"Gerçek bir kuklacı öyle bir despottur ki, Rus Çarı bile onun yanında sıradan bir jandarma eri gibi kalır. Bir düşünün, o oyunlarını tek başına yazar, dekorlarını kendi boyar, kuklalarına tahtadan istediği şekli verir, kendi sesiyle beş, altı, hatta bazen daha bile fazla sayıda rolü konuşturur. Ve asla bir zorluk, bir tutukluk yaşamaz, bir engelle karşılaşmaz. Ama diğer taraftan da kuklalarıyla iyi geçinmek zorundadır, çünkü onun için birer canlı olmuşlardır." Walter Benjamin'e ait bu satırları okuduğumda “Kesinlikle her şeyi doğru özetlemiş” diyor Cengiz Özek. Kendisi 40 yıldır Karagöz ile uğraşıyor, kukla dendiğinde ülkemizde akla gelen ilk isim belki de. Kendi kurduğu İstanbul Kukla Festivali bu yıl 21. kez perdelerini açtı ve şu sıralarda dolu dizgin devam ediyor. Sanatta 40. yılını dolduran Özek ile bu vesileyle kapsamlı bir söyleşi yaptık. Buyrunuz...
*40 yıl öncesine dönersek Cengiz, seni bu işe çeken ne oldu?
Buna net bir cevap vermem kolay değil ama ortaokuldaki resim hocamız Ali Kıyak bize elişi derslerinde Karagöz'le ilgili ödevler vermeseydi, birlikte Karagöz figürlerini değişik malzemelerden yapmasaydık ve bu ödevlere benim ekstra katkılı çalışmalarım olmasaydı sanıyorum hoca bana Karagöz öğretmek istemezdi. Bu da benim kendi içimde olan, Karagöz'e ya da kaybolmuş sanatlara karşı bir ilginin olduğunu gösteriyor. Böyle olunca birden hoca bana 'deve' diye hitap etmeye başladı. Ben de düşünüyordum, o kadar uzun boylu değilim, hatta kısa sayılırım, eğri büğrü de değilim, nedir bu durum diye... Sonra bir gün hoca "Karagöz figürü deve derisinden yapılır, Karagözcü için deve çok kıymetlidir, ben de sevdiğim ve değer verdiğim öğrencilerime deve diye hitap ederim" deyince mutlu oldum. Yıl 1978.
* Hangi okuldu bu?
Oruçgazi Ortaokulu. Ve o yıl bizim okula gelmişti hoca, şans her şey yani, pamuk ipliğine bağlı her şey. Kendisi önceden İmam Hatipte ders veriyormuş, oraya atamışlar, sonra böyle figürler falan yapmaya balşlayınca bir anlaşmazlık olmuş ve bizim okula geçiyor. Bunu da şunun için anlattım, günümüze dokunan bir durum söz konusu, bir kaç yıl evvel hocanın cenazesinde öğrendik ki şu andaki cumhurbaşkanımız ve bir önceki İstanbul belediye başkanı da onun öğrencileri olmuşlar İmam Hatipte.
* Büyük bir şans tabii böyle hayat şekillendiren bir hocayla karşılaşmak. Ama başka hocalar da var tabii değil mi anmamız gereken?
Tabii ki Semih İrteş, Cahide Keskiner, Melek Anter, Günseli Kato gibi dönemin, hâlâ günümüzün bile bu işlerle uğraşan en elit hocalarıyla tanışma şansı oldu ilerki yıllarda. Sonra ben Semih İrteş ile daha yakın çalışmaya başlayıp kalem işine yöneldim, kalemkar olarak daha çok ürün vermeye başladım. Bütün bunlar gerçekleşirken de Sühely Ünver ile tanışıp kendisinden birçok konuda feyz aldım, onu o yıllarda bir rol model olarak benimsedim.
17 yaşında ilk sergi
* Karagöz'e olan ilgin bu noktadan sonra okulun da önüne geçti değil mi?
Evet. 14 yaşımda Karagöz'le tanıştım, 17 yaşımda da ilk sergimi açtım. O zamanlar Beyoğlu'ndaki Yapı Kredi Bankası'nın altında Kazım Taşkent Sanat Galerisi vardı ve sanat danışmanı da Vedat Nedim Tör'dü. Herhalde 15 yaşımda falandım, bir cesaretle çıktık yanına arkadaşlarla ve şans eseri karşımıza o çıktı. Buyrun ne istiyorsunuz, işte sergi açabilir miyiz, ne sergisi, Karagöz... Sempatik geldik herhalde öyle küçücük görünce karşısında bizi ve "var mı yanınızda yaptıklarınız?" dedi. Yaptıklarımız görünce birdenbire suratındaki ifade değişti ve yardımcısı Nurhayat Berker'di, -sonra hatta Nurhayat hanım geldi galerinin başına- ve dedi ki "Nurhayat, derhal delikanlılara yer verelim". O da şaşırdı ve kulağımza fısıldayarak "Hocamız Sanat Dünyamız dergisine profesörden aşağı kimseye yazı yazdırmaz, sanatın hep en üst noktasındaki insanlara yer verir, çok şanslısınız" dedi. Böylece ilk sergimizi 17 yaşında açtık ve o sergi olduğu gibi Hollanda Ulusal Müze tarafından satın alındı.
* Karagöz oynatıcılığı ne zaman başladı peki?
O da, ilginçtir, ilk sergiyi açtık biz Kazım Taşkent'te ve bir ilgi patlaması oldu. İstiklal Caddesi de o zamanlar şimdiki gibi değildi, daha eğitim ve kültür seviyesi yüksek insanların dolandığı bir yerdi. Ve sergimiz dolup taşıyordu, herkes bu kendi geleneğinden gelen kültüre olan özlemle içeriye giriyor, "Bravo çocuklar" diyor, ki o serginin ziyaretçi defterini hâlâ saklarım, kimler kimler gezmiş... O sergide İl Kültür Müdürü ile tanıştım, Nabay Önder yanlış hatırlamıyorsam, ve yeni açılacak olan Atatürk Kitaplığı'ndan bahsetti. İşte Atatürk Kitaplığı'nın açılışda ilk gösteriyi biz yaptık. Orada herhalde 10 gösteri falan yaptım ve o şekilde profesyonel oldum.
'Usta çırak ilişkisine inanmam'
* Kimden öğrenmiştin Karagöz oynatıcılığını?
Kendi kendinme öğrendim. Metin And'ın kitaplarını okudum, nasıldır, nasıl oynatılır... O içimden gelen bir yetenek herhalde. O yıllarda Karagöz oynatan vardı elbeytte, yok diyemem ama ben hiç izlememiştim. Sadece televizyonda ya da radyoda... Hayali Küçük Ali'nin sesi hep kulağımda oldu, televizyonda da birkaç kere izledim o kadar. Zaten o ünlü büyük ustaların çoğu, Orhan Kurt mesela rahmetli oldu, Tacettin Diker keza rahmetli, bir Metin Özlen hayatta, onlar da Kültür Bakanlığı'nın 1973'te açtığı kursla Karagöz öğreniyorlar benim hocamla birlikte. Biz de 1978'de öğrendik zaten. Önümde örnek oluşturabişlecek pek kimse yoktu yani. Ama iyi ki de böyle olmuş, çünkü kendi kendine insan okuyup bir şeylere karar verince daha farklı bir çizgi oluşturuyor kafasında. Algılıyorsun ve ona göre üretmeye başlıyorsun, taklit etmiyorsun. Ben usta çırak ilişkisinin pek doğru olduğunu düşünmüyorum bu sanat için. Bazı sanatlarda ilginç olabilir ama burada bence gerekmiyor.
* Karagöz ve genel olarak kukla aslında muhalif bir sanat değil mi, halkın yanında, onun sesi bir anlamda.
Tabii kesinlikle öyle, ama bir dönem tam tersi yapılmış ve Karagöz halkı eğitmek için kullanılmış hep. Oysa Karagöz tüm halkın eğlencesi olmalı, sadece bir zümrenin değil. Tüm Türkiye'yi kucaklayan esprilere sahip olmalı, ki kendi Karagöz'ümde bunu yapmaya çalışıyorum ben. Karagöz figürlerine baktığında da onun dünyasının ne kadar zengin olduğunu ve günü takip ettiğini görüyorsun. Bu çok önemli. Karagöz hep aynı oyunların oynandığı bir sanat değil. Eski araştırmacılar Karagöz'ü anlatırken sanki kuralları olan, başı sonu belli bir sanat diye anlatmışlar. Ama öyle olmadığını anlıyorsun. Bunlar hep masal, işte o masallardan kurtulup Karagöz'ün gerçeğine ulaşmak lazım.
