Müjdat Gezen: Hep mimliydik
Bu yıl, Müjdat Gezen’in profesyonel meslek hayatının 60’ıncı yılı. Oyunlarını yanı sıra 60’ıncı yılında yeni kitabı “Bir Köşe Yazarının Anlamlı Anıları”yla (Kırmızı Kedi Yayınevi) da sanatseverlerle buluşan Müjdat Gezen ile yeni kitabının yanı sıra ömürlük anıları, tiyatro, sinema, edebiyat ve siyaset üzerine Kilyos’taki yazlıklarında kapsamlı bir söyleşi gerçekleştirdik.
Bizleri, dört köpekleriyle birlikte yaşadıkları Kilyos’taki yazlıklarında, sevgili eşi Leyla Hanım ile konuk eden Müjdat Gezen ile otobiyografik bir girişle başladı söyleşimiz. On yaşında sahneye çıkışından aynı yaşta bir roman kaleme almasından, sanatla hele ki komediyle bağının müzisyen ailesinden gelmesinden söz ettik önce. Ardından dolu dolu sanat yaşamının kilometre taşlarına geçtik.
Yanlarında yetiştiği, karşılıklı oynadığı, yazdığı, dostluk, yoldaşlık ettiği, her biri tiyatro, sinema ve yazın tarihimize adını altın harflerle yazdırmış ustalarla ömürlük anılarını, tiyatro tarihinden ilginç ve komik anektodları Müjdat Hoca’dan dinlemek büyük keyifti.
Yüzü aşkın oyunda, filmde, bir bölümünü kendi yazıp yönettiği bini aşkın radyo ve TV skeçte rol alan Gezen, en unutamadığı rollerini ve sanatta niteliği rakipsiz kılan o bir zamanların aromasını anlattı sonra. En son “İsmet Küntay Tiyatro Ödülleri”nde “Eyvallah” ile Yılın En Başarılı Oyun Yazarı ödülünü kazanmasının onun için ayrı önemine değindi.
Ata Demirer, Şahan Gökbakar ve Cem Yılmaz’ın şahsında yeni nesil komedyenleri yüreklendiren sözlerle değerlendirdi. Survivor’ı, belgesel, müzik programlarını neden ilgiyle izlediğini söyledi. Sosyal medyaya hayli mesafeli yaklaşımından, daktilo tutkusunundan ve geniş kütüphanesinden bahsetti.
Yeni yayımlanan kitabı “Bir Köşe Yazarının Anlamlı Anıları”nı da değerlendiren Müjdat Gezen, Darbükatör Bayram’ın diliyle bugünlere seslendi. Dostları, kardeşleri Canan Kaftancıoğlu ve Ekrem İmamoğlu’nu anlattı ve geniş halk kitlelerinde umudun nasıl tazelendiğine ilişkin görüşlerini dile getirdi.
- Profesyonel hayatınızın 60’ıncı yılı fakat aslında sahneyle tanışmanız daha önceye, çocukluğunuza gidiyor değil mi?
- Tabii, ailem 6-7 yaşımdan itibaren beni şehir tiyatrosuna oyunlara götürürdü. Sahneye ise ilkokul öğretmenimin zoruyla 1953’te, on yaşında çıktım ilk. Öğretmenim elinde manzum bir piyesle (Faruk Nafiz Çamlıbel’in ‘Küçük Çiftçiler’i) geldi, “Başrolü oynayacaksın” dedi. “Ben oynayamam, beceremem” dememle de kafama cetvelle vurdu. Oynadık tabii!
Oyunda kızkardeşi verem olan birini oynuyorum. İşte doktor diyor ki; “Sonbaharda yapraklar yere düştüğünde kardeşin de toprağa düşecek.” Ben elimde iğne iplik, düşen yaprakları dallarına dikiyorum. O. Henry’nin Son Yaprak adlı romanının birebir aynısı. İlk rolüm buydu. Annem, ablam, komşumuz Hayriye teyze başta seyreden herkes ağlamaya başladı. Ben de ağladım.
- Komediye merhabanın arka planı gibi...
- Yani, bir çocuğa oynatılır mı bu.. Sonraki senelerde sanata karar verdiğimde kendime dedim ki dram bana göre değil. Zaten milletin anası ağlıyor, bir de ben, hem de üstüne para alıp üzmeyeyim. Beni komediye ailevi koşullar da yönlendirdi aslında. Ailem çok neşeli, sanatçı ve huzurlu bir aileydi. Halit Kıvanç’ın abisi Kemal amcayı çok severdik, çok komik bir adamdı. Annem, halam çok sempatik, komik, esprili kadınlardı. Küçük halam Seha Okuş halk müziği söylerdi. “Hasretinden Yandı Gönlüm” şarkısını meşhur eden odur. Halam okulumda müzik hocalığı da yaptı, 91 yaşında. Babam Necdet Gezen İstanbul Radyosu sanatçısıydı. Müzeyyen Senarlar, Zeki Mürenlerle çalışmıştır. Müzik ağırlıklıydı ailemde, tek tiyatrocu olarak benim.
KOVBOY MÜJDAT’IN ROMANI!
- Babanız pek istememiş tiyarocu olmanızı. Neden?
- Ben sınıfta kalınca “Ne yapmak istiyorsun” diye sordu. “Tiyatrocu olmak istiyorum” dedim. “Okumayan adamdan tiyatrocu olmaz. Okulunu bitir, seni ben götüreceğim. Bitirmezsen tiyatro yok, seyretmeye bile gidemezsin” dedi. Ben de o sene çok yüksek bir dereceyle bitirdim. Babam da sözünü tuttu. Aynı sene konservatuarı kazandım.
- 10 yaşında bir roman yazdınız, çok ilginç bir öyküsü var. Anlatır mısınız?
- İşte güya kovboyum ben. Kızılderililer babamı öldürmüş, ben de öcünü almak istiyorum. Bir defter dolusu yazmıştım. Tan Matbaasının teknik şefi Natık amca (Erenkara), babamın arkadaşıydı. “Ben basarım bunu” dedi. Bastı kitabı, benim roman bir geldi, tek sayfa! Nasıl bir hayalkırıklığıdır anlatamam. Böyle roman mı olur diye isyan ettiğimi hatırlıyorum. Tabii bakla gibi harflerle yazmışım, her harfin boyu 1.5 cm. Sanıyorum ki o, bir kitap olacak. Çok üzülmüştüm.
- Amatör hayatınızda sahneye ilk Şehir Tiyatrolarında çıkıyorsunuz. Rol aldığınız ilk oyunlar?
- Asaf Çiğiltepe’nin rejisörlüklerini yaptığı; Lope de Vega’nın “Çılgın Dünya”sı ve Henrik İbsen’in “Bir Halk Düşmanı”nında oynadım. Sonra “Macbeth”, “Hamlet” diye devam etti. 1960’ta ise ayrılıp Münir Özkul ve Muammer Karaca Tiyatroları’na girdim.
“YARAMAZLIK YAPINCA TİYATRODAN ATILDIK!”
- Genç yaşta çok iddialı yapıtlar...
- Ağır oyunlar, tabii ama ufacık roller oynatırlardı bize. 17 yaşındaydım. Sonra yaş 20’ye gelince daha büyük roller verildi. Gazanfer Özcan ayrılınca Şehir Tiyatrosunu yöneten Vasfi Rıza Zobu bana onun rolünü verdi. Cevat Fehmi Başkurt’un “Paydos” piyesinden “Ömer” diye bir roldü. Sene 1963. Vasfi Rıza Zobu, Mehmet Karaca, Nezahat Tanyeri gibi ustaların arasında çocuktum resmen. Shakespeare’in Yanlışlıklar Komedyası’nda Behzat Putak’ın rolünü de oynadım. Böyle Gazanfer Özcan’ın rolü, Behzat Putak’ın rolü falan olunca herhalde biraz şımarıp, gençlik hatası bazı yaramazlıklar yaptık ve Şehir Tiyatrosundan atıldık.
- Yaramazlıktan kastettiğiniz?
- Mesela gayet ağır, ciddi “Hamlet” gibi bir oyunda sululuk yapıyorduk. Muhsin Ertuğrul’un hiç affedeceği şeyler değildi bunlar. Ben de aynı sene Münir Özkul ve Muammer Karaca Tiyatroları’na girdim. Askere gittim geldim. Ulvi Uras Tiyatrosu’na girdim, oradan Gülriz Sururi-Engin Cezzar Tiyatrosu’na geçtim. Sonra arkadaşlarımla birlikte Halk Oyuncuları’nı kurduk. İstanbul Tiyatrosunda Toto Karaca ile çalıştım derken Oğuz Aral ile bir ortak tiyatro kurup Rıfat Ilgaz hocaya gittik ve “Hababam Sınıfı Sınıfta Kaldı”ya başladık.
“RIFAT ILGAZ VE ORHAN KEMAL, ABİLERİMDİ”
- Rıfat Ilgaz’ın ve Orhan Kemal’in sizdeki yeri ayrı değil mi?
- Çok. Her ikisi de çok akıllı, duyarlı insanlardı. Oldukları gibiydiler. Gözlerinden hiçbir detay kaçmazdı. Rıfat hocanın oğlu Aydın da Orhan abinin oğlu Işık da yakın dostlarımdır. Babalarının mirasını aslanlar gibi yaşatıyorlar. Orhan abi fötrünü giyer, Yenikapı’ya, bizim lokale gelirdi. Bir köşeye oturur sohbet ederdik. Savaş’ın da (Dinçel) nikah şahidiydi. Orhan Kemal’in “Murtaza”sı en sevdiğim rollerimden biridir. Dört versiyonu var. Önce hikaye olarak yazmış romana çevirmiş. Ulvi Uraz ile birlikte oyunlaştırmışlar. Sonra filme çekilmiş, Tunç Başaran, Müşfik Kenter’i oynatmış. En son Işıl Özgentürk ele aldı, çok güzel bir dil kullandı ve Ali Özgentürk çekti. Venedik’te finale yarıştık. Çeşitli ödüller aldık.
“JACK NICHOLSON’I HÂLÂ BEKLİYORUM”
- İtalyanlar sizi Jack Nicholson ile kıyaslamış değil mi?
- Evet, üç gazete, La Stampa, La Republica, Il Gazzettino yazdı bunu. O zaman Jack Nicholson “Prizzi’lerin Onuru” adlı filmde bir mafya liderini oynamıştı. İtalyanlar sevmemişti, böyle mafya lideri mi olur diye eleştirilmişti. Gazetelerden birinde yazıyordu ki: “Jack Nicholson sahada oyunculuk dersini gitsin İstanbul’da Müdat Gezen’den alsın”. Hâlâ bekliyorum, geleceği yok! Sonra Nicholson Oscar aldı, ben de “Murtaza” ile Türkiye’de Sinema Eleştirmenleri Derneği’nin ödülünü aldım.
- Tiyatro ve sanatın her dalının zirvesi seneleıin insanını anlatır mısınız? Darbeler ve baskılar var tamam ama insanlar sanata küsmüyor.
- O zamanlar hem seyirci aydındı hem de televizyon yoktu. Tiyatro ve sinema insanların sığınağı haline gelmişti. Bir de 60’larda çok kitap basılmıştı, kitap okumaya başlamıştık. O dönem tiyatroların boş olduğunu hiç hatırlamıyorum. Kaç kez ertesi günkü oyunun biletini almak için kapının önünde geceden kuyruk olduğuna tanık olmuşumdur.
- O dönemler siyasetçiler de sanatçıyla halkın arasına kolay kolay girmiyor, ayrıştırmıyor anladığımız?
- Doğru. Kendileri de ayrıca seyretmeye geliyorlardı. Oyun yasaklamalar oluyordu tabii, maalesef. Mesela “Devr-i Süleyman” piyesini yasakladılar ama ertesi gün Danıştay kararı bozdu, biz de oynadık.
“ESKİLERİN TELAFİSİ YOK!”
- Yanında yetiştiğiniz, karşılıklı oynadığınız, dostluk, yoldaşlık ettiğiniz isimler düşünülünce hayrete düşüyor insan. Bir dönemin kültür sanatının tarihini yazanlar hepsi de. Üstün bir kanon gibiler. Nereden başlamalı, birini sormasak diğeri eksik kalacak. Anılar kopararak en önde gelenlerden bahsedin bizlere.
- Bir sürü ismi eksik bırakmayı göze alarak ilk aklıma gelenler; Muammer Karaca, Münir Özkul, Adile Naşit, Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz, Orhan Kemal, Nazım Hikmet, Memet Fuat, Savaş Dinçel, Sadık Şendil, Ertem Eğilmez, Metin Akpınar, Zeki Alasya, Tuncel Kurtiz, Tarık Akan, Atilla Özdemiroğlu, geçen günlerde kaybettiğimiz Tuncer Cücenoğlu...
Tuncer (Cücenoğlu) bence ölümsüzlüğü yaşarken tattı. Otuz iki dile çevrilen onlarca oyunu şu anda üç yabancı ülkede hâlâ oynuyor, Çin’de bile oynandı. Yapıtları yurtdışında en çok oynanan yazar. Biz de bu sene mezuniyet çalışmamızı Tuncer’in seçeceğimiz bir oyunuyla yapacağız.
Bu isimlerin hepsi nevi şahsına münhasır insanlardı. Doğaldılar, sahiciydiler. Hem kent hem mahalle kültüründen öz almış, esinlenmiş, kendilerini halkın kalbinden donatmış, sürekli geliştirmiş insanlardı. Yazının ve çizinin ustaları Turhan Selçuk ve İlhan Selçuk mesela. Dervişti ikisi de. Müthiş bilek diyorum hepsine. Bilekleri bükülemez, telafileri mümkün değil. Yapılabilecek tek şey, değerlerini bilerek, feyz alarak, metodlarını özümseyerek yola devam etmek.
- Tiyatromuzda oyunculuk mirasının temsil edildiği kavuk Ferhan Şensoy’da, fes sizdeydi. Şimdi yeni sahiplerindeler. Bu değişimden memnun musunuz?
- Büyük bir onurdur. Kavuk Ferhan Şensoy’dan Rasim Öztekin’e, fes benden Şevket Çoruh’a geçti. Şevket için şunu da söylemek isterim; İstanbul’un en güzel tiyatro salonunu Kadıköylülere ve İstanbullulara hediye etti. İyi oyuncu ve azimli. 14 yıldır aynı dizide oynuyor, kazandığını tiyatroya yatırıyor. Bravo.
“BENİ TULÛAT’A ÖZKUL VE KARACA YÖNLENDİRDİ”
- Tulûat geleneğinden geliyorsunuz. Tulûat nasıl başladı?
- Beni o yola yönlendiren Münir Özkul ve Muammer Karaca olmuştur.
- Sahnede kimler nasıldı, nasıldınız?
- Hayatımda sahnede kendi evindeymiş gibi dolaşan insan çok az gördüm. Onlardan biri de Celal Sururi’dir. Mesela Münir abi öyle değildi, gergindi. Tam bir mükemmelliyetçiydi. Muammer Karaca sahneye çıktığında ben sahnenin patronuyum der gibi çıkardı. Sonra mesela Münir abi (Özkul) Bakırköy Halk Evi’nden yetişmiş, ustası Sadık Şendil; Adile, tiyatronun kulisinde doğmuş, babası Naşit Bey; düşünün. Yani herkes bir değil, her insan konservatuarda okuyacak diye bir şey yok. Bundan daha ileri okullar mı olur?
- Bir dönem Tarık Akan ile okul açmak istemiştiniz, değil mi?
- Tarık’ı çok severdim, çok yakındık. Bana Taş Mektep’in bir şubesini sanat merkeziyle karıştırarak sanat okulu yapalım, karşıda açalım demişti. Gerçekten çok istemiştik ama olmadı.
- Neden olmadı?
- Bize yer vermediler, mimliydik!
“NÂZIM’LA İLK TANIŞTIĞIMDA ÇIRAKTIM!”
- Nâzım Hikmet’in eşleri Vera ve Piraye’yi yakından tanıdınız. Anlatır mısınız?
- Aslında Nâzım Hikmet’le ilk tanışmam, Nâzım’dan imza aldığı için senelarca hapis yatan Harp Okulu öğrencisi Ömer Deniz dolayısıyladır. Tanışmak derken şahsen tanışmak değil tabii. Ömer Deniz, hapisten çıktıktan sonra hukuk fakültesine gidiyor, bir yandan bakmak zorunda olduğu üç çocuğu var. Para kazanması lazım. Bir oyuncakçı dükkanı açıyor. Ben de onun yanında çıraklık yaptım.
Moskova’da Vera’yla tanıştım, çok güzel bir kadındı. “Çizgilerle Nâzım Hikmet”te yazdım. 59 sene önce Piraye Hanım’ı tanıdım. Çok yumuşak, sıcak bir kadındı. Çay yapar getirirdi bize. Oğlu Memet abi (Fuat) ile her gün Altunizade’deki evlerinin bahçesinde prova yapıyorduk. Orada ufak bir sahne de açmıştı Memet Fuat, orada oynamıştık.
- Nâzım’ın vasiyetini bir anlamda yerine getirmenizi de konuşalım. Ne mutlu..
- Bizim okulun bahçesinde bir çınar ağacı var. Mustafa Alabora, Moskova’da mezarını ziyaret ettiğinde konuştuk, bana mezarından toprak getirmesini istedim. Getirdi, üzerine serptik o toprağı. Ağacın üzerindeki pirinç plakada; "Nâzım Hikmet burada yatıyor" yazıyor. Ne demiştir Nâzım? “Anadolu’da bir köy mezarlığına gömün beni / ve de uyarına gelirse, / tepemde bir de çınar olursa / taş maş da istemez hani.” Kadıköy, Nâzım’ın eski köyü. Çınar ağacı da var. Anadolu da mı, Anadolu’da. Büstünün açılışını da yaptık.
“AZİZ NESİN GİZLİ GÖMÜLMEK İSTEMEDİ”
- Kaybına her daim yandığınız Savaş Dinçel ve Aziz Nesin ile yakınlığınızı da biliyoruz. Aziz Nesin’i bizzat toprağa verdiniz, hakkında bir kitap da kaleme aldınız. Onları konuşmamak, söyleşiyi eksik bırakmak olur.
- Şavaş’ın ölümü benim için tam bir şoktur. Bizi erken bıraktı. Can dostum, arkadaşım, kardeşimdi. Savaşsız bir kolum yok gibi. Canım Aziz abi ile de anılar bitmez. Üç sene evimde kaldı Aziz abi. İki, üç sene evvel Ali, babasıyla mektuplaşmalarını kitap yaptı ama sanırım altı mektubum var içinde. Onun vasiyeti işte “Beni herhangi bir yere gömün, üstümde çocuklar oynasın” sözleri yanlış anlaşılmış. Gizli gömülmek gibi bir isteği yoktu. Vakfın bahçesinde zaten. Sadece özel bir kabir istemiyordu.
Ahmet ve Ali’yle konuştuk ve dedik ki 6-7 tane ayrı çukur açalım, birine defnedelim, hangisi olduğu bilinmesin. Orada ibadet edilsin istemiyordu. Yok kırkı, yedisi öyle inançları yoktu. Tam defnedecekken, helikopter sesi duydum ben. Ambulanstaki çocuğa dedim ki; “İndirin ve şuraya gömün, hepsine de aynı anda toprak atın”. Çukura aynı anda toprak atınca hangisi olduğu bilinmiyordu.
Ali, Ahmet, kızı, ben, eşim Leyla ve çok ısrar ettiği için Adalet abla (Ağaoğlu) dışında tam yerini kimse bilmiyor. Onun istediği oldu. Çocuklar, minikler bahçede oynuyorlar.
ÇİVİ BATAR, KALORİFER YAKAR, LAFIN KESİLİR!
- Tiyatrocuların espri babından “nevi şahsına münhasır” huylarına ilişkin birkaç anektod paylaşmanızı rica etsek.
- Ohoo neler var! İstanbul Tiyatrosu’nun kurucusu ve baş aktörü Celal Sururi.. Deli alkışlanıyor, müthiş. Gel gör ki eşyalarla kavga ederdi! Bir gün tam sahneye çıkarken dekorun çivisine takıldı, çivi ceketini yırttı. Sahneye girmiyor, çiviyle kavga ediyor ciddi ciddi: “Ben bu tiyatronun patronuyum. Sen hangi hakla benim ceketimi yırtarsın” diye.. “Celal abi, çivi o; boşver sahneye gir” dedim. Yanıta gel: “Ben onun hakkından gelmesini bilirim, kaç paralık çivi!”. Bir gün de sıcak kalorifere kafasını dayamış uyuyor. Kafa yandı tabii. Kalorifere bir tokat, başladı bağırmaya; “Sen kaç paralık kalorifersin, hangi hakla kafamı yakarsın!”.
Mesela Muzaffer Hepgüler... O da müthiş bir aktördü.. Sadece lafları fazla söylerdi alkış alana kadar. Bir gün Toto Karaca ile karşılıklı oynuyorlar. Muzaffer abi lafı uzatınca Toto abla da lafını kesti. Muzaffer abi durur mu? Başladı; “Benim lafımı kesme, sonra senin de sesini keserler. Nerde o eski keserler? Berbere gidersin saçını keserler. Keserler de keserler...” Keserleroğlu keserler, bitmiyor. Sonunda Toto abla dayanamadı, adlı adınca “Muzaffeeer çık dışarı” diye haykırdı. Muzaffer abi dışarı çıkmasına çıktı ama ne olsa beğenirsin; kapı aralığından vücudu görünmeden elini uzattı ve eliyle makasla kesme işareti yapıyor. Hala kesiyor yani! (gülüyoruz) Ömürlük anılardır. Muammer Karaca da seyirciyle konuşurdu. Her gece başka sahne oynardı.
Sadık Şendil, Türk tiyatrosunun komedi yazarları içinde benim için bir numaradır. “Çılgın Yenge”si en sevdiklerimdendir. Üç sene kapalı gişe oynadık, ertesi günkü oyun için kapıda kuyruklar oluşurdu. Oyunlarını kadın domine eder. Bir gün dedim ki; “Sadık abi 7 Kocalı Hürmüz, Kanlı Nigar, Çılgın Yenge, Kart Horoz... Hepsi kadın.. Neden?” “Evladım” dedi; “Bizde erkeği kadın götürür tiyatroya.”
Bir gün telefon ettim dedim ki; “Sadık abi, masa ayırttım. Ben, Kandemir (Konduk), Savaş (Dinçel), Altan (Erbulak), Prof. Sabahattin Kerioğlu pasaja gidiyoruz. Sen de gel.” Dedi ki “Hiç hanım arkadaş yok mu?” “Çağırmadım” dedim. “Senin muhitin geniştir, çağır. Hiç olmazsa muhabbete bir kadın eteği değmeli. Küfür etmeyiz, futbol konuşmayız, siyaset konuşmayız.”
Sonra herbirine “ulan!” diyerek tepki gösteren Savaş’a (Dinçel) yaptığım eşek şakaları da var ama hangi birini anlatayım. (gülüyoruz)
- İsmet Küntay Tiyatro Ödülleri’nde “Eyvallah” ile en başarılı oyun yazarı ödülü aldınız, duygularınız neler?
- Ondan evvel oyun yazarlığıyla ilgili iki ödül aldım. Bir birinciliğim, bir mansiyonum var. Orada yazar olarak veriyorsun oyunu, yüzlerce oyun arasından jüri seçip dağıtıyor ödülleri ama bu ödülün yeri ayrı. Bizatihi yazıp oynadığım oyunun ödül alması başka.
“ÇİFT DAKTİLOYLA ÇATUR ÇUTUR YAZARDIK!”
- Sinemada, tiyatroda, sanatta niteliği sağlayan, arttıran o dönemlerin bir aromasından bahsedilir. Özellikle Arzu Gülüm kadrolarının filmlerinde çok söylenir bu.
- Ertem Eğilmez, Sadık Şendil, Münir Özkul’un beraber çalıştığı dönem ben de senaryo asistanıydım. Askerden gelmiştim, işsizdim. Sadık abi (Şendil) yanına aldı beni. Hiç unutmuyorum bir odada Sadık Şendil, Ertem Eğilmez, Münir Özkul, Feyzi Tuna çalışıyorlar. Sadık abi bana treatmanı (geliştirim senaryosu) atıyor; ben de onları yan odada diyalogluyorum çatur çutur çift daktiloyla.
Onların öyle değil böyle olsun diye konuşmaları, tartışmaları, o yaratım ortamı inanılmazdı. Düşünün; Münir Özkul gibi bir tiyatro dahisi, Ertem Eğilmez gibi bir sinema cadısı, Sadık Şendil senaryoyu yemiş bitirmiş bir adam. O tartışmaların hepsinin dramatik yapıya katkısını, o beyin fırtınalarının sinemada ne kadar önemli olduğunu kavrıyordum.
Bir gün Sadık abiye dedim ki; “İlle de dramatik yapı şart mı?” Dedi ki acaba şimdi ne olacak dedirtmezsen tutmaz. Bugün derslerimde de mutlaka anlatıyorum bu yapının nasıl kurulacağını.
- ‘Darbukatör Baryam’ı sormak istiyorum. Çok sevilen karakterlerden biriydi. Onun diliyle konuşsanız bugünün insanına ne dersiniz?
- En fazla derdim ki “Darbukanın sesi uzaktan oş gelir!’. Ben Darbükatör Baryam’ı hayattan aldım. Darbukacı arkadaşların hepsini toparlayıp ondan bir tane darbukatör çıkardım.
“SURVIVOR DA İZLİYORUM, BELGESEL DE!”
- Biliyorum ki Survivor izliyorsunuz.
- Çok izlerim hem de.
- Sizinki bir başka izlemek değil mi?
- Şöyle; bir kere dizi izlemiyorum. Ben yarışma programlarına bayılırım. Ayrıca belgesel izlerim, yarışmaları izlerim, ağaç ev programlarını, tasarım programlarını, dünyada kiraya verilen veya satılan evlerle ilgili programları kaçırmam. Bayılırım. Hepsini de önce ben buradan ne çıkarırım diye izlerim. Mesela Survivor’da bir çocuk buldum, kimse kadrini bilmemiş. Dünya ikincisi ve Avrupa şampiyonu bir güreşçi; Okay (Göksal). Onunla anlaştım, bir oyunda ona güreşçi rolü oynatcağım. Yazımını bitirdiğim 1453’te başlayıp 2019’da eski Türkçe ile biten “Eğlence Dünyası Pera” adlı oyunumda herkesi yenen Türk güreşçiyi oynayacak. Bütün müzik çeşitlerini seviyorum ve belli başlı müzik programlarını takip ediyorum. TRT Müzik’te türkücü bir kız keşfettim; Elif Buse Doğan, müzikalimde rol alacak.
“ATA, ŞAHAN, CEM İYİ GİDİYOR. TEK TİP ÜNİFORMA SEVMEM”
- Ata Demirer, Cem Yılmaz, Şahan Gökbakar ve Şevket Çoruh’u bir de biz soralım.
- Ata Demirer ve Şahan Gökbakar okullu bir kere. Cem Yılmaz’ınki Allah vergisi. Ben zaten yaptığım iş-okul dolayısıyla gençlerle her dakika beraberim. Yanlış yapabilirler ama yanlış yaptıklarında bunda ısrar edecekleri, kötü bir şey yapacakları inancını taşımıyorum. Bir de diyorlar ki; toplumsal meselelere hiç parmak basmıyorlar! Ben, o tek tip üniformayı sevmem. Toplumun içinde sosyal meselelere parmak basanlar da olacak basmayanlar da olacak. Çeşitli dallar olacak.
- Bilgisayar kullanmıyorsunuz, hala daktiloyla yazıyorsunuz. Neden ve teknoloji ile aranız nasıl?
- Çok fena. Ben, 2. Dünya Savaşı zamanı doğmuşum. Annem çok evhamlıydı. Radyoyu açardım, “Aman sen açma” derdi. Pikaba plak koyardım, “Aman yapma, cereyan çarpar” falan. Koca adam olmuşum Avustralya’ya gideceğim helallik istiyorum; annem dedi ki “Yavaş git!” Bu evham bana da geçti hani. Bir de daktilonun o sesi ninni gibi gelir bana, öyle alışığım. Akıllı telefonları nasıl kullanacağımı bilmiyorum, merak da etmiyorum. Bir şey gerektiğinde sekreterlerim hallediyor.
“KAFTANCIOĞLU’NU YAZLIK EVİMİZDE AĞIRLAYACAĞIZ”
- Ekrem İmamoğlu ve Canan Kaftancıoğlu... Sormadan sözü doğrudan size bırakalım. Neler söylemek istersiniz?
- Canan Kaftancıoğlu ile görüşüyoruz. Çok seviyorum. Çok bunalmış durumda. Kilyos’taki bu evimizde ağırlayacağız inşallah. Sahil kıyısında bol bol muhabbet edeceğiz. Ekrem İmamoğlu’nu eski belediye başkanı olduğu Beylikdüzü’nde ziyaret etmiştim. “Ekrem başkan, yakışıyor mu buraya bu salon” demiştim. O da bana “Sorma hocam, para vermiyorlar.” Geçen sene gittim gözlerime inanamadım. Nasıl güzel yapmış. Hiçbir şeyi unutmuyor, aklına yazıyor ve fırsatını bulur bulmaz projelerini hayata geçiriyor. Ne hakaret ediyor, ne küfür ediyor, ne kimseyi aşağılıyor, ne yargılıyor. Ben de kimseyi yargılamam; o kadar çok yargılandım ve hala da yargılanıyorum ki. Ekrem İmamoğlu tertemiz, samimi bir insan. Millet anlar bunu, anladı nitekim. O 804 bin fark durduk yere olmadı. Bundan sonrasında hükümet için de bir uyarıdır.
- Kütüphanenizde kaç kitabınız var?
- Evimde, okulda ve tiyatrodaki kitaplıklarımdakilerle birlikte toplam 50 bin civarı vardır.
- Montaigne’i ve ‘Denemeleri’ni çok seviyorsunuz.
- Evet, en sevdiğim.
- Başka?
- Çok var ama Shakespeare, Sokrates, Galileo başlıcaları.
“YENİ KİTABI: BİR KÖŞE YAZARININ ANLAMLI ANILARI”
- Bugüne kadar kaç kitabınız yayınlandı?
- 52. İlk kitabım 1975’te yayımlandı: “Eşeğin Karnındaki Elmas”. “Köşeyi Dönen Adam” olarak filme çektiler. Atıf Yılmaz çekti, Umur Bugay senaryo haline getirdi, Kemal Sunal da oynadı. Moskova’da ödül kazandı.
- Yeni yayımlanan kitabınız “Bir Köşe Yazarının Anlamlı Anıları” adını taşıyor. Deyim yerindeyse evlere şenlik, absürd, yandaş bir gazeteci-yayıncının yol hikayesi. Soralım; kimdir, nedir, ne iştir bu Niyazi Özkan?
- Niyazi psikopat, hafif şizofren bir adam. Herkesi anında satar, çıkarcıdır. Kömürünü, bulgurunu alırsa ondan mutlusu yok. Alamazsa satar! Apır sapır yazar, döşenir de döşenir. Öyle yandaştır ve öyle hızlı ssaf değiştirebilir ki okuyanın başını döndürür. Olaylara, siyasi öve ekonomik sorunlara çarpık bakar. Başka bir dünyada yaşar adeta. Bir gün Uğur’un (Dündar) sütununa misafir oldum ve böyle bir tip yazdım. Yılmaz (Özdil), “Abi bunu kitap yapsana. Herhangi bir taşra gazetesi olsun kendi dağıtsın, anılarını yazsın”. Hak verdim, başladım yazmaya. Uçuk, şizofren, ibretlik ve herkese tanıdık gelecek bir tipleme olan Niyazi Özkan’ın anılarını yazdım.
En Çok Okunan Haberler
- 'Tarihe not düşmek için geldim'
- Çok konuşulacak 'adaylık' açıklaması
- Fatih Altaylı ve İsmail Saymaz'a soruşturma
- Protesto eden yurttaşlara polis müdahalesi!
- Aydın Dağları'nda son yılların en verimli hasadı yapıldı
- Mahruki yine yandı
- AKP’li belediyeden bir ayda 33 konser
- A Milli Takım'ın Uluslar Ligi'ndeki rakibi belli oldu!
- Tıp fakültelerinde kadavra krizi
- Fakülteyi kâğıt üzerinde kurmuşlar!