Miles Davis'in otobiyografisi, ünlü müzisyenin hayatına samimi bir yolculuk bileti
Miles Davis dinlemekten keyif alanlar onu okumalı da. Hem de kendi dilinden! Çünkü tutkusunun peşinden gidenler dünyayı değiştirir. Davis'in hayatı da tutku ve müzikle örülü. Bildiğini okuyan, caz müziği dönüşü olmaksızın değiştiren öte yandan da şöhretin kıskacında hayata direnen büyük bir müzik efsanesiydi Miles Davis. Samimi otobiyograifisinde yakalananlar da bunların ispatı niteliğinde.
Miles Davis'in evrenine yolculuk!
Tutkusun peşinden gidenler dünyayı değiştirir. Hayallerini pusulası yapanlar, umudu hayatın katığına katanlardır devrimleri yaratanlar. Bazen bir görüntü, bir şiirin ilk mısrası, tanıdık ve kardeş gelen bir koku, elbette ruha işleyen bir tını da saklıdır hayatın tüm sırrı. Bu sırrı keşfeden kim olursa o kahramandır! Hem kendi hayatının hem de bu dünyanın kahramanı! Bunları yazarken kulağımda Miles Davis - Kind of Blue (1959) çalıyor. Sonra isyan düşüyor aklıma, başkaldırı ve devrim. Tabii biliyorum da bunların müziksiz olmayacağını! Davis, siyah ve isyancı! Özgürlüğüne düşkün, özgür ve inatçı bu adamın hikâyesini kaç kez okusam da doyamadığım geliyor aklıma. Caz müziğin ruhunun oluşmasında, gelecek yüzyıllara taşınmasında en büyük mihenk taşlarından biri olan Davis'in yeni yayımlanan otobiyografisi de bu açlığa iyi geliyor. Çünkü heyecanından, tutkusundan ve menzilinden hiçbir şey kaybetmiyor bu hikâye. Davis kendini anlatıyor, deşifre ve tercüme ediyor. Rahat, okuyanla sohbet etmeyi istiyor gibi... “Beni anlayın, ve kendinizi daha çok dinleyin” der gibi. Bir de Avi Pardo çevirileri her zaman ayrı bir lezzet veriyor.
Kitabın ilk cümlelerinde zaten çok şey saklı. Saklı da değil aslında. Her şey apaçık ortada. Kulak verin çünkü devamını istemekten de kendinizi alamayacaksınız. “Dinle. Hayatımda duyduğum en büyük haz -elbiselerim üstümdeyken- 1944'te St. Louis, Missouri'de Diz ve Bird'ü beraber çalarlarken dinlediğim andı. On sekiz yaşındaydım, Lincoln Lisesi'nden yeni mezun olmuştum. Diz'le Bird'ü B'nin orkestrasında dinlediğimde kendi kendime, 'Ne? Nedir bu?' dedim. Öyle müthiş bir şeydi ki; korkunçtu. Dizzy Gillespie, Charlie 'Yardbird' Parker, Buddy Anderson, Gene Ammons, Lucky Thompson ve Art Blakey, hepsi bir arada; B'yi henüz saymadım: Billy Eckstine bizzat. Çok orospu çocuğu bir orkestraydı. O müzik içime işlemişti moruk. Müzik kanıma girmişti ve duymak istediğim tek şeydi. O orkestranın çalış şekli duymak istediğim her şeydi. Müthişti. Ve ben çıkıp onlarla çalıyordum.” Ancak tutku yazdırabilir böyle bir anıyı, ve şöhret her zaman aşırılığı gerektirir. Hayata ne ile tutunursanız tutunun elinizde kalandır sizi anlatan.
ŞÖHRETİN YOLU CEHENNEMDEN GEÇİYOR
Miles Davis'in Charlie Parker ve Dizzy Gillespie ile başlayan tarihinden, 1950'li yılların ilk yarısında hayat verdiği “Birth of the Cool” ile efsaneleşen “Porgy and Bess”, “Sketches Spain” albümlerine ve sonrasında caz müziğin kutsal yaratıcıları Herbie Hancock, John Coltrane ve Cannonball Adderly müzisyenlerle ortaklığına kadar her şey ince görülmüş kitapta. Samimi; Davis'in dilinden akıyor hayatı, asude ve dingin. Her an bir şeyler olacakmış gibi tutuyor okuyucuyu, tedirgin etmeyen ve sürükleyen bir heyecan bu. Tanıdık bir sızı belki de. “Çocukluğumdan hatırlayabildiğim ilk şey bir alev, birinin yaktığı gaz ocağından çıkan mavi bir alev. Ocağı kimin yaktığını hatırlamıyorum, belki de ben oynuyordum ocakla. Her neyse, ocaktan çıkan o alevin, olayın birdenbireliğinin beni şoke ettiğini anımsıyorum. Hatırlayabildiğim ilk şey bu; daha geriye gidince her şey bulanıyor, bir esrar perdesi kaplıyor üstünü. Ama ocaktan çıkan o alev belleğimde müzik kadar berrak. Üç yaşındaydım”. Davis tüm anlatılarında belirgin bir fluluk var ama tüme varınca hikâye duruluyor, kolay anlaşılır hale geliyor. “On iki yaşına geldiğimde müzik, hayatımdaki en önemli şey olmuştu. Daha sonra ne kadar önemli olacağını henüz idrak edemiyordum, ama geriye bakınca benim için ne kadar önemli olduğu görebiliyordum.” demesi de bunun kanıtı gibi. Davis'i kendini en çok etkileyen isimlerin Nat “King” Cole, Frank Sinatra ve Orson Welles olduğu söylemiş. Onlardan beslendiği de ortada. Bir bakıma da benzer hayatları var. Zaten şöhretin yolu cehennemden geçiyor, geçmediğini düşünen bunu tekrar düşüne dursun, popülerlik ve görünür olmanın götürdükleri çoğu zaman getirdiklerinden fazla. Amerikan rüyasınında hiç bir zaman ayık kafayla görülmediği ortada! Davis ise kaosa adım attığını ilk seferde anlıyor; “On sekiz yaşındaydım ve bazı konularda çok toydum. Kadın ve uyuşturucu gibi. Fakat çalma yeteneğime güveniyor, New York'ta yaşamaktan korkmuyordum. Yine de şehir gözleri açtı diyebilirim. Özellike gökdelenler, gürültü, arabalar ve her yerde hazır ve nazır o ilkel kalabalık. New York'un hızı şimdiye kada alışık olmadığım bir şeydi. St. Lois ve Chicago'nun hızlı olduğunu düşünürdüm ama Ney York'un yanına bile yaklaşamazlardı. İlk alışmam gereken şey insanlar oldu.”
Bu arada kitabın dilindeki küfür ve argo benim hoşuma gidiyor. Ağdalı ve elitist bir yaklaşımdan uzak, avamlaşmadan kullanılan argo her zaman okurunu kitaba ve yaşanmışlığa yaklaştırıyor. Ama bu söylediğimden sığ bir romantizmden bahsettiğimi de düşündürmesin. Herkesin bildiğini yazıdan saklamak çok da hoş değil! Bu arada kitapta Miles Davis'in ruhsal dönüşümleri, kırılmalarıyla birlikte müzikal dalgalanmalarının pararlel gittiğini de görmek mümkün.
“RUHA KESİNLİKLE İNANIRIM AMA ÖLÜMÜ DÜŞÜNMEM”
Davis, “1968'de gerçekten dinlediğim müzik Jimi Hendrix, James Brown ve Sly Stone'du. Jimi Hendrix de blues kökenliydi benim gibi. O yıllarda müziğimde gitar sesine yaklaşmaya çalışıyordum” diyor. Zaten 70'lerin başı da onun rock müziği keşfettiği elektro gitar, bas gitar, org ve amfili trompet kullandığı döneme denk düşüyor. “ Bitches Brew" da bu dönemin ürünü. Tüm değişimin sonunda ise günümüzdeki tanıyı çok önceden koyduğunu görüyoruz. “Bugün müziğin nereye gittiğini soruyorlar bana. Kesinlikle kısa cümlelere doğru gidiyor. Biraz kulağı olan herkes bunu duyabilir. Müzik değişiyor. İçinde yaşadığımız zaman ve teknoloji müziği değiştiriyor.”
Otobiyografiler her zaman fazla okunur, zaten okuyucu hemen orada kendine bir rol biçer, bir karakteri kendiyle eşler. Ama bilin ki bu hikâyede kazanan yok. Bolca müzik var, bolca hayat var ama kazanan yok. Miles Davis'in St. Louis'deki çocukluk günleri, on yedi yaşında müzik tutkusunun peşinden New York'a gidişi, arayışları, hayal kırıklıkları, umutları, kendi sesini bulma çabaları... Hızlı ve seri şekilde farklı müzisyenleri “ayartarak” ateşlemesi. Şöhret yolunda karşısına çıkar her şey... Bird, Dizzy, Monk, Trane ve daha birçok ünlü müzisyene ilişkin anıları... Uyuşturucu, alkol bağımlılığı! Bu bağımlılığa karşı mücadelesi, hayatına giren kadınlar, parasal hırsları, şık giyinme ve lüks araba merakı. Elbette yükselen her şey düşer, büyük ihtimalle de olduğu yere hem de! İşte bu açıdan onu okumak zamanın ruhnu anlamayı kolaylaştırıyor. Ve son cümle tabii ona ait; “Ruha kesinlikle inanırım ama ölümü düşünmem. Yapmak istediğim o kadar çok şey var ki ölümü düşünmeye zamanım yok.”
Miles Davis/ Miles Davis, Quincy Troupe/ Çeviren: Avi Pardo/ Encore Yayınları/ 412 s.
En Çok Okunan Haberler
- İtirafçı Nevzat Bahtiyar'dan sürpriz hamle geldi
- Kadınlara cehennem hazırlayanlar
- Avrasya tüneli trafiğe kapatıldı!
- Nasuh Mahruki'nin tutuklanma gerekçesi belli oldu!
- Cem Garipoğlu soruşturmasında karar!
- Elektronik kelepçeyi kırıp cinayet işledi
- Beşiktaş'tan Talisca açıklaması: 'Karar verilmiştir'
- MSB açıklamasında 'Erdoğan' ayrıntısı
- Teğmenlerin avukatlarından açıklama geldi!
- Albaya verilen ceza belli oldu!