Karadeniz, hasret ve özlem...
Üçüncü kuşak Karadeniz mübadili Antonios Filippidis ve Selanik mübadil torunu Nurdan Tümbek Tekeoğlu, büyükannelerinin, dedelerinin anlattıkları göç hikâyeleriyle büyümüşler. Evlerinde hep bir şeylere duyulan özlem varmış. Bahçesindeki zeytin ağacına, evlerine, bahçelerine hep özlem duymuşlar. Küçükken tüm bu yarım kalmışlıkları kendileri de hissedermiş. Büyüdüklerinde bu özlem ve hüzünün sebebini daha iyi anlamışlar. İki mübadil torunuyla ailerinin hasret dolu hikâyelerini konuştuk.
Antonios Filippidis, Karadeniz’in Trabzon bölgesinden üçüncü kuşak mübadil. Babası Pantelis Filippidis, Paul Filippidis ve Zografia Filippidis Gümüşhane Bayburt arasında bir köyde doğmuş.
Filippidis, “Dedem ve babaannem Karadeniz’den gelen mübadillerdi. Babam ve kız kardeşleri Yunanistan’da doğan ilk nesil. Annem Theodora Filippidis, ikisi de Bulgaristan Karadenizi’inden mübadil olan Antonios ve Stella Kawadpoulos’un kızı. Babam tarafından dedem Paul Filippidis, Gümüşhane yakınlarında Haman Köyü’nde doğdu, babaannem Zografia Filippidis Gümüşhane/ Bayburt yakınlarında Koskiri’de doğmuş. Anne tarafından dedem ve anneannem Bulgaristan’ın Varna kentine yakın Ravda’da doğdu. İki aile de 1920’li yıllarda Karadeniz’den Yunanistan’a göç etmeye zorlandı. Çocukken dedem ve babaannem köylerini birkaç saat içinde yanlarına taşıyabileceklerinin dışında hiçbir şey almadan nasıl terk etmek zorunda kaldıklarını anlatırdı” diyor. Filippidis’in babasının babası Paul Filippidis ve kardeşi Petros Filippidis, en küçük kardeşleri ile birlikte Yunanistan’a giden bir gemiye binmek için İstanbul’a yola çıkmış. Anne ve babaları daha önce bölgede çıkan olaylarda ölmüşler. İstanbul yolunda en küçük kardeşlerini Ermeni bir ailenin yanında bırakmak zorunda kalmışlar. 1940’lı yıllarda kardeşlerini kendi çocukları gibi yanına alan aile ile posta yolu ile iletişim kurmuşlar. Ancak bu iletişim daha sonra bozulmuş ve üç kardeşin en küçüğünün nerede olduğu bilinmiyor.
Filippidis, “Dedem kardeşleri ile Pontus’tan ayrılmak zorunda kalıp Yunanistan’a geldiklerinde 12 yaşlarındaymış. Öteki akrabaları, dedeleri ve babaanneleri Stalin döneminde gönderildikleri Kazakistan ve Özbekistan’dan Kırım’a gitmişler. 90’lı yılların başında SSCB’nin yıkılmasının ardından bütün aile Yunanistan’a geldi. 70 yıllık ayrılıktan sonra akrabalarımız ve aileleri ile tanışabildik. Babaannem Zografia Filippids kendisi 9 yaşındayken 11 yaşındaki ablası ve babası Efstathios ile birlikte Yunanistan’a gelmiş. Babaannemin annesi Sophia Yunanistan yolunda ölmüş. Dedem ve babaannemin ailesi İstanbul’dan başlayıp Yunanistan boyunca süren bir yolculuk yapmış-Pire kentinde karantinaya alınmışlar daha sonra Atina ve Kılkış’a yakın köylere gitmişler” diyor. Filippidis’in dedesi Paul ve kardeşi Petros şimdi evleri dediği Terpillos köyünde, eski Türkçe adıyla Kürküt’te, babaannesi ise Palatinato Türkçe adıyla Saraylı Köyü’ne yerleşmiş. “Annemin babasının ailesi Varna’da oldukça zengin bir aileydi. Hayvanlarını ve eşyalarını babaları, benim büyük büyükbabamın aldığı gemiye yükleyip Selanik’e gelmişler. Buradan da Terpillos Köyü’ne (Kürküt) yerleşmeleri için yollanmışlar. Kılkış’a yakın, Selanik’in 40 km. kuzeyindeki Terpillos, hâlâ üç kısıma ayrılmış durumda olan bir mübadil mahallesi” diyor Filippidis... Filippidis, “Genelde üç etnik Yunan grubu bir arada yaşayıp kendi içlerinde evlenir. Yani Pontus Rumları kendi içinde; Kuzey Trakya’dan gelen Yunanlılar kendi içinde, Türkçe konuşan Yunanlılar kendi içinde. Babam 1960’lı yılların başında Kuzey Trakya’dan gelen Yunanlılar arasından bir kızla evlenen ilk kişilerden biriydi. Ailelerinin endişelerine rağmen 1961 yılında annemi almak için geri gelir. Babam 1958 yılında Almanya’ya gidip ülkenin güneyindeki Stuttgart’a yerleşti. İkinci Dünya Savaşı, sonrası Yunanistan’daki iç savaş, Türkiye’den gelen mübadillerin yaşadığı zorlu koşullar babam ve pek çok diğer mübadili Avrupa’ya, Avustralya’ya, ABD’ye göç etmek zorunda bırakmış. Ancak köyümüzden ilk göç dalgasının önce Avrupa’ya daha sonra Avustralya’ya daha sonra da ABD’ye olduğunu bilmek önemli. Aslında bütün dünyaya dağılmış durumda olan aile üyelerim ve akrabalarım var” diyor. Filippidis, 10 Temmuz 1968’de Stuttgart’a yakın Kornwestheim Köyü’nde doğmuş. 1979’a kadar her yıl yaz tatilinde 6 haftanın dışında Yunanistan’da hiç vakit geçirmemiş. 1979 yılında ailesi Yunanistan’a taşınmaya karar vermiş. Kendisi ve iki erkek kardeşi bu yeni çevreye uyum sağlayamamış, bu nedenle aynı yıl Kornwestheim’e geri dönmüşler.
Filippidis, “İlk iki yılı dışında hayatımı Almanya’da geçirdim. İlk yıllar Yunanistan’da dedem ve babanemin yanına gönderilmişim. 2 yaşında Almanya’ya geri gelmişim. Dedem ve babaannem okul yaşına gelene kadar bana ve ağabeyime bakmak için kalmışlar. Pontus Rumcasını bu kadar iyi konuşabilmemin nedeni bu. 7 yaşına kadar bu benim anadilimdi. Babamın ailesinden akrabalarım ile Pontus Rumcası ile anlaşıyorum. Özellikle Kadıköy’de anadilleri gibi Pontus Rumcası konuşan pek çok Türk ile tanıştım” diyor. Filippidis’in eşi, İstanbul’da eski mahallelerinde Yunan komşuları ile birlikte büyümüş eğitimli bir anne babanın ilk çocukları. Eşinin anneannesi Filippidis’e çocukluğundan bildiği Yunan şarkıları ve Yunanca kelimeler söylermiş. Filippidis, “Bu gerçek atalarımın topraklarına geri döndüğüm inancını güçlendirdi” diyor. Babaannesinin köyündeki anıları anlattığını hatırladığını söyleyen Filippidis, “Bana, ‘Oh Kuşum, ormanlarımızı, dağlarımızı bir kez daha görebilmeyi ve öyle ölmeyi isterdim’ derdi” diyor. Ve gerçekten de bu olmuş. Babaannesi 86 yaşında Kürküt’te babasının kollarında ölmüş. Filippidis’in babaannesi kardeşiyle Koskiri’deki köyü ziyaretlerinden bir yıl sonra ölmüş. Kendisi ve kardeşi, ailenin organize ettiği rehberlerle köye gitmiş. Doğdukları evi bulmuşlar. Evde genç bir aile yaşıyormuş. Kendilerini tanıştırdıktan sonra aile onları eve davet etmiş. Sonra ilk kız kardeşi daha sonra da kendisi hayata gözlerini yummuş. “Babama göre son sözleri babama bana ve kardeşlerime iyi bakma- sını söylemek olmuş. Daha önce bana hep kalbimi izlememi ve Türk kız arkadaşıma her zaman dürüst olmamı söylerdi çünkü ona göre Türk kızları sadakat ve aileye önem veriyordu” diyen Filippidis, “Babaannem hayatı böyle görüyordu. Vücut ve milliyet dışındaki insanı. Onu seviyorum ve özlüyorum” diyor.
Mutluluklar bile yarım...
“Şimdi ben hatırlıyorum, yaşım küçüktü İzmir Karaburun’a yazın tatile giderdik. Artık aramızda olmayan anneannem, teyzem, dedem, annem hep bir arada sohbet ederlerdi. Özellikle dedem hep eskiden Selanik’teki günlerinden bahsederdi. 1924’te mübadeleyle 15 yaşında gelmiş. Anneannesi ve teyzesiyle, anne ve babasını maalesef savaşta kaybetmiş. Ve ben biliyorum ki 15 yaşındaki dedem tabii ki buradaki hayata adapte olmaya çalışmış, bir meslek edinmiş saatçilik mesleği icra ediyordu burada Saatçiler Derneği’ni kurmuş Kasımpaşa’da dükkânı varmış ama hiçbir zaman tam anlamıyla mutlu olamamış” diyor.
Tekeoğlu’nun dedesi erken ölmüş ve anneannesi hep anlatırmış, “Kocaman bir çiftlik vardı, şırıl şırıl dereler akardı, her tür meyve ağacı vardı çiftliğimizde, çok mutluyduk, kuşlar cıvıl cıvıldı işte böyle bir hayat...” Böyle bir hayatı tamamen bırakıp, aslında her şeylerini evlerini, çiftliklerini, arkadaşlarını, hayvanlarını, meyve ağaçlarını ve işte iki kadınla, bavula ne varsa tıkıştırıp gelmişler İzmir Karaburun’a...Gülcemal gemisine binmişler, Tekeoğlu, “gemide büyük kavgalar çıkmış kaptanla halk arasında önce Urla’ya bırakacakmış kaptan, ‘Biz burada ne yapacağız?’ demiş halk, Urla’da yaşanır mı hiçbir şey yok o zamanlar şimdiki Urla gibi değil. O zaman kaptan sinirleniyor ve demiş ki ‘Ben sizi öyle bir yere bırakacağım ki herkesin unuttuğu bir yer olacak’ ve İzmir Karaburun’a bırakıyor.
Manastır Köyü’nde dedelerinin yaşayacağı evi göstermişler, orada toprak verilmiş Tekeoğlu’nun ailesine... Tekeoğlu, “o zamanlar şöyle bir kural varmış, sana nereye yerleşin derlerse o sınırlar içinde yaşayacaksın. Bir hastalığ olağanüstü bir durum yoksa izin vermiyorlarmış başka şehre gitmene, izinle mümkünmüş. Fakat dedem de tabii o zamanlar 15 yaşında meslek edinmesi lazım, hayatını kazanması gerek ve o zamanlar onu gizlice tekneye bindiriyorlar, artık nasıl yapıyorlarsa o kadar detaylarını biz de bilmiyoruz tekneye bindirip onu sak- ladıklarını biliyoruz ve İzmir’e gönderiyorlar. Orada birinin yanında hem okusun hem çalışsın diye bir ailenin yanında yaşıyor. Sonra dedem saatçilik zanaatını öğreniyor, o zaman saatleri kullan at yok saatleri tamir etmeyi öğreniyor sonra Omega saat bayiliğini alıyor ve Kasımpaşa’nın karşısına bir dükkân açıyor” diyor. Ailesinde hep yarım kalmışlığı hissettiğini söylüyor Tekeoğlu, biraz kendisinde de olduğunu ekliyor, “Herhalde genetik geçiyor yarım kalmışlık”...
Tekeoğlu, “Biz Lozan Mübadilleri Derneği’nin yaklaşık 10 sene önce bir Selanik- Kavala turuna katıldık, bir otobüs otobüste 50 kişiyiz o kadar ilginç ki herkesin elinde belgeler var yaşlı başlı insanlar ya da onların çocukları… Gittikleri köylerde yaşadıkları yerleri bulmaya çalışıyorlar, Tanaş bey de bizim rehberimiz tercümanlık yapıyor… Tabii otobüste de giderken Rumeli türküleri çalıyor, hüzünleniyorsun, o zaman da benim anneannem yeni ölmüş, annemle ben ağlıyoruz... Bir Samsun mübadili kadın çok yaşlı ikinci kuşak işte hep biliyor çocukluğunda yaşamış, ‘size bir anımı anlatacağım’ dedi. ‘Ben’ dedi ‘çok iyi hatırlıyorum çocukluk anılarımda var. Samsun’a geldik bizi orada yaşayan insanlar o kadar güçlü bir önyargıyla karşıladılar ki. Bize isim taktılar’ dedi. Ne isim taktıklarını unuttum şimdi” diyor. Tekeoğlu konuşurken gözleri doluyor. “Evet mutlu da olmuşlardır mutlaka ama hepsi yarım, yani mutluluklar bile yarım kalmış” diyor. Tekeoğlu, “Dedem anneme, teyzeme, dayıma Rumca saymayı öğretmiş yüze kadar, birçok Rumca kelimeler öğretmiş ve dedem çok iyi Rumca konuşurmuş… Biz bu hikâyeleri hep bayram sofrasında duyardık, konuşulurdu” diye ekliyor.
Kendi hayatından esinlendi... Tekeoğlu, “İki Yaka Yarım Aşk” adlı bir kısa filmin yönetmenliğini üstlendi yakın zamanda. Film, zorunlu güçü anlatıyor. Selanik’ten gelen bir ailenin İzmir’de bir köye yerleştirilmesi ve yaşadıklarını konu alıyor. Kendi hayatından esinlenen Tekeoğlu, ne kadar film çeksek ne kadar anlatsak azdır diyor ve ekliyor, “Ben ölmeden bunlar ailede konuşuldu, kısa da olsa bir film yapacağım dedim. Filmde anne kızı oynayan Aylin Kurbaracıoğlu ve Yağmur Damcıoğlu Namak mübadil, İbrahim Raci Öksüz de aynı şekilde, Selda Alkor’a bakıyorsun o mübadil değil ama o da Kafkas göçmeni, Sezai Aydın’la konuşuyorsun aynı şekilde Zafer Kayaokay’la konuşuyorsun aynı şekilde, yani herkeste bir göç öyküsü var.” |
YARIN- Konya, Selanik ve Karaferya mübadil hikâyeleri...
En Çok Okunan Haberler
- Kılıçdaroğlu'na 'Meral Akşener' yanıtı
- 'Hadi gelin kapatın!'
- Tarihi geçmiş ürün satan zincir market şubesine mühür
- Ulaşım durma noktasına geldi!
- Yeni dönem başlıyor: Taksi, otobüs, dolmuş...
- Bir sonraki ve en büyük ekonomik patlama...
- Afyonkarahisar'da feci kaza
- İl başkanı hayatını kaybetti!
- Kayserispor'dan Fenerbahçe açıklaması!
- Niğde'deki korkunç cinayetin arkasından yasak aşk çıktı!