Kendimizden kaçıp kendimize sığınıyoruz
Serhat Güney ilk romanı “Size Genç Şair Diyenin...”de farklı dünyalardan gelip buluştukları baskıcı yatılı okulda birbirleriyle çatışarak ve birbirlerini dayanarak hayatta kalmaya çalışan ikin gencin hikayesini anlatıyor. Güney, kendimizi reddede reddede, kendimizle çelişe çelişe yaşadığımız hayatın deşifresini yapmayı deniyor.
“Bozkırın ortasında, büyük bir kışla daha yeni boğuşup düze çıkmış küçük bir şehir. Türkiye devletçiliğinin çarpık sınıf senaryosunda bir araya gelmiş iki yeniyetme. Biri alabildiğine öfkeli, diğerinin başında kavak yelleri... Şiirlerin, küçük sevinçlerin ve değerli anların peşine düşmenin muteber sayılmadığı bir iklimde, bilinmeyen bir geleceğin ardından koşan, boyuna tökezleyen iki genç” İşte Serhat Güney ilk romanında dar bir bürokratik çevrenin içinde yolunu kaybetmiş bir ergenliğin saldırgan sayıklamasıyla çıkıyor karşımıza.
-Kitap iki gencin, daha doğrusu ergenin hikayesi. Taşrada ergen olmak, aile baskısı, yoksunluklar üzerinden ilerliyor roman. Nasıl bir kurgu yazdınız?
Hikayenin odağındaki iki genç aslında farklı dünyalardan geliyorlar ama aynı ortamda buluşuyorlar. Buluştukları yerse baskıcı bir yatılı okul. Hem birbirleriyle çatışarak hem de birbirlerine dayanarak hayatta kalmaya çalışan iki ergenin hikayesini anlatmaktı amacım. 12 Eylül darbesinin şekillendirdiği bir eğitim sistemi, aile, küçük şehir atmosferi... Bunlar gençliğin eşiğindeki bir çocuğu çileden çıkarabilecek baskı odakları. Bu ortamda nasıl hayatta kalınır, o eşikler nasıl atlanır, atlanırken ne kadar yara alınır, kafamda buna benzer sorular vardı.
-Eğitim sistemi üzerini yazılı roman neredeyse yok gibi. Burada da bürokrasi içinde kendini sıkışmış hisseden gençlerin çığlığını duyuyoruz.
Eğitim dünyanın her yerinde şekillendiricidir ama zamana ve mekana göre bu işlevin dozu kaçar. Bir kere bizim ülkemizin garip bir özelliği oldu bu konuda, bu şekillendirmenin nasıl olması gerektiğine bir türlü karar veremedi muktedirler. Böyle olunca da hep bir biçimde, o yöne ya da bu yöne doğru hep dozu, ayarı kaçmış bir eğitim sistemine maruz kaldık biz kuşaklar boyunca. Hiç değilse biraz eli yüzü düzgün, verdiğini başımıza kakmayan yahut çivi gibi çakmaya niyet etmemiş bir sistem kurulamayınca iş parodiye dönüşüyor biraz. Hababam Sınıfı fenomenini düşünün. Neresinden tutulsa elinizde kalacak bir şeyi ancak böyle anlatabiliyorsunuz. Hababam Sınıfı çok başarılı ve özgün bir eserdir bu anlamda. Bense daha dramatik bir çerçeveye oturtmak istedim bunu ve tabii okulu ve eğitimi çevreleyen tüm diğer iktidar odaklarını da hesaba katmak zorundaydım.
-Karşılaşmalar çok fazla romanda. Günümüzün moda tabiri ile “paralel” bir hayat var. Siz bunun ne kadarısınız?
İki farklı genç var burada doğru, fakat birbirlerinden farklı olsalar dahi aynı cenderenin içinde oldukları için bir ölçüde birbirlerini tamamlamak gibi bir deneyim de yaşıyorlar. Ying yang gibi... Hepimiz için böyle değil mi aslında, modern dünya bize kendimiz için paralel hayatlar kurgulamayı dayattı. Kendimizi reddede reddede, kendimizle çelişe çelişe yaşadığımız bir hayat bu. Kendimizden kaçıp kendimize sığınıyoruz durmadan. Sonuçta kaçacak bir yer olmadığını söylemek istiyorum, hırçınlığımız bundan.
-Sınıf çatışması da çok belirgin dedik roman, hatta omurgası belki de...
Evet, sınıf çatışması romanın omurgasını oluşturuyor. Fakat bize özgü bir sınıf hiyerarşisi burada vurgulanan. Türkiye henüz devletçiliği tam olarak terketmemişken geçerli olan bir ilişki. Resmi toplumla, yani bürokrasi ile bürokrasi dışı toplumsal aktörler arasındaki hiyerarşinin, sınıfsız-imtiyazsız diye sunulan bir toplum projesinde nasıl çelişkiler ürettiğini sergilemek isteyen bir yönü de var bu romanın.
-İlk kitabınız “Gezinti” için buluştuğumuzda “bu bir kaybedenler kitabı” demiştik. Bu kitap kazanan var mı?
Bu kitapta bir kazanan yok aslında ama diğerine göre izafi olarak kaybetmemiş görünen bir karakter var. Kaybetmemiş olmanın kazanmak anlamına gelmediğini göstermeye çalışıyorum bir bakıma. Dünyada gerçek bir kazanma hikayesi olabileceğine hiç inanmadım niyeyse. Daha önce de uzun uzun konuştuğumuz gibi, dünyanın kaybedenlerin omuzlarında döndüğüne inanıyorum. Dünyanın kaç bucak olduğunu kaybedenlerin hikayeleri anlatabilir bize ancak, kazananlar üzerine anlatılanları masal olarak tanımlamalıyız belki de...
-Bir yandan akademisyen kimliğiniz var. O yüzden mi romanın kurgusu eğitim sistemine karşı duruyor. Akademisyen olmanın dünyası başka, dili de farklı ve sıkıcı. Edebiyatçı kimliği ile nasıl bir geçiş sağlıyorsunuz?
Akademisyenlik mesleğim, edebiyat ise yaşam biçimim. Meslek dediğinizde bir iş çağrışımı oluyor ister istemez ve bu da doğal olarak beraberinde birtakım şablonları, usul erkan işlerini, bir jargonu, belli tarz ilişkileri dayatıyor size. Bu her iş için geçerlidir ama Türkiye'de akademisyen olmanın zorlukları saymakla bitmez. Bilimselliği dışlayan bir akademik kültür var bizim ülkemizde, meslek yaşantımın hiç bir anında tatmin olduğumu söyleyemem. Ne kendimden ne de içinde bulunduğum ortamdan. Sadece öğrencilerimle bir aradayken mutluyum.
Akademinin bizi şekillendirirken dayattığı o çetrefil ve ağdalı söyleyişle edebiyatın hayatın içinden, sadelik ve akıcılık gerektiren dili arasında salınırken baya bir acı çektiğimi söyleyebilirim.
En Çok Okunan Haberler
- Türkiye'nin en ünlü tekstil devi kapandı
- SMA'lı bebeğin babası intihar etti!
- Muğla'da helikopter kazası: 4 kişi öldü!
- Soğuk havada TIR kuyruğu 30 kilometreyi geçti
- 'Su sorununu çözmek, DSİ'nin görevi değil'
- Öğrencisinin Suriye'de Bakan olduğunu öğrendi
- 'Ev hapsi' kararının ardından ilk kez konuştu
- Evini kiraya verecekler için geri sayım
- İstanbul Barosu hakkında soruşturma!
- 190 milyon dolarlık dev rövanşta kazanan belli oldu!