Nurdan Gürbilek'le yeni kitabı 'Sessizin Payı' üzerine

Nurdan Gürbilek'in yeni kitabı 'Sessizin Payı', kavramlara ve olaylara edebiyatın içinden bakan denemelerini bir araya getiriyor.

Nurdan Gürbilek'le yeni kitabı 'Sessizin Payı' üzerine
Abone Ol google-news
Yayınlanma: 09.03.2015 - 13:38

Nurdan Gürbilek'ten "Sessizin Payı"

"Edebiyatın farkı bazı şeylerin teselli edilemeyeceğini unutmamasıdır" 

Edebiyatımızın eleştiri damarının güçlü isimlerinden Nurdan Gürbilek'in yeni kitabı "Sessizin Payı" henüz yayımlandı. Gürbilek kitabında, kavramlara ve olaylara edebiyatın içinden bakan denemelerini bir araya getiriyor. Dostoyevski'de adalet, Tosltoy'da vicdan, Orhan Kemal'de merhamet, Coetzee'de utanç, Peyami Safa'da ise kutuplaşma izleklerinin peşinden gidiyor. Gürbilek'in dilinde önemli yer tutan soruları, bu kez güne ve yakın geçmişe çapa atıyor. Gürbilek'le yeni kitabını konuştuk.

-Yazdıklarınızı "deneme" adı altına topluyorsunuz. Ancak ciddi bir inceleme ve eleştiri süzgeci de barındırıyorlar. Siz nerede görüyorsunuz kaleminizden çıkanları ya da illa ki bir yerde görmek gerekir mi?
-Bu ayrımların bir açıklayıcılığı var tabii, ama türler arasındaki sınır ihlallerinden kimseye zarar gelmez. Hatta yararı da olur. Denemeyi gevşeklikten, incelemeyi katılıktan kurtarır. Ama illa bir şey demek gerekiyorsa yazdıklarıma, “deneme” demeyi tercih ederim ben. Çünkü özellikle edebiyattan söz ediyorsak, daha işin başında konuyla teması yitirmemek için bir üslup kaygısı girmesi gerekir devreye. Ama üslup derken güzel cümleler kurmaktan değil, konunun gerektirdiği bir biçimsel zorunluluktan söz ediyorum. Bir de tabii bütün kavramsal iskelesine rağmen kavramlara kuşkuyla yaklaşır deneme. Bir kavramlar ortamında hareket etmesine rağmen ele aldığı konuyu kendi üzerinde bıraktığı izlerden yola çıkarak kavramaya çalışır denemeci. Başka yazarlar üzerine yazarken kendisinin de yazıyor olduğu gerçeğini unutmamaya çalışır.

-Deneme değil belki ama eleştiri, edebiyatımız adına güdük kalmış ya da bir şekilde halkanın dışına itilmiş bir verim. Bunun nedenleri neler sizce?
-Eskiden başka nedenleri vardı, şimdi başka nedenleri var. Şimdiki nedeni hepimiz biliyoruz. Eleştiri vakit isteyen, bir ruhsal yatırım isteyen, bağımsızlık gerektiren bir şey. Kitapların zevkle okunup zevkle değerlendirilmesi. Oysa öyle bir vakit yok şimdi, tanıtılması gereken kitaplar var, o kitabı tanıtıp ötekine yetişmek gerekiyor vs. Ama ben yine de “neden eleştiri yok” diye yakınmaktansa, var olan örnekleri neden konuşmuyoruz diye sormaktan yanayım. Sayıları az olabilir, ama okuduğumuz iyi örnekler de var.

"BİR YAZARIN İÇİNDEKİ FARKLI SESLERİ KONUŞTURMAYI ÖNEMSİYORUM"

-Yeni kitap Sessizin Payı'na gelelim. Sessizin Payı, kavramsal ve fikirsel olarak birbirini tetikleyen denemelerden/incelemelerden doğmuş. Bu denemeleri aynı kitap çatısı altında birleştiren ilmekler neler?
-Bir plana sadık kalarak yazılmış yazılar değil bunlar. Ama birbirinin peşi sıra yazıldıkları için ister istemez birbiriyle konuşan, birbirinin eksiğine yerleşen yazılar. Onları aynı kitapta bir araya getiren, daha çok izledikleri yöntem oldu. Edebiyatla dışarıdaki hayat arasında gidip gelmeleri, edebiyattan dışarıya, dışarıdan edebiyata bakıyor olmaları. Bir yanıyla edebiyat okumaları bunlar, ama diğer yandan bir olaya da bakıyorlar. Bir bakıma iki ayrı yazıyı iç içe ilerletmeye çalışıyorlar. Aslında okuma sürecinde bu hep vardır. Bir kitap okuyorsunuzdur, o sırada bir olay olur, siz o olaya o kitabın etkisiyle bakarsınız. Ya da tersine, o kitaba o olayın ışığında bakıp daha önce görmediğiniz bir şeyi görürsünüz. Ama tabii riskleri de olan bir şey bu. İkisinin de hakkını vermek, birini diğerinin kenar süsüne dönüştürmemek gerekiyor. Ben de bu okumalarda ne edebiyatın ne de edebiyat-dışının hakkını yememişimdir umarım...

-Metinleri, yazarları ve olayları birbirleriyle konuşturma uğraşı var yazdıklarınızda. Peki siz nasıl konuşuyorsunuz bir metinle, yazarla ya da olayla? Öncelikleriniz ya da dikkatle üzerine durduğunuz noktalar nelerdir?
-Benim daha çok önemsediğim, bir yazarın içindeki farklı sesleri konuşturmak sanırım. İlk okunuşta duyulmayan sesleri duymak. Ama bazen de bir yapıtı daha fazla konuşturabilmek için onu başka yapıtlarla karşı karşıya bırakmak gerekir. Farklı yerlerden tanıdığımız arkadaşlarımızı tanıştırdığımızda birbirlerine ne söyleyeceklerini merak ederiz ya, onun gibi bir şey. Birbirinden habersiz iki metin karşı karşıya gelirse nasıl bir konuşma ortaya çıkar? Ama cevabını baştan bildiğimiz bir karşılaştırmalı edebiyat sorusu değil bu. Daha gerilimli bir şey. Ya da bir metin şu olay karşısında ne düşünür? Ya da o olaya nasıl bir ışık düşürür? Tabii bizim kendi sesimiz de karışır o konuşmaya, içimizdeki farklı sesleri de daha iyi tanırız, ama eğer sadece bizim sesimiz duyuluyorsa orada, başarılı olamamışız demektir. Yapıt susar; biz de elimiz boş döneriz geldiğimiz yere.

-Yazı dilinizde de soruların önemi yadsınamaz zaten. Bir anlamda kendinizi ve okurunuzu sorular sorarak metne bağlayıp ilerliyorsunuz. Sessiz'in Payı'nda da öyle ancak bu kitapta, üzerine yazdığınız metinler paralelinde sorulan sorular, biraz güne ve gündeme çapa atmak için... Çünkü böylelikle darbecilerin yargılanmasına, Roboski'ye, sokaktaki çocuklara, Kazlıçeşme'ye ya da Gezi'ye geliyoruz. Ne dersiniz?
-O sorular benim yazıya başlarken kendime sorduğum sorular zaten. Cevabını biraz sezdiğim, ama üzerinde daha fazla düşünmek istediğim sorular. Yani sırf okura değil, kendime de sorduğum sorular. Mesela 12 Eylül davası sırasında Kenan Evren’in söylediği bir şey vardı: “Biz ihtilal yaptık, ihtilale teşebbüs etmedik.” Burada bir soru gizli aslında. Nazi görevlisi Adolf Eichmann da Kudüs’te yargılanırken şöyle demişti: “Başarırsanız madalyalara boğulursunuz, başaramazsanız darağacını boylarsınız.” Ama bu cümlelerin sorusunu yüzelli yıl önce Suç ve Ceza’da Dostoyevski zaten sormuştu. Raskolnikov şöyle der: “Eğer başarsaydım sevinçle taçlandırılacaktım, şimdi hapishaneyi boyluyorum”. Sorusu da şuydu: “Neden Napolyon kan dökünce suçlu olmuyor da ben suçlu oluyorum?” Ben bütün bu soruları bir araya getirdim, biraz daha vurgulayarak sordum sadece.

"RASKOLNİKOV BİR ÖRNEK, HATTA BİR İLHAM KAYNAĞI"

-Raskolnikov'un adını anmışken... Kitabın açılış incelemesi "Suç ve Ceza"; Dostoyevski'nin Raskolnikov'unu, "şeytanın avukatı" Verges'i, Nazi Eichmann'ı ve Kenan Evren'i bir araya getiriyor. Buradan yola çıkarak tarih ve siyasetin, edebiyatı okumada ve yorumlamada, sizin ne kadar yanınızda olduğunu sorsam...
-O yazıyı yazdığım sırada sanki 12 Eylül’ün haksızlıklarının üzerine gidilecekmiş gibi bir hava estirilmişti. Öyle olmadı. O sırada Vergès henüz hayattaydı. Onun gibi bir avukat çıkıp Kenan Evren’i savunsa, suçu sıkıştırıldığı dar alanın dışına çıkarsa, yargılayanların da adaletini konuşabileceğimiz bir zemine doğru sürüklese nasıl bir yankısı olurdu diye düşünmüştüm. Yalnızca yargılananın suçunu değil, yargılayanların da adaletini sorguladığı bir “kopuş stratejisi”ni savunur Vergès. Savunma Saldırıyor adlı kitabı 80’lerin sonunda yayımlanmıştı. Edebiyattaki ünlü kopuş davaları da vardır o kitapta. Raskolnikov da bir örnek, hatta bir ilham kaynağı olarak vardır orada. Kenan Evren, Vergés ve Raskolnikov böyle bir araya geldi aslında. Evet, bugünün ışığında bir Suç ve Ceza okuması, ama aynı zamanda Suç ve Ceza’nın soruları ışığında bugüne bakma çabası.

