küçük İskender: Mahalle baskısını kale almam
Şair küçük İskender, 'Waliz Bir' ve 'Her Şey Ayrı Yazılır' adlı iki kitabıyla okurlarının karşısında. Güneşli ama soğuk bir İstanbul gününde buluştuğumuz küçük İskender ile şiiri, maziyi ve günün yakıcı dertlerini konuştuk.
küçük İskender üşüyor. Üşüyor derken, öyle şairane bir "ruh üşümesi"nden söz etmiyorum, ciddi ciddi üşüyor, zira hava bir hayli swerin. Güneşli ama serin. Biz de bir yandan Cihangir'in ara sokaklarını turluyor bir yandan üşüye üşüye konuşmaya çabalıyoruz. Yine de soğuk demeden basamakalra çöküveriyor İsjkender, elinde cigarası, ve hemen yanına gelen kediyle muhabbete koyuluyor. Sonra yine yola düşüyoruz ve oturduğu evin önünde buluyoruz kendimizi. En üst katı gösterip "Mehmet Güleryüz orada oturuyor, ressam tepesi diye bir şey var" diyor. Sonra en alt katı gösteriyor, hani şu camdan baktığınızda sadece gelen geçenlerin ayaklarını gördüğünüz türden bir daireyi: "Burada da ben oturuyorum." Yapıştırıyorum hemen: "Bu da şair dibi öyleyse." Gülüyoruz, sonra susuyoruz. Sonra bir cigara daha yakıyor o ve konuşmaya devam ediyoruz.
- İlk kitabın “Gözlerim Sığmıyor Yüzüme” 1988 yılında çıktığına göre biz seninle ilk kitabından önce tanışmışız. Ama kitabı çıkmamış bir şair için hayli ünlüydün o yıllarda. Özellikle Beşiktaş'taki Cafe Çello senin adınla anılırdı. Nasıl hatırlıyorsun Cafe Çello'yu? Edebi tarihimizdeki yeri nedir sence?
Edebiyatın, tiyatronun, resmin isimleri hep oradaydı. Osman Canik’in yönettiği o Cafe çoğumuzun tanıştığı, arkadaş olduğu, eski pastane kültürünü veya Paris bohem hayatını hatırlatan bir mekândı. Seyhan Erözçelik, Mahir Öztaş, Vecdi Çıracıoğlu, Levent Kazak, Levent Tülek, Fikret Kuşkan, Rafet Ekiz, Metin Kurt aklıma ilk gelenler. Tabii, yakınındaki Hayat Meyhanesi ile paslaşırdı Çello. Yaşı tutanlar, parası olanlar oraya transfer oldu.
-Bugün hala böyle mekanlar var mı, sanatçıların, şairlerin bir araya geldiği?
Yok, sanatçılar daha çok bireyselleşti artık. O siyah beyaz, şairlerin bir meyhanede oturduğu fotoğrafları çok özlerim ben. Hatta Seyhan Erözçelik çok isterdi, 80 kuşağı şairleri, Orhan Alkaya, Lale Müldür, sen, ben toplanalım, gidelim Emirgan'da janti kıyafetlerimizle fotoğraflar çektirelim diye. Olmadı ama olsaydı da yapay bir şey olurdu. Ama benim yaptığım şiir gecelerinde bazen farklı kuşaklardan şairlerin bir araya geldiği oluyor. Benim hatırladığım en son Ataol abinin yönlendirmesiyle belirli günlerde Beyoğlu'nda b,r meyhanede buluşulurdu. Açık masa, herkesin katılabildiği geceler. benzetmek gerekirse Cemal Süreya'nın karşıda, Hatay'da yaptığı gibi. Bir de Cevat Çapan'ın yıllardır Çiçek Pasajı'nda benzer bir masası vardır bildiğim kadarıyla.
-Nahit Hanım'ın sofrasına yetişmiş miydin?
Evet. Seyhan Erözçelik götürmüştü beni ilk oraya. Benim için Nahit Hanım hem kişi olarak çok önemliydi ama bana bir de büyük bir faydası oldu: Ece Ayhan'la onun evinde tanıştım ben. Ece Bey oraya gidip geldiğimi öğrenince benimle mutlaka görüşmek istemiş. Onunla tanıştım ve Nahit Hanımla da çok özel bir dostluğumuz oldu. Şöyle ki, mesela oturduğum iskemle Edip Beyin iskemlesiydi.
-Baş köşede yani.
Evet, tam Nahit Hanımın karşısındaki yer. Yani Yahya Kemal'le de oturup içmiş, benle de oturup içmişliği vardı. Bir de benim hafif deli doluluğum onun çok hoşuna giderdi. Şundan dolayı, belki bedensel olarak zayıflığım, biraz uzunluğum falan, romantik de bir şair olmam belki Orhan'ı (Veli Kanık) çağrıştırdı ona. Bana çok sataşır, aynı anda da bana sarılır ağlardı. Güzel bir dostluktu. Sitem ederdi bazen, ben ona hep çiçek götürürdüm, birlikte rakı içerdik ve çok iyi hatırlarsın ki oradaki gayrimüslim kadınlar yemekler yapıp getirir, sohbetler edilir, gecenin sonunda müzik aletleri çıkar şarkılar söylenir... Benim hayatımdaki önemli dönüm noktalarından biridir Nahit Hanım. Orhan'ı, Yılmaz Güney'i ve Bülent Ecevit'i çok sevdiğini ve ancak rakının dibinde onlardan bahsedildiğinde masaya bir hüznün ve gözyaşını geldiğini, arkasından da direkt neşe ve şarkıya geçildiğini hiçbir zaman unutmayacağım.
-Az önce Beyoğlu'ndan söz ettik, sık sık gittiğin bir yerdi bir zamanlar. Nasıl buluyorsun Beyoğlu'nu şimdilerde? Şiiri yazılabilir mi hâlâ?
İlhan Berk Pera ve Galata kitaplarıyla son noktayı koydu diye düşünüyorum. Beyoğlu’nun deformasyonu 2000’lerin şair kuşağını avucunun içine alırsa düzgün bir postmodern tasarım ilginç sonuçlar doğurabilir. İyi bir şiir olur mu; endişeliyim, ancak sürükleyici bir zaman aşımı workshopu olur. Genç kuşak bunun için yeteri donanıma sahip. Okunmasa da izlenebilecek şiirler çıkar ortaya mutlaka.
-İzlenebilecek şiir dedin de, sahne performansları da yapıyorsun. Bu nasıl başladı? Sahnede olmak nasıl bir duygu senin için?
25 yıla yakındır İstanbul’da ve kırk kadar şehirde, yurt dışında yüzlerce kez performansa çıktık. Çıktık derken, ya oranın yerel şairleriyle, ya genç kuşakla veya müzisyenlerle sahneyi paylaştık. Okur beni sırf şiire gömülmüş bir canlı olarak adlandırmamalı, tanımlamamalı. Kuşakdaşlarımla ortak duyarlıkta bulunmamız, bizi yan yana görmeleri çok önemli. Bu bir saf oluşturma meselesi çünkü coğrafyamızda. Onların mutluluğuna, yalnız olmadıklarını hissetmelerine şahitlik beni yükselten bir haz.
Waliz'in içindekiler...
-Can yayınları'ndan çıkan iki yeni kitabından biri olan "Waliz Bir" günlük formatında şiir ya da şiir formatında günlük olarak nitelendirebileceğimiz metinlerden oluşuyor. Bu daha önce denediğin bir format mı? Buraya geldiğin yol nasıl bir yoldu, edebi anlamda?
İnsanlarla yakın temas halindeyim sürekli; buluşmalar da genellikle evimde olur. Anlattıklarım, paylaştıklarımız birbirimizin sözlü tarihinden çıkıyor, müzikle/şiirle/filmle bulamaca dönüşüyor. İstedim ki kaybolmasın bu tuhaf karmaşa. Kendi içinde farklı bir kurgusu var çünkü. Burroughs’un Last Words adlı kitabı da böyle bir tekniği tetikledi açıkçası. Yazarın ölümüyle de yarım kalmıştı; yarım kalacak son kitaba, yani ‘Açık Kalan Waliz’e dek seri halde sürecektir.
-Okur ister istemez -bu denli yakın bir geçmişe ait olunca hele- kendi hafızasında hala canlı olan tarihleri arıyor kitapta. Mesela 15 Temmuz gecesiyle ilgili ne yazmış İskender diye soruyor, ya da neden acaba kendi doğum gününü atlamış diye merak ediyor. Sende de buna benzer bir tarih baskısı oldu mu yazarken. 15 Temmuz'u özellikle anlatma gereği duydun mu örneğin, yoksa gerçekten içinden geldiği gibi mi gitti süreç?
Yazmaya başladığımda güncelle, dışarıdakiyle bağımı kesmiş, meseleyi yol/yolcu/yolculuk olarak hesaplamıştım. Hatta el yazısı oluşturulan bu çalışmada bir önceki gün veya günlere ait dökümleri asla okumadan, göz atmadan masa başına geçiyordum. Kural kendimden bile etkilenmemekti. Ancak yazılanlar bir kitap formatına yürüdükçe şöyle bir his gelişti: “Okur beni duyarsızlıkla, apolitiklikle, egom ile suçlayabilir.” Evet, yanlış şeyler yaşanıyordu Waliz’in ötesinde; en azından değinmek, başka kaosların benim algımdaki hasarını dile getirmek bir sorumluluktu. Ne kaçtım ne de kaçındım. Ruhum sarhoşsa da bedenim hâlâ ayıktı.
- Neden Valiz değil de “Waliz”? “W” ne ifade ediyor senin için?
Okuyanlar w harfine geliş macerasına tanıklık edeceklerdir. Şu kadarını ipucu olarak verebilirim ki şüphesiz bir yabancılaşma simgesi olarak adlandırılsa da temelinde hafıza yitimi, Alzheimer endişesinin de bu kitabın yazılma dönemine damga vurduğu hissediliyor. Orada bir kelime dönmesi, bir anlam çarkı kuruluyor.
-“Waliz'e sığmayanlar” diye bir ek var kitabın sonunda ve orada “Yazdığınız şiir, hikâye, roman, deneme, eleştiri, neyse ne, sizi farklı kılmaz.” diyorsun. Bunlar değilse nedir farklı kılan insanı?
Bir diğer canlıyla neden iletişim kurduğunuz ve bu iletişimin çıkarsızlığı konusunda karşılıklı samimiyetiniz diyebilirim. Eşitliğin biyolojik, hatta düşünsel dengesini sağlamak; doğaya yaptığımız, onu terk ederek işlediğimiz suçun bedelinin içine hapsolduğumuz uygarlık safsatası olduğunu kabullenmek. İnsanlığı bilemem ama, ben farksızlığı ciddiye alıyorum inatla.
"Yazmak fizyolojik bir ihtiyaç"
-50'den fazla kitabın var. Her yıl 2-3 kitaba yetecek malzeme üretiyorsun ve sanırım bir o kadar da kenarda bekliyor. Merak ediyorum hiç yazmadan geçirdiğin, ama mecburiyetten yazmamak değil, canın istemediği için boş geçirdiğin günün oluyor mu?
Çocukluğumdan beri yazıyorum. Uyanıp hareket etmek gibi bir şey benim için yazmak. Kim bilir, fizyolojik bir ihtiyaca da dönüşmüş olabilir. Anlamlarla dertleşmek, şakalaşmak, onlara sır vermek yeteneğimi geliştirmeye çalışıyorum. Boş günüm olsa yeniden âşık olma şansımı deneyebilirdim. Ancak bazen öyle yorgun düşüyorum ki, beynim beni yönlendiriyor ve hiçbir şey yapmadan tüm gün boşluğu izliyorum.
- Diğer yeni kitabın “Her Şey Ayrı Yazılır” daha önce farklı mecralarda yayınlanmış yazılarından oluşuyor. Burada hem kendi hayatına dair çok ilginç ayrıntılar var hem de edebiyattan tut da envai çeşit konuda fikirlerin, görüşlerin, yargıların yer alıyor. Küçük İskender'in köşe yazarı hali sanki. Deneme yazmak nasıl bir alan açtı senin edebiyatında?
Belki de şiirden sonra okumaktan en zevk aldığım tür, deneme. Yıllardır iyi denemecileri izler, onların saptamalarıyla karşılaştırmalı deneyler yaparım. Beni rahatlatan bir oyundur bu. Biliyorsun, doğada neredeyse bütün hayvanlar oyunbazdır; oysa insan bu özelliği büyüdükçe aşağılar. Yine de kumar masalarından, iddialardan uzak duramaz. Oyun ve oyuncu özelliği taşımayı kaybetmeyi reddediyorum. Sosyalleşme cangılında oyun benim kurtarıcım; deneme bu haşarılığı kolluyor, şiir ise disiplin altına alıyor.
"Listenin başında Edip Cansever var"
-Şiir yazmayı öğretemezsin ama şiir yazmak öğrenilebilir derler. En çok da başka şairlerden öğrenir insan şiiri. Senin öğretmenlerin kimlerdi ve en çok öğrendiğin, en sevdiğin hangisi oldu?