* Sonra konservatuar eğitimi de aldın sen. Oraya girerken nasıl bir hedef vardı kafanda?
Sergiler devam ediyordu bir yandan. İkinci sergimi Topkapı sarayı'nda, üçüncü sergimi de Ayasofya'da açtım. Ama sürekli olarak da gösteri yapmam için talep geliyordu. Ben de tamam ama dedim, bunu profesyonel seviyeye çıkartmak lazım. O dönemde açılan birçok kurs vardı ve gazetelerde ilanları çıkardı. O ilanlardan bir tanesi ilgimi çekti: Kadıköy Bahariye Caddesi'nde Tevfik Gelenbe Tiyatrosu. Tevfik Gelenbe tabii Arap Bacı karakteri gibi rolleriyle benim uğraştığım tiyatroya yakın duran bir isimdi. İlk etapta o dikkatimi çekti. Sonra tabii ders verenler... Hocalardan biri Belediye Konservatuarı Tiyatro Bölümü hocası Suat Özturna, ikinci kişi Yılmaz Meydaneri, tanımıyordum, ama üçüncü kişi daha adı o zaman duyulmaya başlamıştı, Tilbe Saran... Bu kadro bana ilginç geldi. Uzak olmasına rağmen gittim, ve çok fazla başvuru vardı, bir sınav yapıldı, beni aldılar. Orada tiyatro eğitimine başlamış oldum. Benden başka Yıldıray Şahinler, Kemal Kocatürk, Ece Okay gibi sonradan isimleri tanınacak öğrenciler vardı. 20 kişilik kurs kadrosundan yetişen bunca profesyonel isim, hiç fena değil doğrusu. Burası bizi konservatuara taşıdı. Ben oyuncu olmayı hiç düşünmüyordum aslında, hep reji düşünüyordum ama reji yoktu... Neyse sonuç olarak konservatuarı kazandım, oradan mezun olur olmaz Kenter Tiyatrosu'na girdim ve sonra Dormen Tiyatrosu, Devlet ve Şehir Tiyatroları'nda da çalıştım ama 11 yıl Kenter Tiyatrosu'nun içindeydim. Ama bu sürede hep Karagöz devam etti ve yurtdışı turnelerim başladı.
* Yurtdışı turneleri önemli tabii, Karagöz'ün tanınması açısından da. İlk ne zaman çıktın?
İlk 1989 yılıydı. Konservatuarı bitirdiğim yıl. İsveç, Norveç, Danimarka. Ben ozaman Türk Folklor Kurumu'nda ders veriyordum ve onların yurtdışı turnesiydi. Oradan dönüp askere gittim, askerlik sonrası bir telefon geldi, Danimarka'dan arıyorlar... Türk Esintileri Festivali yapılacakmış ve beni de davet ediyorlar. Yıl 1991. Çok büyük bir festival düzenliyorlar ve benim de Karagöz gösterisi yapmamı istiyorlar. Evet dedim ama birkaç gün sonra da gitmem gerekiyor. Aynı festivalde Yıldız Kenter "Ben Anadolu"yu oynuyor, Can Yücel şiir dinletileri düzenliyor, Okay Temiz konserler veriyor, Duygu Asena var, Atilla Manizade var... Kendi alanlarının zirvesindeki bir sürü isimle beraber ben de gittim, hatta Can Yücel'le havalimanında tanıştım. Şu anda hâlâ oynadığım "Büyülü Ağaç" adlı oyunu da oraya giderken uçakta oluşturdum. Elimdeki figür azlığından dolayı, ne yapabilirim diye düşünüp, dağarcığımdaki bir sürü oyunun harmanlandığı bir oyun oldu. 10 gösterilik anlaşma yapmıştık, orada o 20'ye çıktı, hatta akabinde aynı kentte 25 gösteri daha yaptım. Aarhus kentinde, küçük bir şehirdi, her çocuğun evinde benim bir fotoğrafım vardı o zaman. O gün bugündür dünyayı dolaşıyoruz.
* Kurduğun İstanbul kukla Festivali 20 yaşını geçti. Yurtdışı turnelerine çıktığında ister istemez yabancı kuklacılarla kukla tarzlarıyla da tanıştın. Herhalde festival fikri oluşmaya başladı kafanda, değil mi?
Hem festival fikri oluştu, hem de biraz bu grupların bizi bu sürece sürüklemesi... Herkes Karagöz’ü tanıyor bir kere. Bir Türkiye’de bilmiyor insanlar ama dünyada biliyor insanlar Karagöz’ün ne olduğunu. Diyorlar ki, “Biz böyle bir sanatı gelip kendi yerinde daha iyi görürüz.” Hiçbir şey yoktu ortada, bir iki kişi vardı. Hepimizin bildiği. Biz de yapalım bu festivali dedik. Oturduk, konuştuk. Yanıma bir yoldaş seçtim; Selen Korat Birkiye’yi. İlk yıl,yurtdışında tanıştığımız arkadaşlarımızı davet ettik festivale. Hiç kimse 5 kuruş talep etmeden koşarak geldi, ilk festivalimizde oynadılar. Kenter Tiyatrosu’ndaydı çoğu oyun. Aynı zamanda Hadi Çaman Tiyatrosu’ndaydı bir kısım şey. İlk yılı hatırlıyorum, ne kadar muhteşemmiş... Topkapı Sarayı, elindeki Karagöz koleksiyonunun tamamını sergiledi. İlk defa günışığına çıktılar onlar. İstanbul Büyükşehir Belediyesi, elindeki Karagöz ve kukla koleksiyonunun yarısını seyirciyle paylaştı, Yıldız Sarayı’nda. Prof. Dr. Nurhan Karadağ konferansa geldi. Erol Keskin, Prof. İsmail Ersevim, şaman maskları ve kukla üzerine bir konferans verdi. Yani akademik altyapısı olan kişilerin de festivale katılımı sağlandı. Türk grubu yoktu, yapay Türk grupları oluşturuldu. Ve tabii, bizim için ilginçti, yurtdışından gelen oyunlar. Ama biraz kuklanın modern yüzünü yansıtıyordu. İzleyicilerin Kenter Tiyatrosu’ndaki homurtusunu hatırlıyorum. Biz de balkondayız, duyuyoruz, “Böyle oyun mu olur” diyorlar... Birkaç kişinin nerede bu adam diye yukarıya doğru çıktığını gördüm, biz hemen balkon kapısını kilitledik ve dışarı çıkmadık seyirci gidinceye kadar. İlk yılımız böyle geçti. Tabii, yokluklar içinde ilk yılı yaptık. Hatırlarım, günlerce bedava otel aradık, sponsorluk için. Dışarıda sırılsıklam oluyorduk, yağmur yağıyordu. Cumhuriyetimizin 75. yılıydı işte o zaman ve dedim ki “Niye biz Valiliği aramıyoruz?” Kenter Tiyatrosu’nun adını duyar duymaz çıktı vali yardımcısı karşıma, kültürden sorumlu vali yardımcısı. Herhalde Yıldız Hanım arıyor sandı. Beni gördü karşısında, anlattım. “Beni 15 dakika sonra arayın” dedi. Umudum yoktu. Aşağı yukarı yarım saat sonra Selen’le Taksim’de buluşup otel aramaya çıkacağız. Ve aradım 15 dakika sonra, “Tamam ama bir şartla” dedi, “Cumhuriyetin 75. yılı logosunu bütün broşürlerinizde barındırmanız suretiyle, size bir 4 yıldızlı otel ayarlıyoruz” dedi. Ağzımız açık kaldı, Laleli’de bir otel. İnanamadık. O zaman biz bütün broşürlerimizi bastırmıştık, “sticker”lar yapıştırırak 75. yıl logosunu yapıştırdık üzerlerine. Bunları organize ettik, koşa koşa Taksim Meydanı’na geldim. Nasıl yağmur yağıyor. Selen’le buluştum, “Selenciğim, oteli bulduk” dedim. Hüngür hüngür ağladık o yağmurda.
* Senin festivalinle beraber kuklanın sadece çocuklara yönelik bir sanat dalı olmadığı, büyüklere de, hatta belki daha çok büyüklere yönelik bir şey olduğu da anlaşıldı değil mi?
Çok doğru. Hem bu hem de bunun bir tiyatro türü olduğu konusunda da meslektaşlarımız dahi bu festivalle belki buna vakıf oldular. Çünkü o kadar enteresan oyunlar getirdik ki, tabii ki çok geleneksel oyunlar da vardı içinde, çok modern oyunlar da... Mesela Polonya'dan gelen "Othello"yu izlerken ağzmımız açık kaldı, müthiş bir şeydi. Aslında günümüzdeki çağdaş tiyatro kukla tiyatrosunun ta kendisi. İçinde çünkü obje, mask, hareket, dans, video gösterimi, hepsinin harmanlandığı, değişik disiplinlerin içiçe geçtiği projeler bunlar.
* Geleceğe bakalım biraz da, neler var yapmayı hayal ettiğin ama henüz fırsat bulamadığın?
Biz bir vakıf kurduk, İstanbul Karagöz Kukla Vakfı, elimdeki koleksiyonları vakfa bırakayım diye. Böylece biliyorsun vakıf senedinde bir yer işaret ediliyor ve vakfın eserleri o işaret edilen yere kalıyor. Yani bunca çabayla topladığım koleksiyon bir yere gitsin hiç değilse. Öte yandan vakıf olarak belki uluslararsı fonlardan destek buluruz diye düşündük. İlk günden bweri yüreğimde bir heyecan olarak büyütüp beslediğim Karagöz Müzesi oluşturma arzusu bu vakıfla belki bir çözüme de ulaşır diye düşünüyorum. Bir kere İstanbul'da, UNESCO'nun da somut olmayan kültürel miras olarak kabul ettiği Karagöz üzerine bir müze olmaması kabul edilemez. Bu, Büyükşehir Belediyesi'nin asli görevi aslında ama çok zor anlatmak. Zaten anlatacak mercii bulamıyorsun, Beyaz Masa'ya herhalde söyleyecek değiliz. Bu konuyu Cumhurbaşkanı'na da yazdım, herkes yazıyor ya artık, ama hiçbir yanıt alamadım. Bu da ilginç yani.
* Festivale ilgi nasıl, doluyor mu oyunlar?
Çoğu oyun dolu oynuyor. Ama ilginçtir, oyunları izlemeye gelen okullara bakıyorum, festivalde olsun, normal sezonda olsun, genellikle hep yabancı okullar geliyor. Yani İtalyan, Fransız okulları ya da azınlık okulları. Türk okulları çok az, hele devlet okulları hiç gelmiyor nedense. Karagöz gibi kendi kültürümüzün parçası olan bir gösteriyi çocuklara izletmeleri gerekmez mi?
‘Altın oranı bile biLmiyorlar’
- Hayatının büyük bir kısmı Beyoğlu çevresinde geçen biri olarak, buranın ve İstanbul’un dönüşümünü nasıl yorumluyorsun? Hayatım İstiklal Caddesi üzerinde geçiyor ve çocukluğumdan beri buraya aşina biriyim. Çocukluğum da Beyoğlu’na büyük bir saygıyla çıktığımızı hatırlarım ve Beyoğlu’ndaki vitrinlerin düzenlemelerinin bizi nasıl bir estetik dünyaya götürdüğünü de hatırlıyorum. İstanbul o zaman bu kadar kalabalık değildi tabii. Şimdi bakıyorum, İstanbul’un içinde, civarında ya da, bir sürü şehircik türedi. Bunlar İstanbul’un hiçbir kültür uzantısına sahip değiller. Tamamen bambaşka yerler, kimliksiz yerler. - AKM’nin hızla yıkılıp üzerine yeni inşaatın başlamaması ama karşısında Taksim Camisi’nin hızla yükseliyor olması zamanın ruhuna dair bir şeyler söylüyor değil mi? Bir acelecilik var her şeyde. Ben eski AKM’yi sevmezdim, içinde oynamış biri olarak bir sürü handikapı olduğunu düşünürdüm ama mesele yıkmak değil. Bunca kavgaya sebebiyet vermeden bazı şeyleri düzeltmek, geliştirmek gerekir bence. Korkum yeni yapılacak AKM’nin ruhunun olmaması, yeni yapılacak bu caminin de aynı akıbete uğraması. İçinde 5 bin kişinin namaz kıldığı bir cami gerekli mi? Müsriflik yaparak kendi inandığın sistemle çelişiyorsun ve kendi ecdadım dediğin kişilerin yaratmış olduğu muhteşem mimarlığı hiçe sayar bir mimarlıkta cami yapıyorsun. Kopya, ne idüğü belirsiz bir uzantısı olan bir mimariye sahip, caminin minaresinin oranını bile bilmeyen, altın ölçüyü bilmeyen bir mimarın yaptığı bir camiden bahsediyoruz. Aslında buna bakarak geleneksel sanatlarımızın da nasıl yok edildiğini görebiliyoruz.
|