-Peki, Raskolnikov'un, bugünün Türkiyesi'ne yollayacağı soru ne olurdu sizce?
-İki sorusu vardır Raskolnikov’un. Birincisi, yasanın ardındaki şiddeti sorgulayan cümle: Neden yasa koyucular kan dökünce suçlu olmuyor da ben suçlu oluyorum? Neden Napolyon değil de ben? Yasa koyucular başarılı oldukları için haklı, ben başarısız olduğum için mi haksızım? İkincisi, kan döktükten sonra sorduğu soru: Kendi yasamı kendim yapacağım diye kan dökmeye hakkım var mı? Bu iki sorunun çarpışmasıyla ilerler Suç ve Ceza.

"BAZEN EDEBİYAT OLAYLARA IŞIK DÜŞÜRÜR, AMA BEZEN DE TERSİ OLUR"

-Güne atılan çapalardan öne çıkanlarından biri de Peyami Safa'nın Fatih Harbiye'si üzerinden
yazdığınız "Büyük Yarılma". Safa'nın simgeleri Fatih ve Harbiye, bugünden bakarsak nasıl bir kutuplaşmayı ifade ediyor?
-Benim yaptığım sosyolojik bir okuma değil. Daha çok kültürel yarılmalarla ideolojik kurguların nasıl iç içe geçtiğine dair bir okuma.
Gezi sırasında medya yorumcuları Taksim Gezi Parkı'yla Fatih Saraçhane Parkı'nın karşıtlığını vurgulamıştı durmadan. İktidar sözcüleri de Gezi’yi başlangıçta bir “Nişantaşı tepkisi”ne doğru daraltmaya çalışmıştı. Gezi’nin kültürel kutuplaşmaları aşan, kültürel eşikleri ihlal eden yanları özellikle görmezden gelindi. O sırada bir dergide kendisini “anti-kapitalist Müslüman” olarak nitelendiren biriyle yapılmış bir söyleşi okumuştum. 1 Mayıs 2012’de Fatih’ten Taksim’e, 1 Mayıs alanına uzanan korteji Peyami Safa’nın Fatih-Harbiye’sinin yapısökümü olarak nitelendiriyordu. Ben o düşünceyi ilerletmeye çalıştım. Bazen edebiyat olaylara ışık düşürür, ama bezen de tersi olur. Biz seksen yıl öncesine dönüp Fatih-Harbiye’yi bugünün ışığında parçalarına ayırmak zorunda kalırız. Kültürel kutuplaşmanın neye ışık düşürdüğü kadar neyi görünmez kıldığını da tartışmak zorunda kalırız.

-"Bir yer değiştirme hikâyesi, bir başkası olma hikâyesi olarak başlar Fatih Harbiye," diyorsunuz. Peki Safa'nın romanı, bugünkü yer değiştirmeleri açıklamak için yeterli nüve verir mi bize?
-Tabii ki vermez. Bunun için başka şeyleri de konuşmak gerekir. Ama kültürel kutuplaşmanın nasıl başka şeyleri, ekonomik çıkarı ya da güç mücadelesini görünmez kılan bir iktidar stratejisine dönüştüğünü görmek açısından bir fikir verir. Beni Fatih-Harbiye’de daha çok ilgilendiren, Peyami Safa’nın bir romancı olarak anlatmaya başladığı hikâyeye romanın sonunda bir ideolog olarak nasıl el koyduğuydu. Bu bize Fatih-Harbiye yarılmasının yeni versiyonları hakkında da bazı ipuçları verir. Kültürel kutuplaşmanın yalnızca ampirik bir veri olmadığını, aynı zamanda
başka şeyleri örten bir ideolojik kurgu olarak nasıl yönetildiğini de görmemizi sağlar.

"KONUŞANLAR SESSİZLERİN HİKÂYESİNİ ANLATAMAZ"

-Sessizin Payı'nda bir de zihin açan Orhan Kemal incelemesi okuyoruz. Orhan Kemal tipleri bugüne nasıl adapte oldu sizce? Ya da olabildi mi?
-1950’lerde sokak çocuklarını, işçi çocukları, yoksul çocukları anlatan iki yazar vardı. Biri, Kemalettin Tuğcu. Diğeri, aslında ondan da önce Orhan Kemal. Aynı yıllarda yazıyorlardı, ama bugüne işaret eden Orhan Kemal’di. Bir de Orhan Kemal’e daha çok “merhamet” perspektifinden baktık biz. Merhametli bir yazar olduğundan, iyi kalpli yoksulları anlattığından söz ettik. Ben o yazıda “merhamet” kavramına da daha yakından bakmak istedim. Orhan Kemal’de olduğunu söylediğimiz şey merhamet mi gerçekten? Bir de tabii ekmek kavgasıyla haysiyet mücadelesi arasındaki gerilim üzerine kuruludur Orhan Kemal’in hikâyeleri. Tuğcu’nun “yoksul ama haysiyetli”sindeki teselliyi ortadan kaldıran, haysiyetin neden hep yoksula yakıştırıldığını soran bir yazar Orhan Kemal..

-Yanlış Hayat" ve Tolstoy'a gelelim. Sizce Tolstoy yanlış bir hayat yaşadığı için mi yazabildi? Onu besleyen, yer altında kendince bir yaşam süren ikizi miydi?
-Tolstoy hayatında yanlış olarak gördüğü şeyi doğruya çevirebilmek için yalnızca malikânesini değil, yazdığı büyük romanları da arkasında bırakmıştı. Ama o yazı vicdan üzerine bir tartışma aslında. “Vicdan” sözcüğünü son zamanlarda sanki bütün kapıları açan sihirli bir anahtarmış gibi kullanıyoruz. Ama vicdanı Tolstoy’la konuşmayacağız da kiminle konuşacağız? Ama diğer uçta da Adorno’nun Minima Moralia’daki o keskin cümlesi var: “Yanlış hayat, doğru yaşanamaz.”

-Onlar üzerinde konuşmasanız da konu dönüp dolaşıp Dostoyevski'ye, Oğuz Atay'a, Ahmet Hamdi Tanpınar'a, Payami Safa'ya, Cemil Meriç'e geliyor. Bu yazarlarda her seferinde farklı çıkış noktaları yakalıyorsunuz. Bu yazarlar neden bu kadar kıymetli sizin için ve elbette ki bizim için?
-Ben bu yazarlarla konuşarak, bazılarıyla tartışarak yazmaya başladım. Zamanla içimdeki farklı seslere dönüştüler. Ara ara onları yoklamamın bir nedeni o galiba. Bir de bir yazıda eksik bıraktığım bir tartışmayı diğerinde tamamlama çabasıdır herhalde. Ama sizin sözünü ettiğiniz yazarlar daha çok son kitaplarda var. Daha öncekilerde Bilge Karasu, Yusuf Atılgan, Vüs’at O. Bener, Leylâ Erbil da vardı. Hâlâ da varlar. Bu kitapta da yeni sesler eklendi. Orhan Kemal, Tolstoy, J.M.Coetzee, Jean Améry...

-Şöyle diyorsunuz: "Yazarlar konuşmayanlar için de konuştuklarına inanmak ister." Sessizin Payı'nda sizin de yapmaya çalıştığınızın edebiyat eserlerinde bir şekilde sessiz kalmış olanlara ses vermeye çalışmak mı? Ya da yine sizden alıntıyla: "Sesini yitirmişlerin bu dünyadaki yankısı olabilir mi edebiyat?"
-J. M. Coetzee’nin sorusudur bu: Sesini yitirmişlerin yankısı olabilir mi edebiyat? Yazarlar öyle olduğuna inanmak ister, ama naif-iyimser bakışı arkasında bırakarak ilerler Coetzee. Bir telafi çabası vardır romanlarında, ama telafi çabasına nasıl karanlık içeriklerin sızdığını anlatan romanlardır aynı zamanda bunlar. Telafi çabası daha baştan bir açmaza doğmuştur Coetzee’de. Konuşanlar sessizlerin hikâyesini anlatamaz, çünkü bu onların hikâyesi değildir. Ama sessizler de kendi hikâyelerini anlatamaz, çünkü onlara yapılan şey konuşma yeteneklerini de alıp götürmüştür. Bu açmazı görmezden gelen bir teselli edebiyatı değil Coetzee’ninki. Edebiyatın bir gücü varsa eğer, bu sessizlerin sesi olduğu tesellisinden değil, belki de hiçbir zaman teselli edemeyeceği duygusundan gelir. Bazı şeylerin telafi edilemeyeceğini hiç olmazsa yazarken kaydetmesinden. O boşluğa hiç olmazsa yazıda el koymamasından..

erayak@cumhuriyet.com.tr

Sessizin Payı/ Nurdan Gürbilek/ Metis Yayıncılık/ 152 s.

 

 

 

 

 

 

 

 


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler