Kapı ardında kalan kadın-çocuk-yaşlı…

Covid-19, eve kapanmaya zorlarken, kadın-çocuk-yaşlı güvenliği konusu insanı düşündürüyor. Onlar için ne yapılıyor? Ya, birey olarak bizler? Evlerde neler olup bittiğini görmesek bile haberler, kimi kapının ardının hiç de “tekin olmadığını” ortaya koyuyor…

Yayınlanma: 03.03.2021 - 00:03
Abone Ol google-news

Covid-19, eve kapanmaya zorlarken, kadın-çocuk-yaşlı güvenliği konusu insanı düşündürüyor. Onlar için ne yapılıyor? Ya, birey olarak bizler? Evlerde neler olup bittiğini görmesek bile haberler, kimi kapının ardının hiç de “tekin olmadığını” ortaya koyuyor…

Sürebilirlik açısından gitgide zedelenen dünyada, insan yine de sürdürülebilir bir dünya algısıyla yaşamak, kendisini sürdürülebilir doğa-toplum-insan varlığına eklemlemek istiyor. Ne ki farklı bir dünya anlayışından yanaymış görünse de kapitalizmle kol kola girmiş her türlü düşünce, inanç şu bu insanoğlunun sıyrılmayı başaramadığı genetik kodundan hortlayıveren o hırs, tutku, kıyıcılık vb. batağında yuvalanmış gözü karalığı engelleyemiyor bir türlü.

Her dalda her türden etkiye açık sanat yapma eylemi de ortaya çıktığı en eski çağlardan bu yana, baskılanırken baskılayan işte bu insan varlığıyla süreçsel işleyiş içinde, karmaşık etkiler eşliğinde çeşitli rollere bürünebiliyor. Ama sanatı sanat yapan da “biriciklik” temelinde bu özgünlük değil mi?

Bu çerçevede sanatların selinti anlamında taşıyıp getirdiği ne denli birikim varsa, savaşların yol açtığı ani kesintiye benzer biçimde üst üste yığılma halinde bizi bir silkelenme olgusuyla yüz yüze getirdiği enikonu getireceği belli.

Zamanın tarihi “gerçekten” kısalıyor, sonuçta insanlık, önüne ardına bakıp yeni bir kapı bulmak için aranıyor bir biçimde. Sanatta insanın dış gerçeklikle bağını koparan fantastik masallar çağı bitti mi peki, sürdürülebilirlik bir yana atılıp düzayak bir distopya üzerinde mi kayacak artık sanat edimi?

Yaşanan kırılma, yarılma, kalakalma, şok vb. etkisiyle sanatta ortaya çıkacak yeni eğilimler, açılımlar, bizi nerelere savuracak nelerle karşılaşacağız, göreceğiz. Ancak artarda gelen savaş, kıyım, şiddet, sınıfsal çelişki, salgın vb. insanlığı kuşatırken, büyük tablodaki ayrıntıları gözden kaçırmamak gerekiyor.

Yiğit Bener’in Acı Portakal (Can, 2019) romanı kapı ardında yaşananlara bakışıyla dikkat çekici bir farkındalık getiriyor denebilir işte önümüze.

‘ACI PORTAKAL’ YA DA ‘ERİL ERDEM’İN KAPI ARDI SINAVI…

Yiğit Bener, Acı Portakal’da, “onca farklı ülkeden gelen, farklı yaşlarda, farklı diller konuşan farklı ırklardan, farklı sosyoekonomik köken ve konumları olan kadınlı erkekli otuza yakın” devrimci militanın “üç ay boyunca (…) Amsterdam Marksist Araştırmalar Enstitüsü”nde “[g]erçek hayatları(n)dan kopuk” (42, 16, 14) yaşadıkları eğitim günleriyle buluşturuyor okuru.

Anlatıcı, Amsterdam öncesi günlerine değinir: “Yedi yıl olmuştu 12 Eylül Darbesi’nden sonra buralara geleli.” “Yedi yıldır Brüksel’de sürgündeydim, ülke gerçeklerinden kopuk, tecrit edilmiş bir hayat sürüyordum.” “Diplomaya, doktor olmaya bir yılım kalmışken…” (56, 59, 61) Yiğit, “otuz küsur yıl” önce “otuzuna merdiven dayamış” anlatıcısıyla “gözüpek ve kendini davaya adamış devrimci militanlar” arasında, Dominik Cumhuriyeti’nden gelen, ondan “sekiz-on yaş büyük” (20, 35, 41, 24) Sanité’yle yaşadığı aşk odağında, kapı ardındaki erkek şiddetine yöneliyor.

Peki kadına dönük şiddet, kadın-erkek yoldaşlığına dayalı kol kolalığın egemen olduğu böylesi bir ortamda, üstelik sıkı kadın dayanışmasının sürdüğü enstitüde yaşanabilir mi? Yaşanırsa ne olur?

Yapıtta geçen adın kaynağı “acı portakal” ne ola? Anlatıcıdan dinleyelim:

“Sanité’nin (…) yemekhanede uzattığı portakal dilimini asla kabul edip ağzıma atmamalıydım.” “…Latin Amerika’da bir kadın, kabuğunu tek parça halinde soyduğu portakaldan bir dilimi karşısındaki erkeğe uzatırsa, ondan hoşlandığını ifade etmiş olurmuş. Eğer erkek o dilimi kabul edip yerse, duygunun karşılıklı olduğu anlamına gelirmiş.” (66).

“Tecavüzün yaşandığı geceye kadar enstitüde her şey az çok yolunda”dır. (71) Anlatıcıyla Sanité arasındaki aşk alabildiğine derinleşirken yaşanan şiddet, tecavüz, söz konusu aşk kadar komün halinde yaşayan devrimcileri, erkekleri de içine alan sorgulamaya dönüşür tez elden.

Anlatıcının, “asla unutamam: O benim acı çikolatalı portakal dilimi yoldaşım.” (154) dediği aşkı, ülkesinde “kadın hareketinin önde gelen yöneticilerinden” “sosyoloji eğitimli” Sanité, “Haitili sömürge karşıtı bir militan”dan almıştır bu “kod adı”nı (72, 30).

YİĞİT BENER’İN ROMANCILIĞINDA ‘ACI PORTAKAL’…

Öyküleri, romanları da olan yazarın, geçmişte yaşadıklarından kalkarak anlatıcısı aracılığıyla bunu kaleme getirdiği yapıtını tartıştığını görürüz kızıyla. Onu, “emekli devrimci babam” (53) diyerek sever kızı elöyküsel anlatımla.

Baba-kız arasında, daha çok kadın-erkek temelinde akarken roman, Sanité karakteri çevresindeki bölümler aracılığıyla gelişen yapıtta, enstitü katılımcıları adlarıyla yer alıyor zorunlu olarak. Ama anlatıcı karakter çevresinde baba-kızın gündemini sıkılamak adına anneye hiçbir rol verilmeyişini olağan karşılayalım hadi, üniversite son sınıftaki kızın, hiçbir gerekirlik de yokken arkadaş adlarının tek tek anılması gerekir miydi peki?

Yiğit Bener, romanlarında soyutlayıp dönüştürerek yaşamöyküsel öğeler kullanmayı seviyor. Bu yapıtında da pek çok iziyle karşılaşıyoruz bunun.

“Tecavüz girişimi”nin (88) ardından düşünür anlatıcı: “Sarhoşken sizinle flört etmiş olsa bile, bir kadın size ‘hayır’ dediğinde bunun anlamı dünyanın tüm dillerinde sadece ve sadece ‘hayır’ demektir. Nokta.” Sonrasında yer yer deneme diliyle içlidışlı akış gösteriyor yapıt: “Kadınların her an tehdit altında olmayacakları tek bir güvenli alanı, erkek şiddeti vebasının bulaşmadığı ufacık bir karantinayı (…) bile yaratmayı beceremediğimiz sürece” “[H]epimiz o cani ‘y’ kromozomunu taşıyoruz.” (115, 110)

“Hayır” sözcüğü, karantina nedeniyle evlerine kapanmış kadınlar için de geçerli. Bu bir yana, kapılar ardında örtük kalan kadın, çocuk, yaşlı tümünü şefkatle bağra basmak gerekiyor üstelik. Yiğit Bener, Acı Portakal’da bu gerçeği haykırıyor işte yüzümüze.

ÖYKÜDENLİK…

MELİHA YILDIRIM: ‘ZAMAN O ZAMAN DEĞİL’…

Meliha Yıldırım’ı, Zaman O Zaman Değil (h2O, 2019) adlı ilk öykü kitabıyla tanıdım diyebilirim. Meliha da Yiğit gibi kapı ardında kalanlara bakıyor. Bu anlamda olgunlar başı çekse de çocuk, ergen, yaşlı tüm kadın varlık rol alıyor ev içlerinde, hatta kimi de işyerlerinde.

Öykülerinde bir yandan sözdizimlerini bağlaçsız, ulamasız bir yazınsal düzlem üzerinde kaydırmasıyla dikkati çekiyor yazar, öte yandan gerçekliği bir düş harmanı içinde sarıp sarmalamasıyla. Bunu, kişilerin iç konuşmalarıyla sağlıyor. Konuşma aracılığıyla çoksesli akış sergileyebiliyor. Çünkü kişiler kendileriyle konuşmak yerine, dıştan bakarak, hatta yabancılamış halde yaklaşım sergiliyor bu örneklerde.

Kasisli dolantılar eşliğinde kullanılan psikolojik oluntularsa kaymalarla yansıtılıyor hep. Bireyin içsel kuşkularına, korkularıyla kırılganlıklarına, tedirginleriyle ürpermelerine geniş yer açarken yazar, geçmişi bugüne taşıyor, bugünü kesintilerle bölüp zaman, uzam kaydırmaları yapıyor, ardı sıra bunları geçişlerle birbirine bağlıyor.

Ankara’nın ev içlerinden, yaşama kültüründen izler taşıyan kadınlar, gözleri, yürekleriyle içli duyarlıklar halinde belleğimize dolarken kapılar ardında yaşanan hüzünlü gerçeklikle bizi buluşmaya çağırıyor bugünlerde.

www.sadikaslankara.com, her perşembe öykü-roman, tiyatro, belgesel alanlarında güncellenerek sürüyor.


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler