Murat Gülsoy'un yeni romanı "Yalnızlar İçin Çok Özel Bir Hizmet"
Yaşam, yalnızlık, yazı ve ölümün iç içe geçtiği bir dünyada karşılaşıyor Murat Gülsoy, yeni romanı "Yalnızlar İçin Çok Özel Bir Hizmet"te okurlarını.
Murat Gülsoy'dan "Yalnızlar İçin Çok Özel Bir Hizmet"
'Olağanüstü karakterlere inanmıyorum'
- Yalnızlar İçin Çok Özel Bir Hizmet'e bir bilimkurgu romanı diyebilir miyiz? Her ne kadar tam anlamıyla bir gelecek tasavvuru olmasa ve bambaşka konuların altını çizmek isteseniz de; romanda anlattıklarınız bilimkurgu temelinde şekilleniyor. Ne dersiniz?
- Ben bilimkurgu romanı diyemem. Bilimkurgu kendine özgü bir tür. Bilimkurgunun ve fantastik edebiyatın insanın hayalini kışkırtan bir yönü var. Bunu seviyorum. Yalnızlar İçin Çok Özel Bir Hizmet fantastik veya bilimkurgusal unsurlar içeriyor ama bir yandan da 2015 yılının yaz aylarında İstanbul’da gerçekçi bir atmosferde geçiyor. Metinlerarası ve türler arası geçişlerin günümüz ruh durumunu araştırmak için verimli bir yol olduğuna inanıyorum. Daha önce yazdıklarımda da var olan bu eğilim, Yalnızlar İçin Çok Özel Bir Hizmet kitabımda bir adım daha ileri gidiyor. Aslında çok daha ötesine geçmeyi de arzu ediyorum. Çünkü yaratıcılığın bu tür sınır ihlallerinde kendini ortaya koyduğuna inanıyorum.
- Murat Gülsoy için nasıldı peki böyle bir metni şekillendirmek? Ve bence daha da önemlisi böyle bir metin içinde yalnızlığı anlatmak...
- Ben roman yazma sürecini bir yaratma ve kayıt altına alma deneyimi olarak yaşıyorum. Bir yandan var olmayan bir karakterin yaşamını ve içinde yaşadığı dünyayı kuruyorsunuz, bir yandan da yazarken, çevrenizde yaşam akıp gidiyor, birçok şey oluyor. Roman yazmak kapanmak, yoğunlaşmak, kendinizi o kurmaca dünyaya adamak anlamına geliyor. Ancak dış dünyada olup bitenler de üzerinizde bir baskı yaratıyor. Bu baskıya direnerek yazmak bir gerilim oluşturuyor. Sanırım bu gerilimle romanın yapısı parçalanıyor. Yalnızlar İçin Çok Özel Bir Hizmet bu türden bir parçalanmayı içeriyor. Yalnızlık çok temel bir mesele, var oluşa dair birçok temel konuyla yüz yüze gelmemize neden oluyor. Romanımın kahramanı bu meseleyle başa çıkabilmek için ölüleri içine alıyor. Bu noktadan sonra yalnızlık daha karmaşık bir hal alıyor.
"YALNIZLIK EN TEMEL KORKULARDAN BİRİ"
- Kitap, Borges'e yazılmış bir mektupla açılıyor; içinden Tanpınar'ın geçtiği... Nedir Borges ve Tanpınar'ı sizde bu kadar özel kılan? Ya da bu roman için neden önemliler? Roman, temelinde zihinlerin birbirinde var olmasıyla ilgili. Zihinlerin birbiriyle konuşmasıyla... Borges ve Tanpınar'a da bu bağlamda mı yaklaşmak istediniz? Onların zihinlerinin birbiriyle konuştuğu noktalar neler? Merak ediyorum...
- Borges de Tanpınar da etkilendiğim yazarlar. Onlarla hesaplaşarak başlıyor roman. Tabii bu bir önsöz metni, okur isterse bu bölümü atlayıp doğrudan romana girebilir. Ama bu Borges’e mektup olarak yazılmış bölümü okuduktan sonra başka bir gözle okuyacaktır romanı. Neden Borges ve Tanpınar? Benim için ikisi de edebiyatın insanda bedenlenmiş halleri. İkisinin de edebiyatla, kurmacayla, kurmacanın metafiziğiyle, kültürel farkların gerilimi ile meseleleri var. Kitabın yazarı olan bir sesle yazılmış olan bu mektupta Borges’le Tanpınar karşı karşıya getiriliyor. Her iki yazarın da temalarıyla çok yoğun bağlantılar var romanda. Tüm bu bağlar, roman bittikten sonra sonsöz başlığı altında verilen öyküdeki ve eklerinde başka bir boyuta geçiyor. Nerval iki yazarı da birbirine bağlayan başka bir yazar bence. Tabii tüm bunların benimle ya da romanın “kurgusal yazarı” ile ne gibi bağlantıları olduğu da kitabım müstakbel okurları için araştırılması gereken bir muamma.
- Kahramanımıza gelelim: Mirat Alsan. İsminden başlamak istiyorum. Anlamı; ayna. Ne yansıtmak istiyorsunuz onunla? Sadece bir isim sembolizasyonu olmasa gerek...
- Doğrusunu isterseniz, bu tür söyleşilerde benim en çok zorlandığım böyle sorular oluyor. Yazarı, yazdığını analiz etmeye yönelten hatta zorlayan sorular... Romana bir unsurun girmesi, bu kahramanın ismindeki sembolizm de olabilir, konunun ya da olay örgüsünün kendisi ile de olabilir, dolayısıyla tek bir nedene bağlanamaz. Bazen insan -yani yazar- boş bulunup bir neden söylese de bu bir indirgeme olur. Mirat, evet ayna demek. Ama aynı zamanda benim adıma çok benziyor. Bir taraftan da daha önceki romanımda (Gölgeler ve Hayaller Şehrinde) değindiğim bir konu vardı; II. Abdülhamid döneminde Murat adının iktidar nezdinde şaibeli olması nedeniyle kimi insanların Murat yerine Mirat adını kullanması gibi. Adı Mirat Alsan, ama çoğu zaman insanlar yanlışlıkla Murat Aslan diye yazıyorlar, yanlış yazılan ismin sahibi olan kahramanım kimliğinin, kişiliğinin, varlığının belirsizleştiğini, sınırlarının eridiğini hissediyor. Ben var mıyım? Bu soruyu sormaktan kaçınan ama sorulmamış sorunun tüm ağırlığını hisseden bir karakter.
- Mirat'tan devam edersek; nasıl bir sancı çekiyor bu hayatta? Nasıl bir sancı ki bu JANUS'a başvurarak ölüleri içinde yaşatmaya karar veriyor? Mirat'ın duyduğu yalnızlık hissi bu kararını açıklamaya yeter mi? Ya da aynı şekilde emekliliğin verdiği işe yaramazlık hissi...
- Olağanüstü karakterlere inanmıyorum. Daha doğrusu, yakından baktığımızda herkes ve her şey olağanüstü görünür. Yeterince üzerinde çalıştığımızda her şey ilginç hale gelir. Mirat’ın yalnızlığı kendisinin üzerine çok düşünmüş olduğu, kronikleşmiş bir durum değil. Aniden ortaya çıkan sarsıcı bir olay. İnsan bazen yalnızlıktan öyle şeyler yapar ki... Çünkü yalnızlık en temel korkulardan biri. İnsana özgü bir hal. Hem sürünün sıcaklığını özler hem de sürüden ayrı, tek başına bir varlık olmayı ister. Bu nedenle yalnızlık insanın bir karakter haline gelebilmesinde kilit olgulardan biri.
"KABUĞUMUZU KENDİ İSTEĞİMİZLE ÖRERİZ"
- Mirat'ın yaşadıklarını anlatacak en iyi benzetme sizin de söylediğiniz gibi "kabuğunu kaybetmek" olur. Hemfikirim. Peki nasıl bir kabuktu Mirat'ın sahip olduğu? Renksiz ve Mirat'ı son derece yalnız hissettirmesine rağmen onu nasıl koruyordu? Bir çelişki yok mu?
- Bizi saran kabuklar bizi hem korur hem de boğar. Hem hayatta kalmamızı sağlar hem de yalnızlığa mahkum eder. Güvenlikli sitelerin steril sahteliği gibi... Hayatın dışarıda bir yerde olduğunu bilir içinde yaşayanlar. Orada, tekinsiz olanın dünyasında hakiki bir şeyler yaşanmaktadır ve siz güvenli kabuğunuzun içinde onlardan uzak çürümektesinizdir. Kabuğu kendi isteğimizle öreriz. Koyduğumuz her tuğla bizi başkalarından korur ve uzaklaştırır. Başkaları tehlikelidir, bizi örselerler ama aynı zamanda başkaları çekicidir, baştan çıkarıcıdır, hayat onlardadır. Dolayısıyla kabuk sağlamsa bu gerilim insanı yiyip bitirir. Her geçen dakika hayatınızı çalar. Kabuğunuzun içinde öfkeyi biriktirirsiniz, arının bal yapması gibi doğal bir şekilde sizden sızan mutsuzluğun yavaş yavaş o kozanın içini doldurduğunu görürsünüz. Bir şeyler yapmak gerekir. Bazen hata yapmak tek seçenektir. Kabuğu kırmak, dışarı çıkmak gerekir. Genç yaşta emekli olmak Mirat’ın bu kabuğu kırmak için attığı ilk ve en önemli adım aslında.