Okuduğum zaman bende şiir yazma arzusu uyandıran tüm şairler eğitti beni. Listenin başına Edip Cansever’i koyarım.Onu okuyup da şiire koşmayan kimseyi tanımadım. Sonra Nâzım elbette. Şuna benziyor: Bir müzik dinlersiniz, içinizde bir şey sizi dans etmeniz için dürter. Aynı durum. Rimbaud da dansa sürükler, Baudelaire de, Shakespeare de, Ginsberg de.
Bir gün herkes mutlaka...
-Çok tuhaf günlerden geçiyoruz memleketçe. Yazarlar, akademisyenler, gazeteciler, seçilmiş milletvekilleri içeri atılıyor ve kimse de bir şey yapamıyor. Bu durum nasıl etkiliyor seni?
Hiç şaşırmıyorum. Andy Warhol’un sözünü uyarlarsak ‘Bu ülkedeki güzel insanlar bir gün mutlaka hapis yatacaktır’aforizması yıllar öncesinden hayata geçmeye başlamıştı. Nasıl etkilendiğim sorusunu dürtülerimi kontrol etmeye çalışıyorum, reflekslerimi sakinliğe davet ediyorum diye yanıtlayabilirim. Bir yanım daha sert metinlere, diğer yanım da dinginliğin havuzuna emanet işte. Haberden çok, bilginin sağlıklı çağrışımlarına teslimim.
"Herkesin sırları var"
-Müntehir yazar David Foster Wallace en büyük bağımlılığı olarak televizyonu gösterirdi. Senin de sürekli televizyonunu açık tuttuğunu okumuştum bir yerde. Bağımlılık mı bu senin için de?
Görsel tutkuyu önemsiyorum; görselin ardına saklanan gerçeğin bana söylenmemesi gerektiği hissi heyecanlandırıcı. Beden de öyledir: Büyük bir resim. Radyonun içinde insanların yaşadığına ikna edilmiş bir kuşağın elemanı olarak televizyonun içine de kainatın, kainatın tüm virüslerinin yerleştiğini iddia edebilirim. Teknoloji ile ‘varken yok’ görüntülerin bireyi emmemesi imkânsız. Sarmal ve sanal bir uzay solucanı o. Peşinden gitmeyi seviyorum, evet.
-Başka bağımlılığın var mı?
Bağımsızım. Dürüstlük takıntım, sıradanlığın sıkıcılığından bıkkınlık duymam ve gençler ve alkol ve sigara ve futbol bağımlılık sayılır mı bilemem. Normalin arkasındaki kıyamet merakı başımı yiyebilir ilerde.
-Ne demek istiyorsun normalin arkasındaki kıyamet derken?
Normalden kastım, olağan olan şeylerin her zaman aile sırrı gibi yeryüzünden sakladığı sırlar, ama bu sırlar belki bağlayıcı sırlar deği,l ama belki bütün insanlık tarihini değiştirecek sırlar olduğunu düşünüyorum. Devlet sırrı gibi. İnsanlığın da sokakta devlet sırrı gibi sırlarının olduğunu düşünüyorum ve onun açığa çıkmasında aslında büyük bir kıyametin yattığını, herkesin sırlarla aslında hayatta kaldığını ve normal bir görüntü verdiğini bize, ama arkada aslında büyük bir felaketin döndüğünü düşünüyorum. Her insanın hayatında felaketler, sırlar, üçkağıtlar olduğunu düşünüyorum. Kendi hayatım dahil olmak üzere. Bunların açığa çıkması bir kıyamet demektir.
"Gezi, bir fırsattı"
-Gezi Olayları diye bir şey yaşadık biz 3 küsur yıl önce. Şimdi geriye bakınca nasıl değerlendiriyorsun? Çok mu romantik bir dönemdi acaba? Ya da aksine, daha da mı romantik olmalıydı her şey?
Gezi’nin kırılma noktası romantizm değil, liriktir sanki. Lirizm duygu ile olmaz, ona duyu gereklidir. Duyular ön plana alınabilseydi, barış için büyük fırsattı. Ölüm olmadan yaşanmasını seçerdim; yine de gelecek adına sosyal bir laboratuar diyecektir sosyologlar. Aynı fikirdeyim.
-Sen bireysel olarak bir baskı, mahalle baskısı olabilir ya da doğrudan devlet baskısı, hissediyor musun? Ya da baskı arttı mı sence, senin deneyimlerine göre?
Benim mahallem arkadaşlarımdır, devletimse doğa. Onlarınki baskı değil, olsa olsa muhabbet ortası gerginliğidir. Arkadaşlarımla barışırım, doğa ise bir iki yıldırım patlatır; aramızda hallederiz sorun neyse. O senin dediğin tanımları hiç duymadım. Duydumsa da kale almıyorum.
Evet ama artık bu baskı bir hayli fiziksel bir hal aldı ve şiddete evrildi. Daha geçenlerde bir kadın parkta yürüdüğü için saldırıya uğradı örneğin.
Doğadan hareket ettiğimiz zaman, bir takım türler vahşi hayvan olarak kalıyor, bir takım hayvanlar ise evcilleşebiliyor. Yani bizler, bizim gibi düşünenler evcilleşmeyi, biraz daha korumacı ve korunakçı olmayı tercih eden familyadanız, ama öbürleri vahşi kalıyor. Aslında bunun çok doğal bir şey olduğunu düşünüyorum, yani politikadan ayrı düşündüğümüz zaman. Politik düşündüğümüzde açılımı çok farklı oluyor, doğal olarak baktığımız zaman mantıklı bir yan yakalayabiliyoruz. Çünkü bir tür hayvan, bir başka tür hayvana saldırıyor gibi bakıyoruz. Onu bir baskı olarak değil, bir güdü olarak bakmak ve öyle değerlendirmek gerek.
- Yani baskılanan, saldırıya uğrayan insanlar da bu hayvani yanlarını mı açığa çıkarmalılar?
Evet, yani o evcillikten vazgeçmeleri lazım.
Oyunculuk hevesine dair...
-Seninle aynı filmde oynadık: Ağır Roman. Nasıl bulaştın oyunculuğa ve sevdin mi?
Fuat Onan hem iyi bir palyaço hem de sinema adamıdır. Onun el vermesiyle İsmail Güneş’in Ateş Böceği filmiyle sete gitmeye başladım. Ardından Yusuf Kurçenli’nin Gönül Garip Bir Kuştur’u, Adnan Azar’ın Batık Aşklar Müzesi geldi. Derken birlikte çalıştığımız Ağır Roman, peşinden O Şimdi Asker. Kadıköy Halk Eğitim Mekezi’nde 11 yaşındayken Brecht’in Muhbir’i ile sahne almış, Saklambaç Gazetesi’nin çocuk fotoromanlarında oynamış, Harbiye Şehir Tiyatrosu’na kaydolmuştum. Lisede, üniversitede tiyatro derken edebiyat ağırlık kazanınca içimdeki o hevesi sinemada kısmen tatmin ettim. Devam da edebilirdim, çünkü seviyorum setleri. Bambaşka hikâyelerin kahramanları olmak müthiş bir duygu. Ama her şeyi yapacağım iddiası fazla politik. Belki ilerde.
-Şair olmasan oyuncu olur muydun, ya da ne olurdun, ne olmak isterdin? Doktor olmak istemediğini biliyoruz en azından, son sınıfta tıbbı terk ettiğine göre.
Yaratıcılığın olduğu her mesleği yapabilirdim. Yazarken, konuşurken, severken, sevişirken yaratıcı davranmayan ne varsa nefret ediyorum. Ölü fenadır. Ölü eşya, ölü doku, hareketi reddeden tüm kosmos tehlike arz eder.
- İnsanlarla yakın temas halindeyim sürekli; buluşmalar da genellikle evimde olur. Anlattıklarım, paylaştıklarımız birbirimizin sözlü tarihinden çıkıyor, müzikle/şiirle/filmle bulamaca dönüşüyor. İstedim ki kaybolmasın bu tuhaf karmaşa. Kendi içinde farklı bir kurgusu var çünkü. Burroughs’un Last Words adlı kitabı da böyle bir tekniği tetikledi açıkçası. Yazarın ölümüyle de yarım kalmıştı; yarım kalacak son kitaba, yani ‘Açık Kalan Waliz’e dek seri halde sürecektir.
* Okur ister istemez -bu denli yakın bir geçmişe ait olunca hele- kendi hafızasında hala canlı olan tarihleri arıyor kitapta. Mesela 15 Temmuz gecesiyle ilgili ne yazmış İskender diye soruyor, ya da neden acaba kendi doğum gününü atlamış diye merak ediyor. Sende de buna benzer bir tarih baskısı oldu mu yazarken. 15 Temmuz'u özellikle anlatma gereği duydun mu örneğin, yoksa gerçekten içinden geldiği gibi mi gitti süreç?
- Yazmaya başladığımda güncelle, dışarıdakiyle bağımı kesmiş, meseleyi yol/yolcu/yolculuk olarak hesaplamıştım. Hatta el yazısı oluşturulan bu çalışmada bir önceki gün veya günlere ait dökümleri asla okumadan, göz atmadan masa başına geçiyordum. Kural kendimden bile etkilenmemekti. Ancak yazılanlar bir kitap formatına yürüdükçe şöyle bir his gelişti: “Okur beni duyarsızlıkla, apolitiklikle, egom ile suçlayabilir.” Evet, yanlış şeyler yaşanıyordu Waliz’in ötesinde; en azından değinmek, başka kaosların benim algımdaki hasarını dile getirmek bir sorumluluktu. Ne kaçtım ne de kaçındım. Ruhum sarhoşsa da bedenim hâlâ ayıktı.
* Neden Valiz değil de “Waliz”? “W” ne ifade ediyor senin için?
- Okuyanlar w harfine geliş macerasına tanıklık edeceklerdir. Şu kadarını ipucu olarak verebilirim ki şüphesiz bir yabancılaşma simgesi olarak adlandırılsa da temelinde hafıza yitimi, Alzheimer endişesinin de bu kitabın yazılma dönemine damga vurduğu hissediliyor. Orada bir kelime dönmesi, bir anlam çarkı kuruluyor.
* “Waliz'e sığmayanlar” diye bir ek var kitabın sonunda ve orada “Yazdığınız şiir, hikâye, roman, deneme, eleştiri, neyse ne, sizi farklı kılmaz.” diyorsun. Bunlar değilse nedir farklı kılan insanı?
- Bir diğer canlıyla neden iletişim kurduğunuz ve bu iletişimin çıkarsızlığı konusunda karşılıklı samimiyetiniz diyebilirim. Eşitliğin biyolojik, hatta düşünsel dengesini sağlamak; doğaya yaptığımız, onu terk ederek işlediğimiz suçun bedelinin içine hapsolduğumuz uygarlık safsatası olduğunu kabullenmek. İnsanlığı bilemem ama, ben farksızlığı ciddiye alıyorum inatla.
"Yazmak fizyolojik bir ihtiyaç"
* 50'den fazla kitabın var. Her yıl 2-3 kitaba yetecek malzeme üretiyorsun ve sanırım bir o kadar da kenarda bekliyor. Merak ediyorum hiç yazmadan geçirdiğin, ama mecburiyetten yazmamak değil, canın istemediği için boş geçirdiğin günün oluyor mu?
- Çocukluğumdan beri yazıyorum. Uyanıp hareket etmek gibi bir şey benim için yazmak. Kim bilir, fizyolojik bir ihtiyaca da dönüşmüş olabilir. Anlamlarla dertleşmek, şakalaşmak, onlara sır vermek yeteneğimi geliştirmeye çalışıyorum. Boş günüm olsa yeniden âşık olma şansımı deneyebilirdim. Ancak bazen öyle yorgun düşüyorum ki, beynim beni yönlendiriyor ve hiçbir şey yapmadan tüm gün boşluğu izliyorum.
* Diğer yeni kitabın “Her Şey Ayrı Yazılır” daha önce farklı mecralarda yayınlanmış yazılarından oluşuyor. Burada hem kendi hayatına dair çok ilginç ayrıntılar var hem de edebiyattan tut da envai çeşit konuda fikirlerin, görüşlerin, yargıların yer alıyor. Küçük İskender'in köşe yazarı hali sanki. Deneme yazmak nasıl bir alan açtı senin edebiyatında?
- Belki de şiirden sonra okumaktan en zevk aldığım tür, deneme. Yıllardır iyi denemecileri izler, onların saptamalarıyla karşılaştırmalı deneyler yaparım. Beni rahatlatan bir oyundur bu. Biliyorsun, doğada neredeyse bütün hayvanlar oyunbazdır; oysa insan bu özelliği büyüdükçe aşağılar. Yine de kumar masalarından, iddialardan uzak duramaz. Oyun ve oyuncu özelliği taşımayı kaybetmeyi reddediyorum. Sosyalleşme cangılında oyun benim kurtarıcım; deneme bu haşarılığı kolluyor, şiir ise disiplin altına alıyor.
"Listenin başında Edip Cansever var"
* Şiir yazmayı öğretemezsin ama şiir yazmak öğrenilebilir derler. En çok da başka şairlerden öğrenir insan şiiri. Senin öğretmenlerin kimlerdi ve en çok öğrendiğin, en sevdiğin hangisi oldu?
- Okuduğum zaman bende şiir yazma arzusu uyandıran tüm şairler eğitti beni. Listenin başına Edip Cansever’i koyarım.Onu okuyup da şiire koşmayan kimseyi tanımadım. Sonra Nâzım elbette. Şuna benziyor: Bir müzik dinlersiniz, içinizde bir şey sizi dans etmeniz için dürter. Aynı durum. Rimbaud da dansa sürükler, Baudelaire de, Shakespeare de, Ginsberg de.
Bir gün herkes mutlaka...
* Çok tuhaf günlerden geçiyoruz memleketçe. Yazarlar, akademisyenler, gazeteciler, seçilmiş milletvekilleri içeri atılıyor ve kimse de bir şey yapamıyor. Bu durum nasıl etkiliyor seni?
- Hiç şaşırmıyorum. Andy Warhol’un sözünü uyarlarsak ‘Bu ülkedeki güzel insanlar bir gün mutlaka hapis yatacaktır’aforizması yıllar öncesinden hayata geçmeye başlamıştı. Nasıl etkilendiğim sorusunu dürtülerimi kontrol etmeye çalışıyorum, reflekslerimi sakinliğe davet ediyorum diye yanıtlayabilirim. Bir yanım daha sert metinlere, diğer yanım da dinginliğin havuzuna emanet işte. Haberden çok, bilginin sağlıklı çağrışımlarına teslimim.
"Herkesin sırları var"
* Müntehir yazar David Foster Wallace en büyük bağımlılığı olarak televizyonu gösterirdi. Senin de sürekli televizyonunu açık tuttuğunu okumuştum bir yerde. Bağımlılık mı bu senin için de?
- Görsel tutkuyu önemsiyorum; görselin ardına saklanan gerçeğin bana söylenmemesi gerektiği hissi heyecanlandırıcı. Beden de öyledir: Büyük bir resim. Radyonun içinde insanların yaşadığına ikna edilmiş bir kuşağın elemanı olarak televizyonun içine de kainatın, kainatın tüm virüslerinin yerleştiğini iddia edebilirim. Teknoloji ile ‘varken yok’ görüntülerin bireyi emmemesi imkânsız. Sarmal ve sanal bir uzay solucanı o. Peşinden gitmeyi seviyorum, evet.
* Başka bağımlılığın var mı?
- Bağımsızım. Dürüstlük takıntım, sıradanlığın sıkıcılığından bıkkınlık duymam ve gençler ve alkol ve sigara ve futbol bağımlılık sayılır mı bilemem. Normalin arkasındaki kıyamet merakı başımı yiyebilir ilerde.
* Ne demek istiyorsun normalin arkasındaki kıyamet derken?
- Normalden kastım, olağan olan şeylerin her zaman aile sırrı gibi yeryüzünden sakladığı sırlar, ama bu sırlar belki bağlayıcı sırlar deği,l ama belki bütün insanlık tarihini değiştirecek sırlar olduğunu düşünüyorum. Devlet sırrı gibi. İnsanlığın da sokakta devlet sırrı gibi sırlarının olduğunu düşünüyorum ve onun açığa çıkmasında aslında büyük bir kıyametin yattığını, herkesin sırlarla aslında hayatta kaldığını ve normal bir görüntü verdiğini bize, ama arkada aslında büyük bir felaketin döndüğünü düşünüyorum. Her insanın hayatında felaketler, sırlar, üçkağıtlar olduğunu düşünüyorum. Kendi hayatım dahil olmak üzere. Bunların açığa çıkması bir kıyamet demektir.
"Gezi, bir fırsattı"
* Gezi Olayları diye bir şey yaşadık biz 3 küsur yıl önce. Şimdi geriye bakınca nasıl değerlendiriyorsun? Çok mu romantik bir dönemdi acaba? Ya da aksine, daha da mı romantik olmalıydı her şey?
- Gezi’nin kırılma noktası romantizm değil, liriktir sanki. Lirizm duygu ile olmaz, ona duyu gereklidir. Duyular ön plana alınabilseydi, barış için büyük fırsattı. Ölüm olmadan yaşanmasını seçerdim; yine de gelecek adına sosyal bir laboratuar diyecektir sosyologlar. Aynı fikirdeyim.
* Sen bireysel olarak bir baskı, mahalle baskısı olabilir ya da doğrudan devlet baskısı, hissediyor musun? Ya da baskı arttı mı sence, senin deneyimlerine göre?
- Benim mahallem arkadaşlarımdır, devletimse doğa. Onlarınki baskı değil, olsa olsa muhabbet ortası gerginliğidir. Arkadaşlarımla barışırım, doğa ise bir iki yıldırım patlatır; aramızda hallederiz sorun neyse. O senin dediğin tanımları hiç duymadım. Duydumsa da kale almıyorum.
* Evet ama artık bu baskı bir hayli fiziksel bir hal aldı ve şiddete evrildi. Daha geçenlerde bir kadın parkta yürüdüğü için saldırıya uğradı örneğin.
- Doğadan hareket ettiğimiz zaman, bir takım türler vahşi hayvan olarak kalıyor, bir takım hayvanlar ise evcilleşebiliyor. Yani bizler, bizim gibi düşünenler evcilleşmeyi, biraz daha korumacı ve korunakçı olmayı tercih eden familyadanız, ama öbürleri vahşi kalıyor. Aslında bunun çok doğal bir şey olduğunu düşünüyorum, yani politikadan ayrı düşündüğümüz zaman. Politik düşündüğümüzde açılımı çok farklı oluyor, doğal olarak baktığımız zaman mantıklı bir yan yakalayabiliyoruz. Çünkü bir tür hayvan, bir başka tür hayvana saldırıyor gibi bakıyoruz. Onu bir baskı olarak değil, bir güdü olarak bakmak ve öyle değerlendirmek gerek.
* Yani baskılanan, saldırıya uğrayan insanlar da bu hayvani yanlarını mı açığa çıkarmalılar?
- Evet, yani o evcillikten vazgeçmeleri lazım.
Oyunculuk hevesine dair...
* Seninle aynı filmde oynadık: Ağır Roman. Nasıl bulaştın oyunculuğa ve sevdin mi?
- Fuat Onan hem iyi bir palyaço hem de sinema adamıdır. Onun el vermesiyle İsmail Güneş’in Ateş Böceği filmiyle sete gitmeye başladım. Ardından Yusuf Kurçenli’nin Gönül Garip Bir Kuştur’u, Adnan Azar’ın Batık Aşklar Müzesi geldi. Derken birlikte çalıştığımız Ağır Roman, peşinden O Şimdi Asker. Kadıköy Halk Eğitim Mekezi’nde 11 yaşındayken Brecht’in Muhbir’i ile sahne almış, Saklambaç Gazetesi’nin çocuk fotoromanlarında oynamış, Harbiye Şehir Tiyatrosu’na kaydolmuştum. Lisede, üniversitede tiyatro derken edebiyat ağırlık kazanınca içimdeki o hevesi sinemada kısmen tatmin ettim. Devam da edebilirdim, çünkü seviyorum setleri. Bambaşka hikâyelerin kahramanları olmak müthiş bir duygu. Ama her şeyi yapacağım iddiası fazla politik. Belki ilerde.
* Şair olmasan oyuncu olur muydun, ya da ne olurdun, ne olmak isterdin? Doktor olmak istemediğini biliyoruz en azından, son sınıfta tıbbı terk ettiğine göre.
- Yaratıcılığın olduğu her mesleği yapabilirdim. Yazarken, konuşurken, severken, sevişirken yaratıcı davranmayan ne varsa nefret ediyorum. Ölü fenadır. Ölü eşya, ölü doku, hareketi reddeden tüm kosmos tehlike arz eder.
En Çok Okunan Haberler
- CHP'den 'İmamoğlu' çağrısı
- İhraç talebi ile disipline sevk iddiası!
- 2 çocuk vurulmuş halde ölü bulundu!
- AKP'li başkandan 'torpil' savunması
- İşte Enes Güran'ın kolundaki ısırık izinin fotoğrafı
- 'Erdoğan' zirvesi sonrası MHP'den bir paylaşım daha!
- Çok konuşulacak 'Kabine değişikliği' kulisi
- Biberonla tiner içirilen bebek öldü
- Bahçeli'nin 'Öcalan' çağrısında yeni perde
- Ahu Tuğba'nın ölüm nedeni belli oldu!