Elçin Poyrazlar

Korona mültecileri

27 Haziran 2020 Cumartesi

Kontuarın arkasındaki  İspanyol kadın yeşil gözlerini açarak ‘Hayır’ diyor, ‘Uçağa binemezsiniz’.

Madrid havalimanı, yolcuların bir felakette aniden terk ettiği dev, oyuk bir gemiye benziyor. Dükkanlar kapalı, panoların renkleri sönük, kulakları sağır eden uçak motorları sessiz.  

O terk edilmiş gemiye binerek, uzaya gitmeye çalışan üç küçük maceracı çocukmuşuz gibi şaşkınlıkla inceliyor bizi kadın.  ‘Türkiye girişinize izin vermiyor’ diye devam ediyor. 

Bu sefer şaşkınlık sırası bizde. Türkiye’ye uçuşların başladığını, vatandaşlarının girmesinde sorun olmayacağını, bu kararı İspanyol yetkililerin veremeyeceğini…Tane tane anlatıyoruz.

Gerginlik artınca imdadımıza Türkiye Büyükelçiliği yetişiyor. Uzun süren telefon trafiğinin sonunda İspanyol yetkililer uçuşa on dakika kala izin veriyorlar. Kapıda gümrük polisi uzun uzun sorguya çekiyor bizi. 

‘Nereye gidiyoruz? Neden gidiyoruz? Ne kadar kalacağız? Belgelerimiz nerede?’


Erken İstanbul uçağının yolcuları Türkçe konuştuğumuzu duyunca yanımıza yaklaşıyor. Yaşlı bir kadın yorgun ve uykusuz gözlerimize bakıp bize poğaça ikram ediyor. Az sonra uçağa bineceklere imrenerek bakıyoruz.

Avrupa’nın sevgili projesi serbest dolaşımın, tarihin derinliklerine karıştığını birinci elden görüyoruz. Artık hiçbir şey serbest değil. Sınırlar kaskatı yerinde. Her geçişte sıkıyönetim sorgusu altındayız. Savaşta sınırları aşmaya çalışan kaçaklar gibi kuşkucu suçlamalar bizi takip ediyor. Uzak durulması gereken cüzzamlılar gibiyiz. Sonunda Frankfurt’a giden uçak havalanıyor. Uçağın ancak üçte biri dolu. Her yolcunun arasında bir koltuk boşluk var. Girer girmez elimize dezenfektan mendilleri tutuşturuluyor. Yolculuk boyunca maskelerimizi yüzümüzde tutma komutu veriliyor. Sadece yeme ve içme sırasında açabiliriz. Frankfurt havalimanında bir yetkili bizi gümrük polisine yönlendiriyor. Arkadan biri ‘Sosyal mesafeyi koruyun, 1.5 metre’ diye bağırıyor. Hemen hizaya geçiyoruz. 

Kimse gülmüyor, kimse sohbet etmeye cesaret edemiyor, kimse yolculuğun sonundan emin değil. Nihai noktaya ulaşacak mıyız, bilmiyoruz.  Pasaportlarımız ve İstanbul biletlerimiz Alman polisini düşündürüyor bir süre. İki polis aralarında konuşuyor. Tedirgin edici biçimde kaşlarını çatıyorlar. Sonra birilerini arıyorlar telefonla. Başlarını sallıyorlar ve bize bakıyorlar. 

Hakkımızda yargılar, kararlar veriliyor. Suçumuz korona günlerinde yolculuk etmek. Sonra yukarıyı işaret ediyorlar. İtiraz etmeden çıkıyoruz. Bu sefer gümrük memurları kabinlerinin içinden bize bıkkınlıkla bakıyor. 

Avrupa pasaportu taşımamızın bir önemi yok. Korona salgını herkesi eşitlemiş. Onlar için yalnızca Alman vatandaşları ayrıcalıklı. Ertesi günkü uçağı beklemek için transit bölgeye yönlendiriliyoruz. Bir gece Almanya’da otelde kalmamıza izin yok. 

Transit bölgesi, koltuklara boylu boyunca uzanmış, uyuklayan yolcularla soğuk, metal bir yatakhaneyi andırıyor. Arkamızda kilolu bir adam yüksek sesle horluyor, yan taraftaki koltuklarda bir grup Afrikalı yerel müzikleri eşliğinde dans ediyor ve gülüyorlar. Az ötede yaşlı bir adam Rusça bir yarışma programı izliyor. 

Dünyanın dört bir yanından ayrı dillerde ve kültürlerde iki düzine kadar insan aynı şeyi ümit ediyor; eve gitmek, sevdiklerine kavuşmak, vatanına dönmek.  

Salgının taşıdığı belirsizlik geceleri daha çok hissediliyor. Hepimiz mülteciyiz, hepimiz yabancıyız, hepimiz araftayız. 

Erken İstanbul uçağının yolcuları Türkçe konuştuğumuzu duyunca yanımıza yaklaşıyor. Yaşlı bir kadın yorgun ve uykusuz gözlerimize bakıp bize poğaça ikram ediyor. Az sonra uçağa bineceklere imrenerek bakıyoruz. 

Nihayet yirmi yedi saat sonra ekranda beliren İstanbul yazısı içimizi ısıtıyor.  Heyecanla sıraya giriyoruz. Yüzümüzde maskeler, elimizde biniş kartları, cebimizde antibakteriyel jeller, körükte yürüyoruz. 

Korona mültecisi olarak hepimizin tek bir hayali var;  uçağın tekerleğinin özlediğimiz o topraklara değmesi.  




Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları