek seviyeler, hem ülkeler arasında hem de tek tek ülkelerde oluşan derin gelir eşitsizlikleri, iklim değişiklikleri ve büyük göç dalgalarına tanık olduğumuz çağımız, dünya siyasetinde de (daha çok sağ olsa da) radikalizmi beraberinde getirdi. Bir yandan uluslararası ilişkileri takip eden düşünürler karşılıklı bağımlılık ilişkilerinin önem kazandığını söylüyor, öte yandan dünya, Eric Hobsbawm’ın 20. yüzyılı kısaltarak tanımladığı “Aşırılıklar Çağı”nın bu kez aynadaki aksini yaşıyor sanki.
Uzun yıllar askeri diktatörlük altında yaşayan Şili’de bir siyaset bilimi profesörü, uzun süredir popülist politik hareketler üzerine çalışıyor. Bilgi Üniversitesi’nde düzenlenen “Provincializing Populism / Kırsallaştıran Popülizm” başlıklı konferansın açılış konuşmasını yapmak üzere Türkiye’de bulunan, Diego Portales Üniversitesi’nin Siyaset Bilimi Bölümü öğretim üyesi Cristóbal Rovira Kaltwasser’le dünya siyasetini altüst eden yeni eğilimler üzerine konuştuk.
Oysa düzenin içindeler...
-Önce bir kavramla başlamak istiyorum. Son dönemde, ABD Başkanı Donald Trump’tan, İtalya’daki sağ popülist 5 Yıldız Hareketi’ne ya da İspanya’daki Podemos’a bir dizi siyasi figür veya partiyi tanımlamak için “anti-establishment” (müesses nizam/kurulu düzen karşıtı) kavramı kullanılıyor. Eğer bu hareket veya kişiler için kurulu düzen karşıtı diyeceksek, bu düzeni kim kurdu, kim kurulmasına onay verdi, rıza gösterdi? Nedir bu müesses nizam ve karşıtlığı?
Dünyanın her yerinde “müesses nizam”a karşı bir öfkenin olduğunu görüyoruz. Normalde, müesses nizam derken “iktidarın kilit pozisyonlarını elinde tutanları”, siyasi düzeni kontrol eden bir dizi mekanizmada, ekonomide, medyada kilit noktalardaki kurum veya kuruluşlarda bulunan insanları kastediyoruz... Örneğin, Türkiye’de bu kilit pozisyonlara ilişkin bir harita çıkarıp üzerinde yüzde yüz anlaştığımız az sayıda “elitin” kimler olduğu hakkında uzlaşabiliriz. Ancak pek çok örnekte “müesses nizam” karşıtı olduğunu söyleyenler, öznel olarak bu elitlerin bazı bölümlerini seçip karşısına alıyor, bazılarını ise arkadaş kategorisinde yanlarına alıyor.
Toplumsal eşitsizlikler nedeniyle müesses nizama karşı çok ciddi bir öfke biriktiğini görüyoruz. Siyasi ve ekonomik olarak iktidar sahibi olanların sayısı azalırken, çok büyük bir çoğunluk büyük bir eşitsizliğe maruz kalıyor. Bu noktada da, çok sayıda insan doğal olarak “Durun bakalım... Bu kadar büyük bir gücün sahibi olanlar kimler” sorusunu soruyor. Ekonomik krizin fazlaca etkilediği İspanya’dan bir örneği paylaşmak istiyorum. Kriz döneminde sosyal demokrat, İspanyol Sosyalist İşçi Partisi, José Luis Rodríguez Zapatero başbakanlığında hükümetteydi. Halk içinde en büyük öfkeye neden olan konulardan biri konut kredileri meselesiydi. İspanyol yasalarına göre diyelim ki, 2 ile 4 hafta içerisinde mortgage kredilerini ödeyemezseniz eviniz elinizden alınıyor. Bu çok geniş kesimleri etkileyen sorunla ilgili Zapatero, bir teknokrat ve bir bankere danıştı, onlardan “Endişelenme, bu ciddi bir sorun değil” yanıtı aldıktan sonra da hiçbir şey yapmadı. Zapatero’nun danıştığı isimler aslında müesses nizamın parçası. Kendi evleri var, ekonomik sorunları yok... Demek ki, sosyal demokrat veya sosyalist olsanız da müesses nizamdan bağımsız olmayabiliyorsunuz.
-Popülizm kavramını nasıl tanımlıyoruz?
Öncelikle müesses nizam karşıtlığını daha geniş bir kategori olarak aldığımı söylemeliyim. Komünist partiler örneğin bu kategorinin bir parçasıdır. Ancak popülizm, toplumsal alanı elitler ve halk olarak ayıran, halkın iradesinin belirleyici olduğunu öne süren bir ideoloji... Aslında müesses nizam karşıtlığının bir alt kümesi olarak görebiliriz. Kimi geleneksel sol partileri, işçi sınıfı partileri, komünist partiler, bu kategoriye girmiyor. Popülizmde, ahlaki olarak da “halk neyi tercih ediyorsa o iyidir” şeklinde bir anlayış bulunuyor.
-Ekonomik krizin, eşitsizliğin müesses nizam karşıtlığını veya popülizmi beslediğini söylediniz. Öyleyse bir kavramı daha açalım; “otoriterlik”. Otoriterlik de bu iki kavramla kol kola ilerlemiyor mu? Hatta, kriz içindeki kapitalizmin otoriterliği çağırdığını da söyleyemez miyiz?
Popülizm her zaman başka ideolojilerle eklemlenir. Avrupa’da şu anda popülizmin “nativizm”le (göçe karşı çıkarak, yerel halkın çıkarlarını korumaya dayanan siyasi akım) eklemlendiğini görüyoruz. Şimdi rejim ve sorunuzdaki otoriterlik meselesine geçebiliriz. Bir açıdan bakarsanız popülizmin oldukça demokratik olduğunu söyleyebiliriz çünkü halkın iradesini öne çıkarıyor. “Elitler halka karşı bir şey yapıyor ve biz halkın isteklerini, iradesini, egemenliğini savunuyoruz” diyor. Ama sorun şu ki, özellikle Batı’daki liberal demokrasi, seçimlerin yanı sıra kontrol ve denge işlevi gören mekanizma ve kurumları da içeriyor. Popülizm, bunlara “Denetleyenler de kim oluyor” sorusuyla karşı çıkıyor. Popülist aktör iktidara geldiğinde bu mekanizmalar her geçen gün daha da işlevsiz hale getiriliyor ve artık bir noktada seçimlerin de adil ve şeffaf şekilde gerçekleşip gerçekleşmediğini bilemiyorsunuz. Yalnızca oy kullandığınız günden bahsetmiyorum. Öncesindeki süreçte de seçimlerin adil ve şeffaf olduğu konusunda soru işaretleri oluşuyor.
Ortaya çıkan paradoks
-Popülizmi ortaya çıkaran öfkenin, aynı zamanda özellikle neo-liberal dönemin, yürütmeyi öne çıkaran, halkın siyasete katılımını engelleyen karakterine de bir tepki olduğu söylenebilir mi?
Aslında liberal demokrasinin bir paradoks içinde olduğunu düşünüyorum. Çünkü bir yandan halkın katılımını içermesi gerekiyor hem de Merkez Bankası gibi bağımsız kurumlara gereksinimi var. 2. Dünya Savaşı sonrası dönemde Avrupa’da liberal demokratik rejim, komünizm ve faşizm deneyimleri nedeniyle neredeyse bir kurumsal canavar yarattı. Belli kurumlara çok fazla yetki devredildi. Hâlâ demokratik bir rejimden söz edebilir miyiz? Evet, ama sorun şu ki seçeneğin olmadığı bir demokrasi var. Gerçekten farklı olan bir seçeneğe yönelmek istediğinizde, “Hayır, yapamazsın” diyor. Bu tablonun, 1970’lerin sonlarından itibaren başlatılan neoliberal reformlarla çok ilgisi var.
Böylece yalnız AB’de değil, Latin Amerika ve Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde de küresel piyasaların büyük bir basınçla sınırları çizdiği bir tabloyla karşı karşıya kalıyoruz. Son olarak, meseleyi yalnızca piyasa boyutuyla ele alırsak, demokratik bir rejime sahip olmanız elbette kimi avantajlar yaratsa da, piyasalar pekâlâ demokratik olmayan düzenlerde de çalışabiliyor. Bu yüzden birçok ülkede demokratik rejimler olmasa da ekonomik büyümenin yaşandığını görebiliyoruz.
'AB manevra alanı bırakmadı’
- Aslında Yunanistan’da Syriza örneğinde de ilginç bir durum yaşandı. Syriza bir dönem “müesses nizam karşıtı” olarak kendini tanıtsa da sonuçta kemer sıkma politikalarına onay verdi...
Evet. Aslında bu örnekte de iki sorunu görüyoruz. Birincisi, “müesses nizam” karşıtı bir söyleme sahip olsanız da iktidara geldikten sonra aslında onun bir parçası oluyorsunuz. İkincisi, Syriza’nın lideri ve Yunanistan’ın Başbakanı Aleksis Çipras, aslında kemer sıkma politikalarına direnmeye çalıştı ancak karşısına Avrupa Birliği (AB) çıktı. AB’nin mekanizmaları manevra alanı bırakmayacak şekilde kurulu bir düzen yaratmıştı. Trump örneğin... Bir milyarder olmasına rağmen müesses nizama karşı olduğu propagandası yaptı ve yapıyor...
Trump’ın sloganı endişelerden doğdu -Ya göçmenler meselesi? Dünya genelinde ciddi şekilde yaşanan göç dalgasının hem güncel siyasete hem de gelecekteki yapıların şekillenişine etkisi nasıl oluyor/olacak? Göçmenler meselesinin ekonomik performansla çok da doğrudan bağlantılı olmadığı gerçeği çoğu zaman gözden kaçırılıyor. Almanya’da aşırı sağcı AfD (Almanya için Alternatif) partisi örneğin... Almanya’da ekonomik göstergeler oldukça iyi görünüyor ama AfD yükselişte. Çünkü özellikle orta sınıf, iş sahibi olanlar, göçmenlerle birlikte gelecekte işlerini kaybetme korkusu yaşıyor. “Göçmenler gelip işimi elimden alabilir” şeklinde geleceğe dönük bir korku söz konusu. Trump’ın seçmenlerine bakın... İş sahibi, beyaz, öfkeli adamlar... Endişeleri, “Geçmişte her şey çok iyiydi ama artık giderek bozuluyor” hissinden, gelecekte yaşanabilecek ekonomik sorunlardan kaynaklanan “nostaljik yoksunluk” kavramıyla açıklanabilir. ABD’de Trump’ın “Amerika’yı yeniden büyük yapalım” sloganının kaynağında bu var. Türkiye’de de bu “nostaljik yoksunluğun” AKP’nin dönüşümünde, Osmanlıcılığın gündeme getirilmesinde etkisi yok mu?. |
En Çok Okunan Haberler
- Kaynanasını hiçbir zaman sevemeyen 4 kadın burcu
- Avrasya tüneli trafiğe kapatıldı!
- Fatih Altaylı ve İsmail Saymaz'a soruşturma
- Albaya verilen ceza belli oldu!
- AKP’li belediyeden bir ayda 33 konser
- Mahruki yine yandı
- Çok konuşulacak 'adaylık' açıklaması
- Fakülteyi kâğıt üzerinde kurmuşlar!
- Teğmenlerin avukatlarından açıklama geldi!
- Özel görüşmenin ayrıntılarını açıkladı!