Kuşun Canı
Gazetemiz yazarı Mine Söğüt, Cumhuriyet okurları için "Kuşun Canı" öyküsünü kaleme aldı.
Pencereleri hep açıyormuş. Her şey içeri girsin, her şey dışarı çıksın istiyormuş. Hiç bir şey olduğu gibi kalmasın. Her şey hep yer değiştirsin. Devamlı yalan söylüyormuş. Yemediği halde yedim, uyumadığı halde uyudum, korktuğu halde korkmadım... Boyu uzamış. Saçları artık dökülmüyormuş. Ve gözleri daha iyi görüyormuş. Geceleri hava kararmıyor bizim oralarda diye anlatıyormuş. Ve ısı hiç değişmiyor, ne soğuk diyormuş, ne sıcak. Hep ılık. Hep hafif bir meltem. Ferah ferah. Denizde kocaman uçan kırmızı balıklar var, demiş bir keresinde. Üzerine binip gezebiliyorum. Adalara götürüyorlar beni. Köprülerin bazen altından, bazen de üstünden geçiriyorlar. Bahçede bir de kaplumbağa varmış, binlerce yaşındaymış. Şehrin altındaki tüm dehlizleri avucunun içi gibi biliyormuş. Birlikte bir delikten giriyorlarmış, şehrin ta öbür ucundaki başka bir delikten çıkıyorlarmış. Yeraltında gördüklerini anlatmayacakmış bile, inanmazmışız. Neler neler... miş. Küçücük boyuna göre çok uzun olan o geniş etekli pazen elbisesinin yerlerde sürünen uçlarına kıvrılmış, anlattıklarını dinliyorum. Üzerimde belimi sıkan bir pantolon. Boğazımı boğan bir kazak. Ayakkabılarım ayağıma küçük. Saçlarımı o kadar sıkı toplamışım ki kökleri kalbimi yerinden sökecek gibi. O ne kadar ferahsa... ben o kadar sıkıntılı. Onun içi içine sığmıyor, benim içim içimde kuruyor. Aramızda yarım asırlık bir zaman.
O sanki başka topraklarda doğdu, büyüdü. Kabusları bile umut dolu. Ben onun o ferah eteklerine oturup, anlattıklarını düşünüp, korkunç hayaller kuruyorum. Benim hayallerimde mevsim hep kışmış. Gece güne hiç dönüyormuş. Bahçedeki kaplumbağanın ayaklarını kesmişler. Birlikte bir mezara yatmışız. Birlikte çok üzülüyormuşuz. Hep üşüyormuşuz. Kalkıp pencereyi kapatıyorum. Şehir dışarıda kalıyor. Kırmızı balıklar onun hayallerinden kopup pencerenin pervazına konuyor. Yıl 2099. Seneye büyük bir yıkım bekleniyor. Ve o... o iki asırdır ölmüyor, ölemiyor. “Sen ne zaman doğmuştun? diyorum. “Hitchcock’la aynı yıl” diyor, “Bizim imparatorluk 600 yaşındaydı, Mustafa Kemal piyade sınıfına yeni girmişti, II: Wilhelm Alman imparatoruydu Rusya’nın başında Çar II: Nicholas vardı. Burada? İkinci Abdülhamit... Sadrazam da Halil Rıfat. Çoktan deli diye Dolmabahçe Sarayı’na tıkılmıştı. Büyük bir sır verir gibi, beni mahsus delirttiler, diyor. Beni delirttiler ki sizi eğitebilsinler. Buna inanmam mümkün değil. Onlar, diye bir şey yok. Ne yapıyorsak biz kendimiz yapıyoruz.
Evet, diyor, anlamışsın; ne yapıyorsanız siz kendiniz yapıyorsunuz. Ne hayal ediyorsanız o oluyor. O yüzden sizi güzel günleri asla göremeyeceğinize inandırdılar. Bunu söyler söylemez, cama bir kuş çarpıyor. Boynunun kırılışını görüyoruz. Gözlerimizin içine baka baka ölüyor. Aklımızdan geçenler gibi, usulca kayarak düşüyor. Ben ağlamaya başlıyorum. Neden ağlıyorsun, diyor. Görmedin mi, diyorum, öldü, kuş cama çarptı ve gözlerimizin içine baka baka öldü. Kuşa değil kendine ağlıyorsun sen, diyor. O camı oraya, kuşun yoluna takarken düşünecektin. Onu senin tercihlerin öldürdü. Tercihlerinin sonuçlarına ağlıyorsan; o zaman kuşa değil kendine üzülüyorsun demektir. Ne dese çok şaşırıyorum. Kadere inanmıyor. Tanrı falan hep safsata onun için. Varsa yoksa tercihler. O, kırmızı uçan balıkları tercih ediyor.
Açık camları ve gezgin kaplumbağaları. Ben karabasanlarla büyüdüm. Camları sıkı sıkı kapatmayı ve kapılara kilit üzerine kilit takmayı biliyorum. Kendini koruman gerektiğini sanıyorsun, kaybetmemen gerektiğine inanıyorsun, diyor. Çatallı ve titrek sesi, alaycı. Kaybetmem mi gerekir? Gerekmez ama kaybetsen de olur. Bak, kuş kaybetti. Ama kaybedene kadar uçtu. Çünkü korku nedir bilmiyordu. Ama, diyorum, bu canına mâl oldu. Uçabilecekken, sırf korktuğu için uçmayan kuşa bu korku neye mâl olur, onu düşün, diyor. Düşünüyorum. İçim ürperiyor. Sen hiç bir şeyden korkmuyor musun, diyorum. Çok şeyden korkuyor. Açık duran camdan içeri girebileceklerden ve dışarı çıkabileceklerden. Kırmızı balıkların onu götürdükleri yerden geri getirmemesinden. Kaplumbağanın onu bir gün sırtından atmasından. Korkuyor. Ama, diyor, korkularım yüzünden hayallerimden vazgeçmem. Korkularla eğitilmeye boyun eğemem. Kalkıp camı açıyor. Az sonra bir kuş içeri girecek ve döşemesi paramparça berjerin, titrek sarı ışıklı abajurun, eprimiş kadife perdelerin, sarkmış tüllerin, cilası solmuş büfenin, delik deşik ipek halıların, onun karmakarışık ve bembeyaz ve upuzun saçlarının üzerinde uçacak ve tekrar dışarı çıkacak. O zamana kadar ikimiz de hiç konuşmayacağız. O benim korkularımı düşünüp üzülecek. Ben onun korkusuzluğunu düşünüp endişeleneceğim. Kuş bir ölecek, bir uçacak. O, kuş her uçtuğunda ve her öldüğünde açık pencereden dışarıya bakıp, her şey yer değiştirir; her şey değişir, iyi ki değişir, diyecek. Bu, onun inançsızlığının duası; benim inancımın kabusu; kuşun can.
En Çok Okunan Haberler
- Özgür Özel'den 'ABB' açıklaması
- Görüntülerle ortaya çıkardı: Doktor gözaltında
- Yavaş'tan 'istifa' iddialarına açıklama
- Milyarlık vurgun iddiası!
- Ünlü fenomen adeta bir servet kazandı!
- Galatasaray, Tottenham'ı sahadan sildi!
- Konserve ton balığında cıva tespit edildi
- Köy tipi yoğurt diye yedirmişler!
- Arbede çıktı, oturuma son verildi
- AKP’li vekil ateş püskürdü!