İstanbul'un yaralı yüzü
Bozkır göçerlerin yağmalarıyla atsız göçerin kent yağması arasında fazla bir şey değişmedi. Atlı göçerler fethettikleri toprakları yağma ederler, halkını esir alırlardı. Kente göçen Anadolu halkı da kent toprağının yağma mekanizmasını harekete geçirdi. Halkını esir almadı ama, halkın yaşamını kent esaretine çevirdi. Buna kentleşmek ve hatta çağdaşlaşmak deniyor.
Atlı göçer, yağma ile yaşardı. Biz de kendi kentlerimizi yağma ediyoruz. Fakat bu bozkırda olduğu gibi değil. Kenti çirkinleştiriyor ve içine de kendimizi hapsediyoruz. Bu bir uygarlaşma dönüşümü değil. İstanbul gecekondu boyutunda kalan mahalleleriyle olduğu kadar sözde çağdaş yapılarıyla çirkin, üst üste yığılmış yüksek yapı sitelerinde utandırıcı bir planlama yoksulluğu var.
Sevgili okuyucular,
Bunların tümü toplumsal yapılaşma işlevinin deformasyonudur. Biyoloji terminolojisi ile kanserdir. Bunu saklamak olanağı da yok! Toplumsal dengesizliğin fakirliği ve sefaletidir. Gecekondular, İstanbul’da ve Ankara’da ilk ortaya çıktıklarında kentlere iş aramaya gelen halkın gerçekten bir gecede, bir iki günde, yasal olmayan arsalarda, ıssız topraklarda, derleme malzeme ile yaptıkları derme çatma barınaklardı. Gecekondu tam bir yamalı bohça idi. İnsanın hayvansı yuvasıydı. Kentliler bundan utanırlardı. Fakat Türkiye’nin bir bunalımının işareti idi. Varlıkları toplumun çaresizliğinin, kentin kendini savunamamasının işaretiydi. Bu epidemi kentlerin en zengin mahallelerine de sıçramıştı.
GÖÇERİN YAĞMACI KİMLİĞİ İKTİDARDA
Kuşkusuz kentsel yapı ve toplum yapısı için bir epidemi olarak görülecek gecekondu, onu yapan ve sığınanlar için bir hastalık değildi. Köyünde de fakir bir aile aynı konut koşullarında yaşıyordu. Bir bakıma gecekondu, hele kent içinde boş alanlara yapıldığı zaman geldikleri köylerdeki durumdan daha iyi koşullardadır. Kısa sürede bir çeşmeleri, suları, kaçak veya değil, elektrikleri, işlerine gidecekleri bir yol, çocukları için okul ve çalışacakları bir iş olanağı vardı.
Ne var ki giderek nüfusu artan gecekondu, halkının o günlerden kalan arsa işgal etme ve izinsiz inşaat yapma tutkusu sonunda bir politik yöntemin temeli oldu. Göçer nüfus arttıkça kentin yerlileri azınlıkta kaldılar. Nüfus artışı ile oranlı olarak, muhtarlık, belediye başkanlığı, parti üyeliği, millet vekilliği gecekondu halkının oyuna muhtaç olmaya başladı. Yeni politik dinamikler oluştu. Bunlar yeni oy pattern’leri ve popülizm ile buluştular. İşgal edilmiş arsa, ya da peşkeş çekilmiş devlet arazisi, ruhsatsız inşaat, ruhsatsız yapı, kaçak elektrik ve suya yollar açıldı. İstanbul kaçak, plansız, yasasız inşaat cenneti oldu.
Sonra bu hastalık yurda yayıldı. % 60 oranını politikacılardan öğrendik. Bu davranış iktidar politikasına dönüşüp, sayılar milyonlara yükselince, bu başlangıç dinamiğinden yeni kent düzenleri (daha doğrusu düzensizlikleri) ortaya çıktı. Bunlar adeta katlanarak kentlerin yeni büyüme parametreleri oldular. Kargaşa düzenin yerini aldı. Entropinin artması, kaosun çaresizliğini getirdi.
İktidara kendisi gelen Anadolu halkı, adı İstanbul olan bu kente göçerin yağmacı kimliğini benimsedi. Boş ve ucuz toprak, devlet arazisinin peşkeş çekilmesi yağma örgütlerinin oluşmasının olanak verdi. Kontrol edilen bilinçsiz nüfus sayısı örgütlü grupların, belediyelerden başlayarak devlet kurumlarını ve partileri de ele geçirmelerine olanak verdi. Türkiye’de 1950’den önce olması maddi olarak imkânsız, toplumsal ekonomik ve politik bir kompozit gelişme bugünlere kadar geldi.
KENT KATLİAMI GÜNDEMDE
Tarihte atlı göçerin uygar ülkeleri işgali nasıl sonuçlanmışsa İstanbul ve Anadolu göçeri tarafından işgali de öyle ölümcül amaçlarla olmasa, hatta bir tür sığınma niteliği taşısa da, kenti azmanlaştıran fakat aynı zamanda niteliğini değiştiren bir onulmaz epidemi olarak bir kent katliamına dönüşmektedir.
Beyoğlu, Büyükdere Bulvarı, Ataköy İstanbul değil. Biçimsel olarak İstanbul denilen bir yerleşmenin heterojen parçaları. Ataköy olmazsa, Maslak Caddesi olmazsa, onlara benzer onlarcası yarın oluşabilir. Fakat Beyazıt, Sarayburnu, Galata giderse İstanbul’da eksilir.
Planlanamayan, ölü dokusu her gün artan, bütün derisi çirkin lekelerle dolu, gecekondu ile modern cam cepheli yüksek yapıları yan yana koyan, arterleri tıknefes, politik yolsuzluk, yasasızlık, plansızlık ve ekonomik soygun kenti kemiriyor. Bu durum insanların canını alarak yaşıyor ve acı çekenlerin (ah)larını depoluyor ve işitmezden geliniyor. Bunlar hastalığın ilk semptomları.
İstanbul, ülke nüfusunun %25’ini - ekonomisinin % 50’sini kendinde taşıyan yani Türkiye’nin monopolünün sahibi olan bir kent. Başka bir deyişle, ülkenin geleceği onun elinde. İstanbul şirketleri basını ve yayını ile bu monopolün temsilcisidir. Bu monopol, demokrasi ve adaletin rafa kaldırıldığı bu ülkede, uygarlık karşıtı gelişmeleri güçlendiriyor.
Bu deformasyonların toplumu nasıl yozlaştırdığını analiz etmek zordur. Bunlar ayrıntılı bilimsel araştırma konularıdır. Bu bağlamda ilk gecekondulardan bugünkü gökdelenlere kadar etkili olan eğilimlerin yanı sıra, toplum eğitim ve ahlakta evrensel standartların altına düşülmüş, ve toplumda umutsuzluk artmıştır.
TARİHİ HASTALIK: CEHALET VE YOLSUZLUK
Sevgili okuyucular,
Türkiye tarihi hastalığı olan cehalet ve yolsuzlukla savaşıyor. Bu savaşı halk kendine karşı yapıyor. AKP’nin övünmesi gerekmez. AKP toplumsal bir davranışı kolaylaştıran herhangi bir partidir. Fakat göçer düşünceli halka en yakın partidir. Bu gelişmenin sonucu acıklı olabiliyor. Acımasız ve insan sevgisi olmayan biri, birkaç yüz kişinin yaşamı ile oynayabiliyor. Bunu aşağıdaki olayı öğrenen kadar bilmiyordum.
15.000 m2’lik bir arsa 50 hisselidir, bu arsada 40 yapı var. Bunlarda yaklaşık 300 kişi yaşamaktadır. 900 m2’lik bir arsa sahibi arsasını bir yabancıya satar. Alan hemen ‘İzale-i Şûyu’ davası açar. Bir iki yıl önce bir yasanın sağladığı bir olanak olarak bu 900 m2 alan, 14 100 m2 de, 40 tapulu konutta oturan 300 kişiyi yapılarından atmakla tehdit edebiliyor?!
Kentin yerleşik ve yapılanmış bir bölgesinde, 40 yapı sahibini 15 yıllık topraklarından etme cüretini veren bir yasa, 21 yüzyıl Türkiye’sinde nasıl ortaya çıkıyor?
Bu kadar insanın yaşamı, evi barkı ile oynamak Osmanlı İmparatorluğu’nun herhangi bir döneminde olmamıştır. Bunun ne çağdaş hukuk ve insan haklarıyla ne de İslam şeriatı ile ilgisi yoktur. Lütfen bir hukukçu vatandaş bunun bu ülkede olası olmadığını söylesin! O zaman umutsuzlara katılacak bir aday daha olmayabilir.
Sevgili okuyucular,
Hangi koşullarda olursa olsun bu toplumda insanlık için düşünüp çalışacak çok insan olduğunu Kurtuluş Savaşı’nda öğrendik. Günümüzde de varlıklarıyla geleceği hazırlayan milyonlar var. Sesleri az ya da çok çıkabilir. Düşünceleri de bulanık olabilir. Ama çağdaş dünyanın ortaklarıdır.
Bu ülkenin dünya ile ergeç buluşacağı tek yol çağdaş uygarlık yoludur. Buna ulaşmanın hızlanması halka ulaşacak söylemin yaratılmasındaki hıza bağlı. Bu da entelektüel olduğunu düşünenlerden biraz özveri ve çaba bekliyor.
En Çok Okunan Haberler
- Erdoğan belayı satın aldı
- Protesto eden yurttaşlara polis müdahalesi!
- ‘Kar leoparı’ neden cezaevinde
- Ünlü kebapçının kardeşi 20. kattan aşağı düştü!
- Kayyum belediyeyi kapattı!
- Trabzonspor'da ayrılık!
- Elazığspor'dan maça çıkmama kararı!
- Ali Koç'tan çok sert Kayserispor açıklaması!
- Al Nassr'dan Talisca açıklaması!
- Yetki kısıtlayan teklif komisyondan geçti