Ölümü beklerken

‘Paddleton’ adlı film, kansere yakalanan ama ölümünü kendi ellerine almaya karar veren bir adamla, onu bu yolda yalnız bırakmamaya kararlı arkadaşının hikâyesini anlatıyor.

Yayınlanma: 04.03.2019 - 23:42
Abone Ol google-news

Artık çoktan terk edilmiş eski bir açık hava sinemasının (hani şu otomobillerle gidilip de film izlenen) işlevini yitirmiş devasa tahtadan ekranını kendi icat ettikleri Paddleton adlı oyun için kullanan iki orta yaşlı adamın ellerinde raketlerle topa vurarak koşturdukları sahnenin akla Netflix’e dair şu sıralar yeniden alevlenen “stream siteler sinemayı öldürüyor mu” tartışmasını getirmesi bilinçli bir tercihin ürünü mü yoksa basit ve ironik bir tesadüf mü? Bunu bilemiyorum elbette ve üstelik “Paddleton”ın ana meselesi bir gösteri(m) mekânı olarak sinemanın ölümü değil. Ölüm önemli bir rolde gerçi ama bambaşka bir bağlamda ve aslında özgün bir bakış açısıyla ele alınmış bir şekilde. İşin aslı şu ki, ölümle yüzleşmeyi bilmiyoruz. Sevdiklerimizin, yakınlarımızın ölümleriyle, nihayet kendi ölümümüzle, genel olarak ölümün kendisiyle... Yüzleşmeyi de bilmiyoruz, baş etmeyi de. İşte “Paddleton”ın ana meselesi bu. Terminal evrede kanser hastası olduğunu öğrenen arkadaşının kendi hayatını kendi elleriyle sonlandırmak istemesi üzerine eli ayağına dolanan Andy’nin (Ray Romano) yaşadıklarını izledikçe ölüme daha doğrusu ölmeye dair ne kadar az şey düşündüğünü fark ediyor insan. Böylesi daha doğal ve normal olan da bu belki ama binlerce yıldır yaşama anlam katma çabasındaki insanoğlunun sanat, felsefe ve hatta bilimle aslında bir yerde ölüme de anlam katmaya çalıştığını düşünürseniz ne tuhaf bir manzaraya baktığınızı da biraz olsun anlarsınız sanki. Dökük bir binada altlı üstlü oturan, birlikte kendi yaptıkları (bazen de yaktıkları) pizzaları yerken eski bir kanepede oturup Kung-Fu filmleri izleyen Andy ve Michael’ın hikâyesi akla biraz “Godot’yu Beklerken”i de getirmiyor değil doğrusu. Bilenler bilir, Samuel Beckett’in yazdığı ve 20. yüzyıl tiyatrosunun en önemli birkaç eserinden biri olan bu oyun ilk kez sahnelendiği 1953 yılından bu yana tartışılmış, hayranlık ve öfkeyle karşılanmıştır. Vladimir ve Estragon’un beklediği ama bir türlü gelmeyen Godot birçoklarınca aslında hayatın anlamını temsil eden bir “şey”dir ve Beckett’in bu “Hayatın bir anlamı falan yoktur aslında” manasına gelen önermesine çok sayıda ve farklı yanıtlar da verilmiştir. Kansere yakalanmış bir adamın arkadaşıyla birlikte ölüme giden yolda yaşadıkları da pekala Beckett’in ölümsüz oyununa verilen yeni bir yanıt olarak düşünülebilir.

Bir Yol filmi
Üstelik bu sefer hayata değil de ölüme anlam bulmaya çalışan bir yanıt. Andy ve Michael’ın (Mark Duplass) bir yanıyla bir yol filmini de içinde barındıran mizahla örülü hikâyelerinde aslan payı başrolleri üstlenen iki oyuncuya ait. Filmin yönetmeni Alex Lehmann’ın yakın planlarla sıcak bir üslup tutturduğu ama aşırı duygusallığa da izin vermediği filmde Romano ve Duplass’ın alabildiğine dengeli, dibine kadar ekonomik oyunculukları “Paddleton”ın en büyük artısı. Özellikle Ray Romano’nun kariyerinin en ustalıklı performanslarından birini sunduğunu söylemek çok yanlış olmaz. Ölmekte olan arkadaşına üzülürken de, duygularına hâkim olmaya çalışırken de (jakuzideki o müthiş an!), işyerindeki genç kadın ona göstermelik bir ilgi gösterdiğinde bunu sineye çektiğinde de hep aynı şaşırtıcı alttan alan oyunculuğu sergileyen Romano olmadık anlarda da komedi silahını ustalıkla çıkarmasını biliyor (tıpkı kredi kartı çalışmadığında öfkelendiği sahnede olduğu gibi).
İlk gösterimini Sundance’te yapan yeni Netflix filmi “Paddleton”ı ölüme dair zekice bir komedi, bir “buddy” filmi (yeni moda tabirle “bromance”), ya da bir yol filmi gibi izlemek mümkün, ama her halükârda sinemanın asal işlevlerinden birine, insana dair gözlemlere, tespit ve önermelere yakalanacağınız kesin. İşin güzelliği de burada işte.


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler