Müge İplikçi: Yüzleşmek zordur üstelik cilalanmışsak
Müge İplikçi’nin yeni kitabı Kalpten Seven İnsanlar çıktı. Gücünü kadim masallardan, anlatılardan alan öyküleri, yazarıyla konuştuk. Tabii hayattan ve yemeklerden de bahsettik.
- Yeni öykü kitabınız Kalpten Seven İnsanlar birbirine bağlı masal ve öykü karşımı hatta yer yer gerçeküstü bir üslupla yazılmış bir novella. Sayfaları çevirdikçe sisteme, topluma karşı hesaplaşma derdiniz olmadığı ama gerçekleri de yüzümüze vurmaya çalıştığınız çok net. Yakın tarihimizi oluşturan bu gerçekler hepimizi derinden etkiliyor değil mi?
Etkilemez olur mu! Topluma karşı bir hesaplaşma derdinde değilim, haklısınız. Belki anlamaya çaba gösterme denilebilir. Yaklaşık 20 yıldır bunu yapmaya çalışıyorum. Bazen benim de kafam atıyor. Attığı zaman atar... Daha genç bir kalemken daha çok içerliyordum. Şimdi daha anlama odaklıyım. Kısacası çözümden yanayım. Çözersek, devam edebiliriz. Yaslandığım durak şimdilik burası... Ancak edebiyatın prizması diye bir gerçek de var. Bazen o prizma beni nereye çeker ve nereye çağırırsa oraya giderim. ‘Kalpten Seven İnsanlar’ böyle bir kitap. Elimdeki bir başka kitabı erteleyip ona gittim. Onun işaret ettiği sevgiye ve sevgisizliğe...
- Yaşadığımız dönemde birçok Korkut ve Neyyir var. Öykülerinizi okuyunca tek soru geliyor aklıma. Coğrafya kader mi?
Doğrusu coğrafyanın bütünüyle bir kader değil, daha çok insanın seçimlerinin bu kaderi yarattığını düşünenlerdenim. Bu noktada insanın geçmişten miras alarak 21. yüzyılda yaşadığı şizofrenik algı atlamaları, ait olmadığı halde kendine yarattığı aidiyetler, miş gibi yaparak sarıldığı alışkanlıklar, değerler, kimlikler, mevkiler, iktidarlar ve inançları takip etmek bir yazar olarak beni büyülüyor, ne yalan söyleyeyim! İnsan olarak ise, elbette aynı gemideyim, aynı gemideyiz. Neredeyse sadece yazı yazarken zihnim berraklaşıyor ve yaşamakta olduğumuz saçmalıkları seçebiliyorum. Yazarken, örneğin, kendi öfkelerimle yüzleşmek çok alem bir duygu. Ya bi dur hele değil mi! Yok... Belki coğrafyanın kader oluşu algısı burada kendini gösteriyor. Herkes kendine göre hep haklı, vb. Bereket kadınlık duygusu işi farklı bir bağlama çekebiliyor.
- Bizim jenerasyonda ve öncesinde “Sen küçüksün anlamazsın”lar büyüdükçe “sen kızsın anlamazsın”a dönüştü. Halbuki biz kadınlar her şeyi yapıyor ve başarıyoruz. Nedir toplumların kadınlarla derdi?
Antik Çağ’a gitmemiz lazım bunu anlamak için... Dananın kuyruğu orada kopuyor zira. O dönemki bütün uygarlıklara baktığımız zaman kadının nasıl dışlandığı ve bir tehdit olarak algılandığını çok net görüyoruz. Ölümle yüzleşirken, ölümsüzlüğü ararken, felsefi boyutuyla yaşamı gökyüzüne taşırken bile bu var. Gökyüzünden vazgeçtim...Yeryüzü zaten umutsuz vaka bu anlamda. Tüm bu engellere rağmen kadınlar kendi seslerini bugüne kadar taşıdılar. Bundan daha büyük bir tehdit olabilir mi! Biz kadınlar her şeyi yapıyoruz, başarıyoruz ve değiştiriyoruz. Cadı mıyız ne! Tüm toplumların kadınlarla derdi eril sisteme göbeklerinden bağlı oluşlarıdır. Bugün geldiğimiz nokta, bu sefil erilliğin tam bir çöplük olduğunu gösteriyor zaten. İşi bize bırakın kardeşim artık...
- Birçok Neyyir, Korkut arasında en etkilendiğim Deli Korkut ve Hipermetrop Neyyir’in ilişkisi. Annesi âşığı tarafından bıçaklanmış, babası cezaevinde tırlatmış ve mafyacı amcayla büyümüş Korkut ile annesinin adını taşıyan ‘gözlük Neyyir’. Gerçeklerden kaçmak yavaş yavaş bizi öldürürken neden hâlâ kaçıyoruz?
Yüzleşmek zordur. Üstelik bir de cilalanmışsak... Bir de onaylanıyorsak. Pohpohlanıyorsak... Demin coğrafya kaderdir yoksa değil midir diye düşünürken aklımdan geçti, şimdi paylaşayım. Sahiden gerçekleri istiyor muyuz? O gerçekler hayata geçtiğinde ucu bize dokunan paydayı üstlenebilecek miyiz örneğin? İfade özgürlüğü dendiğinde gerçekten herkesin fikrini beyan etmesinden yana mıyız? Kendi küçük iktidarlarımızı evde, işte, okulda, parkta, bahçede, sanat kurumlarında, gazete ortamlarında, hatta yazılarımızda kurmayacağımızın garantisi var mı? Benim ülkemde retoriğe sığınmak çok kolay, sözcüklerin gerçekte ifade ettiklerine sahip çıkmaksa çok zor. Buna yavaş yavaş ölmek bile demezdim. Demiyorum. Oradan oraya vasat bir savrulma belki... Neyyir ve Korkut, aktardığınız o bölümlerde tam da burada gezinenlerden.
ŞANSLILAR, ÇÜNKÜ BİRBİRLERİNİ SEVMEYİ DENİYORLAR
- Neşeli günlerin zamane kadını Tuna abla, âşık olduğu genç erkek Güven ve sonu hazin biten bir ölüm. Çok hüzünlü. Hayat dolu bir kadını ölüm noktasına getiren neydi?
Tuna ve Güven, ayrı ayrı düşündüğümde şanslı bulduğum karakterler çünkü birbirlerini sevmeyi deniyorlar. Öte yandan Neyyir’in o bölümde ısrarlı ve gelenekçi bir biçimde dolanışı, yer yer Tuna’ya duyduğu bir haseti de çağrıştıyor. O öyküde Tuna’nın değil Neyyir’in ölüme gidişi bu hasetin bir sonucu sanki. Bu hayat yetmedi, bir sonrakine deneyelim demesi gibi...
- Alife harikalar diyarından çıktı mı?
Keşke! O hikâye kafamda bitmiş değil valla. O zaman çıkar mı diye sorulabilir tabii. Bence Alife’nin macerası asıl olan. Vardığı an, bitecek zaten. Varmasın... Devam etsin.
CLARİSSA DALLOWAY OLACAKTIM Kİ...
- Galatasaray Liseli Ruşen (Çakır) ile Kadıköy Anadolulu Müge’nin yolları nasıl çarpıştı? Her GS’linin kaderinde mutlaka bir Kadıköy Anadolu kızına âşık olmak vardır...
Böyle bir şehir efsanesi var sahi... Yazı ya da gazetecilik... Bizi buluşturan ya da çarpıştıran oydu. Yirmi bir yaşında komik bir stajyer olarak Tempo’nun kapısını çaldığımda karşımda saç sakal birbirine karışmış işkolik birini buldum. Araya bir sürü mevsim, meslek, insan, yazı karıştı. Yedi yıl sonra evleniverdik. Şimdi ortak alanlarımızdan biri Medyascope. Bekleriz...
- Bunca kitap Medyascope TV’de iki program ve kalpten seven bir kadın. Nasıl başarıyorsunuz her şeye yetişmeye?
Zaman içerisinde disiplinli, hatta bu anlamda kıl bir insana dönüştüm ben. Günümü programlamayı öğrendim. Son yıllarda ise hayatı sevmeyi öğreniyorum diyebilirim. Aranan bir başarı varsa budur esasen. Bir de yaptığım işi seviyorum. Kalpten seviyorum tamam... Edebiyat bir yana, Zeytin Dalı ve Sabun Köpüğü’nü de iş olarak görmüyorum. Bir sürü güzel insanla muhabbet ettiğim birer vesile olarak düşünüyorum bu programları. Yorucu elbette. Ancak sevgi daha ağır basıyor.
- Dostlarınıza, ailenize yemek yapıyor musunuz? Bize dostlar sofrasınızı anlatsanız? Neler yersiniz? Nelerden konuşursunuz?
İşte beni yakaladınız... Son yıllarda o kadar çalışıyorum ki dostlarımla buluşmayı genellikle erteliyorum. Onlar da bazen bana bu yüzden kırılıyor. Oysa Kadıköy Anadolu Lisesi’ndeyken böyle biri değildim. Orta yaşlarımda Clarissa Dalloway gibi biri olacağımı sanırken, yazıya kapılıp gittim... Buna karşın dostlarımla buluştuğum zamanlarda içtiğimiz çay ve kahvelerin keyfini hiçbir şeye değişmem. Dostlar sofrasından anladığım genellikle şamata sofrasıdır.
- Ruşen Bey size özel ve güzel yemekler yapar mı?
Açık ve net: Yapmaz. Çünkü bilmez.
- En sevdiğiniz yemek?
Karnabahar salatası... Kolay, lezzetli ve sağlıklı...
- Hemen tarifini alayım...
Karnabaharın en afilisi alınır, küçük parçalara bölünür ve güzelce buharda pişirilir. Bu buhar işleminde karnabaharın demlenmesine patates, brokoli ve havuç eşlik ederse durum daha da katmerlenir. 45 dakika sonra olay bitince yeni bir sahne başlar. Sebzeler geniş bir kaba boşaltılır, güzel bir zeytinyağ, en az iki limon suyu, tuz ve karabiberle servis edilir. Reyhan, maydanoz ve kekik üzerine konulursa daha da gösterişli olur.
- Çekirdek ailenizde evde son sözü kim söyler?
Sanırım ben. Karadeniz kadınıyım. Gerçi Ruşen de Laz. Ama...
BEN Bİ KEK YAPAYIM
- Ursula Le Guin ölmeden kısa bir süre önce verdiği röpörtajda yemek yemenin bir ritüel, bir meditasyon olduğunu belirtiyor ve “her sabah kahve, protein barı yemek yerine Viyana Kalvaltısı yapmayı tercih ederim” diyor. Kayısı kıvamında haşlanmış yumurtanın da bu kahvaltı seremonisinin en önemli noktası olduğunu ekliyor. Sizin de böyle olmazsa olmazlarınız var mı yemek konusunda?
Sabah kahvaltısını mutfakta Ruşen’le yaparız. Belki de tek ortak öğünümüz budur. Genellikle güldüğümüz bir ritüeldir bu. Sağlıklı beslendiğimizi düşünüyorum: Ceviz, portakal ya da ayva reçeli, kayısı kıvamında yumurta, beyaz peynir, zeytin, domates, mevsimine göre taze kekik, reyhan, nane... Bazen ben yulaf ezmesi yerim. Ruşen de her sefer ama her sefer-aynı espriyi yapar: "Bugün nerede koşuyorsun?" Tatilse iki defa çay demleriz. Çok çaycıyızdır... Bir de kek yapmayı severim. Bir tür meditasyondur. Bir şey kafama takıldığında ‘ben bi kek yapayım’ derim. Onu da en çok bizim oğlan Ali Deniz yer.
- Karakteriniz Melahat gibi güzel ekmekler yapar mısınız?
Melahat’a yetişmem mümkün değil... Ancak ben de kendi çapımda adımlar atıyorum. Son zamanlarda işi mısır ekmeğine vurdum! Fena olmuyor.
- Son olarak tüm yazarlarımıza soruyorum. Nerelerde, nasıl ortamda yazarsınız? Özel bir ritüeliniz var mı?
Her yerde ve hemen her ortamda yazarım. Böyle bir alışkanlık geliştirdim zamanla. Kadınlığımla kurduğum bir bağ bu: ‘Nerede olursan ol yazabilmelisin, engel tanıma...’ Bunun dışında yazmak için bir ofisim de var. Bu da kendime verdiğim eski bir sözdü. Bir kadın yazar dileği: ‘Mutlaka kendine ait bir yazma mekanın olsun. ’Kendine ait bir odayı kim istemez-di ki...
En Çok Okunan Haberler
- Erdoğan belayı satın aldı
- Protesto eden yurttaşlara polis müdahalesi!
- ‘Kar leoparı’ neden cezaevinde
- Ünlü kebapçının kardeşi 20. kattan aşağı düştü!
- Kayyum belediyeyi kapattı!
- Trabzonspor'da ayrılık!
- Elazığspor'dan maça çıkmama kararı!
- Ali Koç'tan çok sert Kayserispor açıklaması!
- Al Nassr'dan Talisca açıklaması!
- Yetki kısıtlayan teklif komisyondan geçti