- Mirat'ın ülkesi olarak görürsek zihnini, neden topraklarının fethedilmesine izin veriyor? Dahası bunu neden istiyor?
- Herkes aslında bir gün birileri tarafından fethedilmek ister. Tüm o gizli dünyamızın, en içimizde biriktirdiklerimizin görülmesini isteriz. Aslında sanatçının temel motivasyonu da buradan beslenir: Mahrem olanın açığa çıkma arzusu. İçimizde, en derinimizde var olanın görülmesini istememizin en büyük nedeni o şeylerin varlığını teyit etme ihtiyacıdır. Çünkü içimizde büyük bir boşluk olduğu kuşkusu birileri tarafından ele geçirilmekten daha korkunçtur. Fethedilelim, hiç değilse fethedilmeye değer olduğumuzu hissederiz.
- Bu fetihten sonra bedeni ve zihni kaybetme başlıyor. Yeni bir yaşamdan çok yeni bir ölüm gibi. Nasıl bir ölüm bu? "Ben olmayan bir ben nasıl yaşar?" sorusunun da cevabı olur mu bu soru?
- Bence iki türlü de düşünülebilir. Mirat gerçekten kaybediyor mu? Bundan emin değilim. Bu tecrübeyi yaşamış olması onu değiştiriyor, sınırlarını inceltiyor, onu hırpalıyor ama bence ilk halinden çok daha iyi bir konuma getiriyor. Ben olmayan bir ben nasıl yaşar sorusu çok ilginç. Ben olmak ne demek? Ben kaç kişinin toplamıdır? Ben sandığım aslında nedir? “Ben sabit, kaya gibi sağlam bir karakter olmalı” derken aslında bir hayalden bahsediyoruz. Ben hiçbir zaman tek bir unsurdan oluşmaz. “Baba”nın varlığında cisimlenen iktidarın bizde görmek istediği sınırlı yaratık olmaya bir dirençtir benliğini sorgulamak, hatalar yapmak, doğrudan sapmak, sınırlarını zorlamak...
“ÖLÜ MÜ DENİR ONLARA?”
- Yine size dönmek istiyorum. Romancı, yazarken pek çok kimsenin zihnine, bedenine girer. Ancak burada, JANUS'la birlikte tek zihinde yaşayan başka insanlardan da bahsediyoruz. Bu nasıl bir deneyimdi sizin için?
- Her roman ya da kitap yazma farklı bir deneyim oluyor. Yalnızlar İçin Çok Özel Bir Hizmet kitabını yazarken farklı zamanlarda farklı duygular içinde oldum. Şimdiki zamanda geçsin istedim. Bu beni çok zorladı. Çünkü 2015 yazı çok korkunç olaylarla geçti. Hâlâ da tırmanarak artan bir belirsizlik ve savaş var. Hem ülkemizde hem yakın coğrafyamızda. İnsanların feci şekilde öldükleri, evsiz, memleketsiz, dilsiz kaldıkları bir ortamda bir şeyler yazmaya çalışmak çok zor. Edebiyat ne işe yarar, roman ne için yazılır, neden okunur diye daha sık sorar oluyor insan. Daha önceden vermiş olduğunuz cevaplar birer birer geçersiz hale geliyor. Sürekli olarak insanların öldürüldüğü ve bu ölen insanların zihinlerde yaşatılmaya çalışıldığı bir ülkede yaşarken kendi bireysel yalnızlığına çare olarak ölüleri zihninin içine almakla bir çıkış arayan Mirat’ı yazmaya uğraşmanın kendisinde ironik hatta acınası bir yan var tabii. Edip Cansever’in şiiri aklıma geliyor: “Ölü mü denir onlara?” Tabii yaşanan anın yazma süreci üzerindeki baskısı tek etki değil. Bir de insanın kendisiyle ilgili var oluşsal endişeleri var. Bu ikili durum tüm yazma sürecine yayıldı.
- Bana sorarsanız Yalnızlar İçin Çok Özel Bir Hizmet'e ikiliklerin romanı derim. Mirat'ın emekliliği ve çalışması; yalnızlığı ve birlikteliği; hüznü ve mutluluğu; yaşam ve ölüm arasında kalmışlığı, eski ve yenisi... Tıpkı hayattaki gibi zıtlıklar birbiriyle var oluyor romanda da. Peki bir bedende nasıl duruyor bu zıtlıklar?
- İnsan bedeni zıtlıkların savaş alanıdır. Mirat da buna açılıyor. Bir tür sanatsal deneyim aslında yaşadığı. Hatta bir yazarın her zaman yaşadığı şey: Başkalarını, üstelik var olmayan kişileri zihninin içinde yaşatan bir insandır yazar. Ya da yaşatmaya çalışan demeliyim. Bu tabii birçok ikili durumun aynı zihinde var olabilemesi anlamına gelir. İnsanı çoğaltan bir yanı vardır. İnsan kendi içinin ne kadar geniş, ne kadar uçsuz bucaksız olduğunu keşfeder; bilinmeyen gizemli karanlık bir dünyadır bu. Öte yandan başkalarını düşünürken dışınıza doğru genişler, diğer insanların farkına varırsınız. Onların da tıpkı sizin gibi büyük uçurumlara sahip olduğunu hissederseniz. Bu da yaşamayı müthiş bir maceraya dönüştürür. Aksi takdirde, yavaş yavaş eskiyen, ölen bir biyolojik malzemeye dönüşür beden.
-Aynı şekilde bir başka ikilik de yalnızlık üzerine kurulmuş. Hangi cephede Mirat? Ve bu bağlamıyla Mirat, Murat'a ne kadar yakın?
- Daha önce dediğim gibi yalnızlık hem insanı öldüren bir yalıtılmışlıktır hem de insanı birey yapan bir geri çekilmedir. İkili durumlar sürüyor bir başka deyişle... “Zararı var” demek istemem... Acısı belki... Ama bu acıda dönüştürücü bir yan var. En azından Mirat açısından böyle oluyor. Mirat bana çok yakın bir karakter gibi görünmüyor ama onu kendi içimden çekip çıkardığıma göre ortak yönler olmalı. İnsan kendi babasına ya da çocuğuna ne kadar benzerse o kadardır belki benzerlik.
- Peki, yazarı olmanın haricinde, Murat Gülsoy ne kadar içinde bu romanın? Anlattığınız hikâyeye başlamadan ve bittiğinde; yaşam, ölüm ve yalnızlık üzerine konuşan sizsiniz. Ya da siz misiniz? Bir roman kahramanı olarak Murat Gülsoy'u metne dahil etme fikri ya da ihtiyacı nasıl doğdu?
- Önsöz ve sonsözde konuşan sesin sahibi ben miyim? Hem evet hem hayır. Üzerinde roman yazan bir metnin her unsuru kurmacadır bana göre. O duyguyla yazıyorum. Ya da o niyetle diyelim... Bu bölümler romanın farklı katmanlarını oluşturuyor. Bu katmanlara neden ihtiyaç duyduğum ayrı bir mesele. Daha önce birçok defa denediğim parçalı roman yapıları... Ancak romanın herhangi bir bölümünü yazmaya başladığım an, orada oluşmaya başlayan kişilik hızla benden ayrılıp başka bir benlik kazanıyor. Buna romanın kurmaca yazarı da diyebilirsiniz. Hoş, bunun çok da bir önemi yok. Bence bir romanın yazarının gerçekteki kişiliğinin ya da benliğinin sandığımız kadar önemi yok. Kısa zaman içerisinde yok olup gidecek birisidir yazar. Kalıcı olan yazılmış olandır. Yazının içindeki yazardır. Bu ilginç bir ayrılık. Yazarken kendinizden ayrıldığınızı hissedersiniz, bir yandan müthiş bir özgürleşme, hafifleme, kurtulma hissi verir bir yandan da ortaya çıkma, “ben buymuşum demek ki” hayal kırıklığı...
erayak@cumhuriyet.com.tr
Yalnızlar İçin Çok Özel Bir Hizmet/ Murat Gülsoy/ Can Yayınları/ 208 s.
En Çok Okunan Haberler
- Kılıçdaroğlu'na 'Meral Akşener' yanıtı
- 'Hadi gelin kapatın!'
- Tarihi geçmiş ürün satan zincir market şubesine mühür
- Yeni dönem başlıyor: Taksi, otobüs, dolmuş...
- Ulaşım durma noktasına geldi!
- Bir sonraki ve en büyük ekonomik patlama...
- İl başkanı hayatını kaybetti!
- Kayyum belediyeyi kapattı!
- Kayserispor'dan Fenerbahçe açıklaması!
- Niğde'deki korkunç cinayetin arkasından yasak aşk çıktı!