John Berger'dan 'Portreler'

Zamanda, mekânda, sanat tarihinde ve insan ruhunda çıktığı yolculukların geniş bir örneği olmasının yanında “Portreler”, John Berger’ın görüp düşünürken kültürü, siyaseti ve tarihi nasıl bir araya getirdiğini yansıtıyor. Üstelik yalnızca dışarıdan bakmayan, sanatçıyı mümkün olduğunca tanıyıp eserinin hayat bulduğu mekânlarda (atölyelerde) gezinen Berger selamlıyor bizi.

John Berger'dan 'Portreler'
Abone Ol google-news
Yayınlanma: 07.05.2018 - 17:08

Hayat ve sanat hikâyeleri

John Berger’ın öldüğü gün (2 Ocak 2017), dünyaya ve insana önce bakan, sonra onlar üzerine kalem oynatan, metinlerinde ve konuşmalarında sükûneti ve coşkuyu bir arada verebilen bir bilgeyi de yitirdik. Acıyı, bir dikkat çekme aracı hâline getirmeyen ve mutluluğu içini boşaltmadan ele alan Berger, fazlalıklardan arındırdığı ve eksikliklerini giderdiği cümleler kurdu. Daha doğrusu, kendi deyişiyle kurmaya çalıştı. Anlattığı hikâyelerde, kurmacalarında ve denemelerindeki sakinlik, aceleyle akan yaşamda bizim için bir uyarı gibiydi; aynı şekilde savrukluğumuz, bencilliğimiz, bakıp görmeyen ya da tembelleşmiş gözlerimiz için de…

Büyük kısmı kırsalda geçen ve çok okunan başka yazarlarınkine pek benzemeyen Berger’ın yalın hayatı, kaleme aldıklarına da yansımıştı. Bunun özünde durup düşünmesi bulunuyordu belki de; hatta söyleşilerinde, yapımcılığını üstlendiği programlarda ve derslerinde, bir an susup oradan uzaklaşırken odaklandığını ya da en uygun ifadeyi aradığını Berger’ın cümlelerini işitince anlıyordunuz.
Yaşayan, görmeye, anlamaya ve anlamlandırmaya uğraşıp ardından yazan Berger; şişkin ve kof cümlelere sığınmamasının yanı sıra metinlerini bazen tekrar kaleme alırken âdeta bir tablo kotarıyordu. Onun bu tavrı, sadelik barındırırken derin bir sanatsallık içeriyordu.

İşte bu sıra dışılığın büyük bir toplamı var şimdi karşımızda: Portreler. Kitap; zamanda, mekânda, sanat tarihinde ve insan ruhunda çıktığı yolculukların geniş bir örneği olmasının yanında Berger’ın görüp düşünürken kültürü, siyaseti ve tarihi nasıl bir araya getirdiğini yansıtıyor. Üstelik yalnızca dışarıdan bakmayan, sanatçıyı mümkün olduğunca tanıyıp eserinin hayat bulduğu mekânlarda (atölyelerde) gezinen Berger selamlıyor bizi.
 
SİYAH BEYAZ SANAT
Klişe yorumlarla işin kolayına kaçan ve “ahkâm kesen” eleştirmenlerin aksine, sanat hakkında yazmaya çalıştığını söyleyen Berger var Portreler’in sayfalarında, her zaman olduğu gibi: Bakıp görerek öğrenmek isteyen, kendi kendine konuşan, keşfeden, hataları, eski dünyayı, kadim sanatçıları fark etmeye çabalayan ve attığı her adımda tereddüt eden bir Berger…
Bu hâli, hikâye anlatıcılığının esası aslında; yakaladığı anların kendisini bambaşka bir dünyaya götürdüğünü söyleyen Berger, farklı hayatlar arasında bağlantılar kuruyor. Diğer kitapları gibi Portreler de bu nedenle önemli çünkü kimi zaman klasik eserlerin gözden kaçan yanlarını kimi zaman sıradan izlenimi uyandıran eserleri ve onların sahiplerini anlatıyor, daha doğrusu anlamaya çalışıyor Berger, yine.

Önemli bir noktayı atlamamalıyız: Berger; insanın, tarihiyle bağını kopararak iş gördüğünü bildiğinden (Tom Overton’ın hatırlattığı üzere, bunu en açık şekilde Görme Biçimleri’nde ifade etmişti), Portreler’deki metinlerin satır aralarında buna karşı bir mücadeleyle girişiyor. Mağara resimlerine, tablolara, eskiz ve heykellere tarihin haritasını yeniden çizmek istercesine bakıyor, bir kez daha. Kitapta bunların tamamına neden siyah beyaz olarak yer verdiğini şöyle açıklıyor: “Bu eserlerin gösterdikleri, günümüz tüketim dünyasında parlak renkli röprodüksiyonlarla parası bol olanlar için tasarlanan kataloglarda lüks eşya kategorisine indirgenmek istenir. Oysa siyah beyaz röprodüksiyonlar sadece hatırlanmak içindir.”

Portreler’de Berger, sanatçının kavrayışı ve samimiyetine kendisininkini katıyor. Kitabın isminin esprisi de burada işte; portresinin, sanatçı ve eseri kadar yaşayan bir şey olduğuna dair inanç: Metni şekillendiren imgeye yeni bir biçim kazandırır, iki kere bakıp iki kere görürken Berger, farklı dönemler ve tarzlar arasındaki ilişkiyi keşfedip Overton’ın da dediği gibi “Bir görme yolu gösteriyor.”
 
SONSUZ HAYAT…”

Berger’ın Portreler’de çizdiği haritalar, girdiği görme yolları ve anlattığı hikâyeler, sanatın ete kemiğe bürünüşü ve gelişimiyle bağlantılı. “Acemilikle başladı” dediği sanatı görme yolundaki ilk durağı olan mağara resimleri ve günümüz sanatı arasındaki ilişkiyi hayretle izleyen Berger; yaşamadığı ama öğrendiği zamanla dünyada var olduğu vakitlerin ilintisini yakalamaya çalışırken bu tarihselliği hikâyeleştiriyor.  

Bazı hikâyeler ise tıpkı Feyyum Portreleri’nde olduğu gibi kendiliğinden ortaya çıkıyor: “Görünürde geleceği olmayan, gömülmeye mahkûm imgelerdi bunlar. Bu da ressamla poz veren kişi arasında özel bir ilişki olduğu anlamına geliyordu. Poz veren henüz model olmamıştı, ressam da gelecekteki şöhretin simsarına dönüşmemişti. O ânı yaşayan bu iki kişi, ölüme hazırlık için işbirliği yapıyordu ve bu hazırlık sonsuz hayatı güvence altına alıyordu. Resmi yapmak isimlendirmekti ve isimlendirilmek bu sürekliliğin garantisiydi. Başka bir deyişle Feyyum ressamı, bizim anladığımız manada bir portre yapması için değil, kendisine bakan müşteriyi kayda geçirmek için çağrılıyordu (…) Bizim elimize geçmesi niyetiyle yapılmamış bu ‘portrelere’ baktığımızda kendimizi çok özel bir mahremiyet sözleşmesinin büyüsüne kaptırırız. Bu sözleşmeyi anlamak, bizim için zor olabilir ama bakış bizimle konuşur, özellikle günümüzdeki bizle.”

Portreler, hatırlama ve hatırlatma arzusunun bir yansıması; unutturulanları ve hafızayı beraber ele alan Berger, taşın özüne geri dönünce ayakları toprağa basan insanla karşılaşıyor, daha doğrusu onu anımsıyoruz. Bazı satırlarda ise Berger, Brueghel’in ya da Bosh’un, yirminci ve yirmi birinci yüzyıla dair “kehanetlerine” dikkat çekiyor, bir başka deyişle ürettiklerini böyle yorumluyor. Resim yapmanın ilk koşulu olan ve görmemizi sağlayan; İtalyan ressam Giovanni Bellini’nin en büyük tutkusu ışığı göstermeye çalışıyor baktığı ve yorumladığı her eserle Berger. Tabii karanlığı da… Dolayısıyla resmin ardını ve sanatçının zihnindekileri fark etmeye çabayıp meseleye yorum da katıyor. Mesela, defalarca otoportre çizen Albert Dürer’i bu gözle inceliyor.
 
GEÇMİŞ, BİR ÖLÜM KOZASI GİBİ…”

Berger’ın Portreler’deki esprilerinden biri, aynı dönemde yaşasa da yaşamasa da birbirinden etkilenen sanatçıları ele alması. Bulduğu bağlantılar, günümüzün önemli bir fotoğrafçısı (Sebastião Salgado) ile Rönesans’ın hatırı sayılır bir ressamı (Michelangelo) arasındaki benzerliği ortaya koyarken bir Breughel resminde, küreselleşmeyi ve kapitalizmi gösterebiliyor. Yıllar evvel karşısına çıkan bir çizim, eskiz ya da tablo, daha sonra Berger’ın gözüne farklı göründüğünde ona dair yorumları genişleyip hikâye hâlini alıyor. Böylece işin içine merhamet, işkence, vahşet, isyan ve bazen sözün açıklamada yetersiz kaldığı hareketin tasviri giriyor. 

Berger sözü, lümpen-proletaryanın ve alt sınıfların hayatını resmeden ilk sanatçı Caravaggio’ya getirdiği sırada, ayırdına vardıklarını hikâyenin arasına sıkıştırıyor: “Gençken bilmediğim, hiçbir şeyin geçmişi silemeyeceğiydi: Geçmiş, insanın etrafına bir ölüm kozası gibi dolanır.” Bu cümleyi, Caravaggio’ya değinirken sarf etmesinin bir anlamı var elbette: Talihsizleri ya da korkunç insanları tasvir eden ressam, kendisini “olayların iç yüzünü” ortaya çıkarmaya ve ötekilere yeraltını değil, resmettikleriyle paylaştığı “dünyayı” göstermeye adamış, dolayısıyla “Ben”i aydınlatarak unutmaya karşı bir mücade vermiş, bu uğurda Berger’ın deyişiyle “Kilise’ye ve dine aykırı” olarak nam salmıştı.
Berger, hayata dokunan noktalarını anlattığı eserlerin arka planındakilerle de ilgileniyor. “Neden?” ve “Nasıl?” diye sorup “görünür olanın insanı yüceltme” aşamalarını tarihsel bağlamda çözümlerken “yokluk ülkelerindeki varsıl dilin” yaratıcılarının işaret ettiği hakikati hatırlatıyor.

Kitaptaki bir başka espri, Berger’ın yazdıklarının, yüze önce dikkatle bakarak ölü suretin portresini yapan ressamların, ardından hatırladıklarını tuvale döküp canlı bir çizim kotarmasına benzemesi. Sokakta yürürken, bir galeride, farklı kentlerde ya da kasabalarda karşısına çıkan portrelere, tablolara, eskiz ve çizimlere bakakalan Berger, Géricault gibi “mümkün güzelliği bulmayı isteyen” tanıdık ya da ismi duyulmamış sanatçıların peşine takılınca yaratıcı dikkatle ve dehayla yüzleşiyor: “Şimdiki enflasyonun aksine, olduğu gibi görünen ve delilik zamanlarının öznesi” dediği bu sanatçılar; bilinemeyenlerin, “kutsal vakarın”, göz önünde pek durmayan ya da tutulmayanların resmini yapmıştı. Fakat Berger, genelleme kara deliğine girmekten çekinerek şu notu düşüyor: “Hiçbir sanatçının eseri salt bağımsız gerçekliğe indirgenemez; sanatçının hayatı, sizin ya da benim hayatım gibi. Ömür boyu yarattığı eserler, kendi içlerinde meşru ya da kıymetsiz bir gerçekliğe sahiptir. Açıklamalar, çözümlemeler ve yorumlar izleyicinin dikkatini daha keskin bir biçimde esere vermesini sağlayan bir çerçeve ya da büyüteçten başka bir şey değildir. Eleştiriyi mazur gösterecek yegâne şey, eseri daha net görmemize sebep olmasıdır.”
 
KESİNLİK KARŞISINDAKİ TEREDDÜT

Courbet’yi anlatırken aktardığı anekdotların dibine “O, cehaleti tercih eden kültürlülere meydan okuyan yegâne büyük ressamdı” notunu düşüyor Berger. Böylece Portreler’in bir esprisi daha ortaya çıkıyor: Sanatçılara dair kuru ansiklopedik bilgiler yerine, ürettiklerine ve hayatlarına ilişkin şiirle, tarihle ve edebiyatla harmanlanmış incelikli yorumlar…

Ressamın, yarattığı bir sanat eserine söz olma hâli de diyebiliriz buna: “İktidar sahiplerinin düşmanı olan gerçekliğe” yaklaşmayı ve onu belirginleştirmeye çabalayan sanatçıları anlatan sözler onlar. Mesela, “gerçeklikten sanatsal kâr elde etmeyi hiç ummadı” dediği Van Gogh’u ya da ihtiyarlığında yalnız kalan Picasso’nun, yaşadığını kanıtlamak için her gün çizim yaparak düştüğü “boyayla küfreden” renkli müstehcenlik çılgınlığını yorumladığı cümleler… Bunlarla birlikte Fernand Léger’in sıra dışılığının, “eserlerinde modern şehir hayatına dair pek çok gönderme bulunmasında yattığına” işaret eden ifadeler… Hepsi; “zarafetin modayla, başarıyla, kazançla özdeşleştirildiği” günümüzde, bir başka seçeneğin bulunabileceğini ve bunun da dil olduğunu gösterip duvarların öbür tarafına dokunuyor: Eleştirmenlerin takip ettiği sanatçının, yetenekli olup olmadığını tartışmak bir yana, döneminin kültürünü yerip yermediğini sorgulayan bu dil, Berger’ın Güzin ve Abidin Dino’yu Paris’teki evlerinde ziyaretleri sırasında kapıldığı yolculuk hissine de benziyor.

Berger Porteler’de, hem sanat tarihini yazmış isimlerini anıyor hem de sanatın hayatla arasına mecburen koyduğu sınırlardan hareketle kesinlik karşısındaki tereddütünü dile getirirken bu, maskeli ve çırılçıplak aşk ayrımını andırıyor. Peter Kennard’ın; “görünmeyeni görünür kılan, saklananları kasten veya bilinçsizce ifşa eden” fotomontajları da maske metaforuyla bir arada düşünülebilir pekâlâ.
Portreler’de; merak eden, öğrenmeye çalışan, yorumlayan, kendisinin eğitimine katkıda bulun sanatçıları ve anlamaya uğraştığı eserler üzerine kalem oynatan Berger’la yüzleşiyoruz, her zaman olduğu gibi. Böylece onun baktığı pencerenin ardındaki manzarayı; hayat ve sanat hikâyelerinin kesişimini, kimi zaman da birbirinin sınırını ihlal etmediğini görüyoruz. Kısacası Berger, ikisinin de tarihselliğini göz ardı etmeden, hayattan sanata ve sanattan hayata karışıyor.        
 
Portreler / John Berger / Yayına Hazırlayan: Tom Overton / Çeviren: Beril Eyüboğlu / Metis Yayınları / 504 s.
 


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler