Özgür kadına karşı reaksiyon

DİSK Başkanı Arzu Çerkezoğlu, kadın düşmanlığının neden arttığını yorumladı

Yayınlanma: 08.03.2019 - 15:19
Özgür kadına karşı reaksiyon
Abone Ol google-news

İşçi sınıfı mücadelesi her dönem güçtü, AKP’li yıllarda dalgalı seyir izledi ve daha karmaşık hal aldı. Karşımızda muhafazakâr olduğunu savlayan, sonuna dek kapitalizme uyumlu iktidar bulduk. Arzu Çerkezoğlu ile mücadele alanlarında rastlaşırdık önce, sonra yayınlara konuk oldu. Günün birinde DİSK’in başkanı olarak bir kadını görme hayalini o zaman kurmuştum. Dirençle devam etti yoluna Çerkezoğlu, şimdi bu değerli koltuğa, tarihin en ilginç aktığı dönemlerde oturdu. DİSK genel merkezinde söyleştik. Gezi günlerini andık ve yeniden Taksim’de “1 Mayıs” kutlayacağımıza dair söz verdik birbirimize.

Büyük bir sorumluluk

Gerçekçi olmak gerekirse emek hareketi de maalesef erkeklik zaaflarından, egemenliğinden sıyrılamadı tarih boyunca. Sizin başkanlığınızla birlikte yeni bir dönem umudu oluştu. Emek hareketini irdeler misiniz?

Tüm güvencesiz çalıştırma biçimlerinin kadınlardan başlayarak işçi sınıfının bütününe yaygınlaştırdığı, yapılan her türlü yasal düzenlemelerle kadınlara ikinci sınıf işçiliğin dayatıldığı ve toplumsal cinsiyet eşitsizliğini derinleştiren politikaların hayata geçildiği bir dönemdeyiz. Bu süreç aynı zamanda dünya çapında işçi sınıfının bileşiminde de yansımasını buluyor. Böylesi bir süreçte kadın işçilerin sendikalı olması, örgütlenmesi ve sendika içinde örgütlenmesi, sendikaların da kadın işçilerin özneliğine imkân veren bir yapıya kavuşması oldukça önemli. Bu bağlamda DİSK’in ilk kadın genel başkanı olmak kuşkusuz büyük onur. Aynı zamanda büyük bir sorumluluk. Merdivenaltı atölyelerden, fabrikalara, hastanelere, bankalara, alışveriş merkezlerine kadar her alanda son derece kötü koşullarda çalışan bütün işçi kadınların, sendikal örgütlemede, mücadelede daha fazla yer alması, sendikalı olması ve sendikalar içerisinde etkin özneler olarak yer alması tarihsel sorumluluğumuzdur.

Sorunlar ortak... 

“Kadın” olmak başlı başına bir erdem, nitelik sayılabilir mi? Söz gelimi ırkçı biri salt kadın olduğu için değerli sayılabilir mi? Çiller de kadındı, Behice Boran da. Emek, sınıf hareketi bağlamında değerlendirir misiniz? Kadın olmanın bir dizi eşitsizliği ve adaletsizliği beraberinde getirdiği bir toplumda yaşadığımız açık. Aslında kadın veya erkek olmak bir “erdem” veya “nitelik” değil, tarihsel olarak kurulmuş toplumsal cinsiyet kalıplarıdır. Öte yandan kadın-erkek eşitsizliği sınıfsal egemenlik biçimleriyle de iç içedir. Aynı toplumsal ilişkiler kimi kadınları da bu egemenlik ilişkileri içinde güç aramaya, bu egemenlik ilişkilerinin yandaşı olmaya yöneltebilir; ancak bu durum kadınların bir bütün olarak ezilme ilişkilerine maruz kaldığı gerçeğini değiştirmez. Bugün toplumsal cinsiyet eşitsizliği ve kadınları ikinci sınıf yurttaş olarak gören bir anlayışın egemenliği altında, tüm kadınların ortak sorunları olduğu da aşikâr.

Bugün kadınlar, çalışma yaşamına katılımdan kadına yönelik şiddete, kadınların siyasi temsilinden sendikal alandaki temsiline kadar bir dizi alanda ciddi sorunlarla karşılaşıyor. Örneğin, ülkemizde her 10 kadından yalnızca 3’ü çalışıyor, çalışan kadınların neredeyse yarısı kayıt dışı çalışıyor, geçici ve güvencesiz çalıştırma biçimleri en çok kadınları hedef alıyor. Kayıt dışı kadın istihdamı dahil edildiğinde kadınların sendikalılaşma oranı yüzde 6’lara kadar düşüyor. DİSK-AR’ın asgari ücret araştırması erkeklerle aynı işi yapmalarına rağmen kadınların daha düşük ücret aldığını ortaya koydu. Asgari ücretle çalışan kadınların oranı erkeklere göre çok daha yüksek. Elbette genel olarak tüm kadınların bu sorunlarını, özel olarak da işçi kadınların yaşadığı sorunları bir örgütlenme ve mücadele alanı olarak gören kadınlar olduğu gibi, tam da bu sorunları derinleştirecek saflarda yer alan kadınlar da var. Tansu Çiller ile Behice Boran bu ikilemin iki ucunda yer aldılar. Ancak bu, kadınların yaşadığı eşitsizlikleri ve ortak sorunları ortadan kaldırmıyor. 

Devrimci hareket ile feministler arasındaki ilişkiyi nasıl değerlendirirsiniz? Bu bağlamda eleştirel bir okumayı iki taraflı nasıl yaparsınız?

Ekonomik liberalizmin, demokrasiden kadın haklarına kadar bir dizi alanda pozitif bir etki yaratacağına dair iddianın ortaya atılmasının üzerinden epey zaman geçti. Bu 1990’larda hegomonik bir söylemdi ancak 2001 krizi, 2008 krizi ve nihayetinde neo-liberal politikaların, neo-liberal stratejinin aşamadığı ve hatta aşamayacağı anlaşılan krizi ile beraber bu tez zaten gücünü kaybetti. Bugün tüm dünyada kadın mücadelesi ile emek mücadelesinin birbirine yakınsadığı bir dönemden geçiyoruz. Bugün kadın mücadelesi toplumu dönüştüren önemli bir güç olarak varlığını kabul ettirmiş duruda. Kadınlar, neoliberalizme karşı mücadelede de önemli mevziler yarattılar. Kadın hareketinin kendi içinde de neoliberal tezlerin eleştirisi yeniden yaygınlaşmaya başladı.

Tüm dünyada kadın işçiliğinin alabildiğine güvencesizleşmesiyle birlikte işçi direnişlerinin en önünde işçi kadınları görüyoruz. Yine tüm yağma ve talan politikalarına karşı direnişlerin en önünde kadınları görüyoruz. Ormanına sahip çıkan Karadenizli kadınlardan, doğasına suyuna sahip çıkan Cerattepeli kadınlardan zeytin ağaçlarının başında gece gündüz nöbet tutan Yırcalı kadınlara kadar... Neo-liberalizmin kadını daha da güvencesiz işlere mahkûm etmesine karşı, kamusal hizmetlerin piyasalaşmasıyla bakım emeği başta olmak üzere ev içi emeğin kadının sırtına yüklenmesine karşı tüm dünyada kadın mücadelelerini görüyoruz. Ben eleştirel bir okuma yapacaksam, sermayenin bu vahşi düzenine karşı yükselen mücadeleleri, işçi mücadelelerini, kadın mücadelelerini, kentlerin ve doğanın yağmasına karşı mücadeleleri birleştiren, yakınlaştıran değil, birbirinden kopartan, uzaklaştıran politik yaklaşımlara, erkek egemenliği ile bütünleşen sermaye iktidarlarına dair eleştirel bir okumayı tercih ederim.

Devrimci hareket ile feministler arasındaki ilişkiyi nasıl değerlendirirsiniz?

Ekonomik liberalizmin, demokrasiden kadın haklarına kadar bir dizi alanda pozitif bir etki yaratacağına dair iddianın ortaya atılmasının üzerinden epey zaman geçti. Bu 1990’larda hegomonik bir söylemdi ancak 2001 krizi, 2008 krizi ve nihayetinde neo-liberal politikaların, neo-liberal stratejinin aşamadığı ve hatta aşamayacağı anlaşılan krizi ile beraber bu tez zaten gücünü kaybetti. Bugün tüm dünyada kadın mücadelesi ile emek mücadelesinin birbirine yakınsadığı bir dönemden geçiyoruz. Bugün kadın mücadelesi toplumu dönüştüren önemli bir güç olarak varlığını kabul ettirmiş duruda. Kadınlar, neoliberalizme karşı mücadelede de önemli mevziler yarattılar. Kadın hareketinin kendi içinde de neoliberal tezlerin eleştirisi yeniden yaygınlaşmaya başladı. Tüm dünyada kadın işçiliğinin alabildiğine güvencesizleşmesiyle birlikte işçi direnişlerinin en önünde işçi kadınları görüyoruz. Yine tüm yağma ve talan politikalarına karşı direnişlerin en önünde kadınları görüyoruz. Ormanına sahip çıkan Karadenizli kadınlardan, doğasına suyuna sahip çıkan Cerattepeli kadınlardan zeytin ağaçlarının başında gece gündüz nöbet tutan Yırcalı kadınlara kadar... Neo-liberalizmin kadını daha da güvencesiz işlere mahkûm etmesine karşı, kamusal hizmetlerin piyasalaşmasıyla bakım emeği başta olmak üzere ev içi emeğin kadının sırtına yüklenmesine karşı tüm dünyada kadın mücadelelerini görüyoruz. Ben eleştirel bir okuma yapacaksam, sermayenin bu vahşi düzenine karşı yükselen mücadeleleri, işçi mücadelelerini, kadın mücadelelerini, kentlerin ve doğanın yağmasına karşı mücadeleleri birleştiren, yakınlaştıran değil, birbirinden kopartan, uzaklaştıran politik yaklaşımlara, erkek egemenliği ile bütünleşen sermaye iktidarlarına dair eleştirel bir okumayı tercih ederim.

‘KADININ DURUMU DAHA TRAJİK’

Dünyada ve elbette ülkemizde yeni sorunlar var. Göçmenlere yönelik dil, ırkçılık artıyor ve burada kadınlar ayrı yük taşıyor. Taciz, tecavüz, alınır satılır olmak, ucuz emek meselesi kadınlar ölçüsünde çok acı sonuçlar doğuruyor. Yeni Türkiye’yi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Göç ve göçmen emeği meselesi bugün ülkemizde ve dünyada çok ciddi bir gündem ve mücadele başlığı haline gelmiş durumda. Göçmenlerin, gittikleri ülkenin emek piyasasında yaratacakları sonuç, tamamen bir mücadele yaklaşımına bağlı. Göçmenlere yönelik ırkçılık, eşitsizliği ve ayrımcılığı derinleştiriyor, göçmen emeğini değersizleştiriyor ve sonuçta bu emek piyasasının bütününde emeğin değersizleşmesine yol açıyor. Dünyada sendikal mücadelenin tüm deneyimleri göstermiştir ki, göçmen emeğinin emek piyasasına entegrasyonunda eşitliğin sağlanması, sadece göçmen emeğini değil, işçi sınıfının tamamını korumuştur. Kadın göçmenlerin ve çocukların durumu maalesef çok daha trajik. Sadece emek güçlerinin değersizleşmesinden bahsedemiyoruz. Söz ettiğiniz gibi, köleliğin yeniden ortaya çıktığı, insanın sadece emeğinin değil bizzat kendisinin alınıp satıldığı piyasaların oluştuğunu görüyoruz. Bu elbette çok acı.

Hukuk diyeceğim, siz de güleceksiniz. Saray hukukunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Kadınlara yönelik suçlarda ayrıca hoşgörülü (!) davranan mahkemeleri nasıl değerlendiriyorsunuz?

Yeni Türkiye hukukunu nasıl tarif edersiniz? Hukuk sürecini sadece savcının iddianamesi ve mahkemenin gerekçeli kararından ibaret görürsek yanılırız. Aile içinden, sosyal çevre baskısına, feodal ilişkilerden kamunun içindeki hâkim anlayışa kadar sürecin kendisinin kadınların aleyhine olduğunu bilmek lazım. Bu zaten böyleydi. Tarafların tutumu, toplumun ayıplama potansiyeli gibi toplumsal faktörler hukuksal süreçleri kadın açısından en başında adaletsiz kılar. “Saray hukuku” ise tüm bunların üzerine muhalifleri düşman hukuku ile adil bir yargılamaya tabi kılmadan cezalandırmaya çalışıyor.

Kadınların toplumsal hayattaki varlığını ya da aktif varlığını başlı başına muhalif bir tutum olarak gören bu anlayışın “kadına yönelik şiddet” başta olmak üzere her konuda kadınların aleyhine bir hukuk sistemini hâkim kılma çabası içinde olduğu görülüyor. Sokaktaki şiddet, çalışma hayatındaki şiddeti doğuruyor; şiddeti meşrulaştırmaya yönelik iktidar söylemleri, şiddetin alenileşmesine yol açıyor. Kadına yönelik şiddete dair davalarda kararların ertelenme eğiliminde ise artış var. İndirim uygulanan davalarda en sık tekrarlanan cezasızlık ise indirimi, oluyor. İyi hal indirimi şiddeti teşvik edecek boyutlara ulaşmış durumda. “Yeni Türkiye” kadına yönelik şiddetle mücadele konusunda başarısızlığını sürdürüyor.

Kimliklerin öne çıktığı bir süreci yaşıyoruz. İşçi sınıfı sürekli tartışma dışında kalıyor. Sendikal hareket bunca güç yitirmişken yeniden bir tarif gereksinimi var mı?

Hâlâ kadın işçi, erkek işçiye göre artı bir haksızlık yaşıyorsa, buradan yeni okuma yapmak mümkün mü? Sondan başlarsak, mümkün ve gerekli. Evet kadınlar daha az ücret alıyor, daha az sendikalı, daha güvencesiz çalışıyor, çalışma hayatında mobbingten tacize birçok sorunla daha fazla karşı karşıya kalıyor. DİSKAR’ın Türkiye’de Kadın İşçi Gerçeği araştırması, kadınların çalışma hayatından memnun olmama gerekçesi olarak düşük ücret, uzun çalışma saatleri ve fazla mesai olduğunu açıkladı. Bu özel sorunları özel bir mücadele alanı olarak örgütleme sorumluluğumuz ortadadır. İşçi sınıfı mücadelesinin gücünü yitirmesinin sebebi olarak kadınların, kent ve doğa savunucularının ya da diğer ezilen toplumsal kesimlerin mücadelelerinin yükselmesini gösteren yaklaşımları sorunlu buluyorum. Tersine bunların tamamının neo-liberalizme karşı sınıf mücadelesinin çeşitli görünme biçimleri olduğunu, sınıfın hiçbir zaman katmansız, tek biçimli, homojen olmadığını vurgulayabiliriz. Kapitalizmin krizine karşı geliştirilen neo-liberal toplum tasarımı, nicel olarak hızla büyüyen işçi sınıfını toplumsal, politik bir aktör olmaktan çıkarmayı hedefliyordu ve 1970’lerin sonlarında başlayan bu örgütsüzleştirme, sendikasızlaştırma saldırısına karşı, dünyada da Türkiye’de de ciddi bir direnç geliştirilemediği, bu politikaları tersine çevirecek bir politika geliştiremediğimiz açık. Ancak sınıf mücadelesinin kendi kanallarını açarak yeni bir kuruluş sürecinden geçtiği de ortada. Bu noktada aslında sınıf mücadelesinin bütününün tüm bu yeni zengin kanalları da içerecek biçimde yeniden kurulması gerektiği ve önceki döneme ait örgütlenme araçlarının ve yöntemlerinin bugünü karşılamakta tek başına yeterli olamadığı da ortada. Sendikalarımızdan siyasi partilere kadar, eski yapılarıyla tam da bu bakımdan yeterli olamadığı ve bir yenilenmeye ihtiyaç olduğu ve bu yenilenme ihtiyacını hayatın zorladığı da ortada. Çalışma yaşamına daha eşitsiz biçimde eklemlenen yeni işçi kitlelerinin, özellikle kimlikleri, yaşları, cinsiyetleri, inançları, memleketleri vs. nedeniyle daha eşitsiz koşullarda çalışma ve yaşam mücadelesi verdiklerini de görüyoruz. Bu noktada sendikal hareketin içinden biri olarak eleştiriden çok özeleştirel bir değerlendirme yapmayı daha doğru buluyorum. n

Aşırı milliyetçi, dinci siyasal dil, kadınları doğrudan hedefe koymakta. Kadın cinayetleri örneğinde olduğu gibi, kadını eve, aileye iten anlayışa karşı nasıl bir mücadele öneriyorsunuz?

Aslında yükselen kadın düşmanlığını, özünde kadının özgürleşme eğilimine karşı bir reaksiyon olarak görüyorum. Kadınlar eskisinden daha fazla çalışma yaşamına, toplumsal yaşama, sendikalara, siyasete girmek için ciddi adımlar atıyorlar. Örgütlü adımlar atıyorlar. Baskının en yoğun olduğu ortamda sokaklara çıkıyorlar, meydanları özgürleştiriyorlar. İşçi direnişlerinin en önünde yer alıyorlar. Egemenlerin bunu bir tehdit olarak algıladığı ortada ve açık söylemek gerekirse bu adaletsiz, baskıcı sömürü düzenine karşı bunun ciddi ve umut verici bir tehdit olduğunu kabul etmek gerekiyor.

YARIN: Selda Bağcan


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon