İstanbul Sözleşmesi nereden nereye?

Dijital iletişim olanakları ile dünyaya açılan kentli genç kuşağın iktidar partisinden uzaklaştığını son yerel seçimler açıkça gösterdi. Ciddi ekonomik sorunların üzerine gelen korona salgınıyla hızla artan işsizlik ve yoksulluk, salgının sorgulanan yönetilme şekli de iktidar partisinin desteğini azalttı. İktidar partisine destek azalırken, destek veren seçmenin yelpazesi de daraldı. AKP genç, eğitimli, kentli kesimlerin desteğini daha az alır hale geldi. Siyasi desteğini konsolide etme ihtiyacı parti liderlerini “İstanbul Sözleşmesi’ne karşıtlık” üzerinden destek alabilecekleri gruplara yönlendirdi.

Yayınlanma: 21.09.2020 - 06:00
İstanbul Sözleşmesi nereden nereye?
Abone Ol google-news

Tarih 11 Mayıs 2011... İstanbul Sözleşmesi, Avrupa Konseyi tarafından İstanbul’da imzaya açıldı. Türkiye sözleşmeye ilk imza koyan ülkeydi. Prof. Dr. Feride Acar, o tarihte hem böyle bir sözleşme yapılmasını Avrupa Konseyi’ne öneren uzman grubundaki sekiz isimden biriydi; hem de sonrasında Sözleşme metnini yazan ve müzakere eden heyetteki Türkiye temsilcisiydi... Kadına şiddetin her gün biraz daha arttığı, buna rağmen İstanbul Sözleşmesi üzerinde siyasi tartışmaların sürdüğü dönemde ODTÜ Öğretim Üyesi, Siyaset Sosyoloğu ve BM Kadınlara Karşı Ayrımcılığın Ortadan Kaldırılması Komitesi (CEDAW) Üyesi Prof. Acar'ın kapısını çaldık. İstanbul Sözleşmesi’ni imzaya götüren ve imzalandığı süreçte Avrupa Konseyi Daimi temsilcisi olarak müzakerelerde görev alan Emekli Büyükelçi Daryal Batıbay ve Sözleşmeye taraf ülkelerin oluşturduğu Taraf Devletler Komitesi’nin 2014’te kurulmasının ardından dört yıl süreyle başkanlığını yapan Emekli Büyükelçi Erdoğan İşcan da sorularımızı yanıtladı. 

- Feride Hanım, Bir siyaset sosyoloğu olarak lütfen İstanbul Sözleşmesi'nin imzaya açıldığı 11 Mayıs 2011 Türkiye'sini anlatır mısınız?

Şöyle başlayayım isterseniz… 11 Mayıs 2011 günü Türkiye’nin Avrupa Konseyi Dönemsel Başkanlığı’nın son toplantısı Türkiye’nin ev sahipliğinde İstanbul’da yapılıyordu. O gün Çırağan Sarayı’nda toplanan Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin olağan siyasi gündemine ilaveten bir de, daha önce Konsey Bakanlar Komitesi’nce kabul edilmiş ve bu toplantı sırasında imzaya açılması kararlaştırılmış olan Kadınlara Yönelik Şiddet ve Ev içi Şiddetle Mücadele Sözleşmesi’nin imza töreni de vardı. Dışişleri Bakanlığı nezaket gösterip toplantıya beni de davet etmişti. İmza töreni başladığında ne kadar mutlu ve gururlu olduğumu anlatamam. Tabii son beş yıldır yoğun bir emek verdiğim sürecin meyvesini görmek beni mutlu etmişti. Ama daha önemlisi o gün orada imzalanan sözleşme ile kadınlar güçlü bir koruma kalkanı ve güvence kazanıyordu. İmzalayan devletler kadınlara, ‘şiddetsiz bir yaşam sizin insan hakkınızdır ve devlet olarak bu hakkınızı en iyi şekilde koruyacağız’ sözü veriyordu. Üstüne üstlük benim devletim, Türkiye, bu işin öncülüğünü yapıyordu. Artık sokakta veya işyerinde fiziki ya da cinsel şiddet ile karşılaşan; kendileri için ‘en güvenli yer’ diye düşünülen evlerinde kocaları, sevgilileri, babaları ya da kardeşleri gibi en yakınlarındaki erkeklerden en akla gelmez şiddet türlerine muhatap olan binlerce, milyonlarca kadının şiddetsiz bir yaşam hakkının olduğu bu Sözleşme ile tescil ediliyordu. Taraf olan bütün devletler de bunu gerçekleştirmek için gereken yasa değişikliklerini yapmaya, uygulamalarını dönüştürmeye; ülkelerindeki her türlü eğitim ve iletişim aracını kullanarak toplumda bu konuya yönelik olarak var olan olumsuz bakış açısını, kalıp yargıları değiştirmeye; kadın-erkek eşitliği zemininde oluşacak yeni ve etkili standartlarla hareket etmeye söz veriyorlardı. Ve Türkiye Cumhuriyeti bu süreçte kararlılıkla başı çekiyordu… O günkü törende 11 devlet daha (Avusturya, Finlandiya, Fransa, Almanya, Yunanistan, İzlanda, Karadağ, Portekiz, İspanya, Slovakya ve Lüksemburg), o günden sonra artık İstanbul Sözleşmesi olarak bilinecek olan metni imzaladı. 

- Geriye baktığınızda ne görüyorsunuz?

Şimdi geriye dönüp baktığımda, o günün kritik kadrolarındaki insanların çoğunun çağdaş insanlık değerleri ve çoğulcu demokrasi algısını benimsemiş kişiler olduğunu özlemle görüyorum. İstanbul Sözleşmesi, birikimli ve yetkin diplomatların bilgi ve yetilerini Türkiye’nin dünya değerleri ile bütünleşmesi için çekinmeden kullandığı; azimli bir kadın hareketinin etkin olduğu ve hükümetin de kadınların insan haklarına sahip çıktığı bir Türkiye tarafından imzalandı. 

Bu yaygın desteği Sözleşmenin imzalanmasından sonra Türkiye’de yaşanan süreçte de görebiliriz. İstanbul Sözleşmesi 25 Kasım 2012’de TBMM tarafından bütün partilerin olumlu görüş bildirdiği bir oturumda onaylandı. Sonrasında ise dönemin ilgili Bakanı Sayın Fatma Şahin’in kadın hareketi temsilcileri ile yürüttüğü ayrıntılı bir görüş alışverişi sonucu bu sözleşmeye uygun 6284 sayılı “Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun” kabul edildi.             

- Sözleşme üzerinde çalışırken, iktidar tarafından ikna edilmeye muhtaç çok kişi var mıydı? Hangi noktalarda zorlandınız?

O dönemde Sözleşme konusunda yurt içinde fazla bir ikna süreci yaşandı diyemem, zira bunun gereği de yoktu. Ya da öyle görünüyordu... O zaman böyle bir Sözleşme yapılması fikri ortak bir Avrupa Konseyi girişimi olarak ortaya çıkmıştı. İktidar partisi de hem demokrasi ve insan hakları gibi konularda Avrupa değerleri ile – en azından görünürde – barışık bir tutuma sahipti. Hem de o zamanlar iktidara destek veren daha geniş yelpazedeki seçmen kesimlerinin arasında kadın-erkek eşitliği ve ayrımcılığa karşı olmak gibi değerleri benimsemiş gruplar da önemli bir yer tutuyordu. 

Türkiye, Batı dünyası ile ‘iyi geçinen’, uluslararası ortamlarda saygınlığı artan ve gelişmekte olan ülkelere örnek olarak gösterilen bir devletti. O ortamda İstanbul Sözleşmesi gibi bir sözleşmenin yansıttığı kadın-erkek eşitliği, kadınlara karşı ayrımcılığın ve şiddetin önlenmesi gibi değerlere karşı çıkan kesimlerin etkisi bugünkü gibi hissedilmiyordu.  

Tabii ki “Türkiye o zamanlar bu konularda ileri standartlara sahip, sorunsuz bir toplumdu” demiyorum; ama bugünden çok farklı bir tablonun varlığına işaret etmek istiyorum. Bence temel değişiklik, hükümetin siyasi tutumunda ortaya çıkıyor. Aslında biliyoruz ki Türkiye’de bugün de toplumun büyük bölümü kadın-erkek eşitliği ve kadınların insan haklarının korunması gibi değerlere sahip çıkıyor; kadınların şiddet görmesini onaylamıyor, İstanbul Sözleşmesi’nin hakkıyla uygulanmasını istiyor. Geçtiğimiz haftalarda yayımlanan Konda araştırması bunu da net olarak gösterdi. 

- Sözleşmeyi ilk imzalayan ülke olmaktan, sözleşmeden çıkılmasını ister konumuna nasıl geldik? Ne gibi bir zihniyet değişikliği yaşandı? 

11 Mayıs 2011’de İstanbul Sözleşmesi’ni imzalayanların politikacılar –en azından bir kısmı– maalesef şimdi kadın-erkek eşitliğini kabul etmeyen, ayrımcı ve erkek üstünlüğüne dayalı bir toplum yapısını geri getirme niyetlerini açıkça dile getiriyor. Bunu da toplumsal kültürel geleneklerin muhafazası adına, çok defa dini değerlere de atıf yaparak savunuyor. Bunun bizim ülkemize özgü bir durum olmayışı da ilginçtir. Bazı Doğu Avrupa ülkelerinde de İstanbul Sözleşmesi’ne yönelik eleştirel yaklaşımlar ortaya çıktı. Örneğin Polonya, Macaristan, Slovakya gibi popülist siyasetin egemen olduğu başka ülkelerde de, İstanbul Sözleşmesi’ne yönelik aslı astarı olmayan ithamlara dayalı karalama kampanyaları yürütülüyor. Her ne kadar bu tür karşı çıkışlar kimi yerde Katolik, kimi yerde Ortodoks din kurumları, bizde de İslami olduğunu iddia eden, birbirinden çok farklı kültürel çevrelerce dile getirilse de, bunlar özünde erkek egemen yapıları güçlendirmek ve kadınları ikincil konumda tutmak isteyen kesimlerden gelmekte.  

Bizde ise bu gündemin iktidar partisinin seçmen tabanındaki değişiklikten etkilendiğini düşünüyorum.  

- Açar mısınız?

Evet, iktidar partisinin desteği azalırken, destek veren seçmenlerin yelpazesi de daraldı. AK Parti genç, eğitimli, kentli kesimlerin desteğini daha az alır hale geldi. Dijital iletişim olanakları ile dünyaya açılan kentli genç kuşağın iktidar partisinden uzaklaştığını son yerel seçimler, özellikle metropollerde, açıkça gösterdi. Yaklaşık iki yıl önce başlayan ciddi ekonomik sorunların üzerine gelen korona salgınıyla hızla artan işsizlik ve yoksulluk, salgının sorgulanan yönetilme şekli de iktidar partisinin desteğini azalttı. Bu ortamda siyasi desteğini konsolide etme ihtiyacı bence parti liderlerini ‘İstanbul Sözleşmesi’ne karşıtlık’ üzerinden destek alabilecekleri gruplara yönlendirdi. 

- AK Parti de sözleşmeyi savunanlar ve karşı çıkanlar diye ikiye bölündü aslında… Cumhurbaşkanının kızının yönetiminde olduğu KADEM sahip çıktığında bile sesler susmadı. Parti içinde destekleyenler ve karşı çıkanlar hangi sosyolojik tanıma uyuyor?

Sanırım son dönemde AK Parti içinden İstanbul Sözleşmesi’ne açıkça karşı görüşlerin çıkmasında değindiğim bu dinamiklerin etkisi var. İktidar partisinin giderek daralan tabanı içindeki aşırı tutucu grupların bu yeni dinamik içinde, kadın hakları ve kadına yönelik şiddet konularında partinin söylemini şimdi daha fazla etkiledikleri açıkça gözükmekte. Hatta son dönemde bu grupların kendi ideoloji ve söylemlerini partiye adeta ‘dayattıklarını’ gördük. Sözleşmeden çekilme dahil son haftalarda basına da akseden açık baskılar ve talepler insana, ‘Acaba iktidarın siyasi kararları, sayıları çok büyük olmayan ama duruşları ve talepleri çok reaksiyoner olan bazı uç kesimlere esir mi düşüyor?’ diye düşündürüyor.

- Sözleşme’ye karşıtlığı çok defa  ‘Cinsel yönelim’ ve ‘Toplumsal cinsiyet kimliği’ üzerinde yoğunlaşıyor. Bu kavramlar muhafazakar kesim için nasıl bir anlam içeriyor? Sözleşme eşcinselliği meşrulaştırıyor mu? Aile kurumuna zarar veriyor mu?

‘Cinsel Yönelim’ ve ‘Toplumsal Cinsiyet Kimliği’ İstanbul Sözleşmesi’nin Temel Haklar, Eşitlik ve Ayrımcılık Karşıtlığı başlığı altında yer alan 4/3. maddesinde geçen kavramlardır. Burada, mağdurların haklarının korunması açısından, kişilere dil, din, irk, cinsiyet, yaş, medeni hal; ulusal bir azınlıkla bağlantılı olmak; mülkiyet, doğum, sağlık durumu, engellilik hali; göçmen ve sığınmacılık hali gibi sayılmış olan yirmiden fazla nitelik üzerinde ayrımcılık yapılamayacağı belirtilmiştir. Bu anlayış bütün insan hakları sözleşmelerinde vardır. Ancak, giderek eski metinlerde ‘dil, din, ırk’ gibi daha kısıtlı sayıda nitelikle ifade edilen bu anlayış günümüzde, İstanbul Sözleşmesi’nde olduğu gibi, daha ayrıntılı şekilde tanımlanmakta, daha çok sayıda niteliği kapsamaktadır. Bu da dünyada insan hakları kavramının ‘ilerlemeci’ niteliğinin bir doğal gereğidir. İstanbul Sözleşmesi, şiddetin temelinde eşitsizliğin ve ayrımcılığın yattığını tespit ediyor. ‘Ayrımcılık karşıtlığı’ nasıl olup da ‘eşcinselliği teşvik’ ya da ‘toplumun cinsiyetsizleştirilmesi’ diye görülüyor, anlamak mümkün değil. Bu ifadelerin İstanbul Sözleşmesi’nde kullanılmış olmasından bambaşka manalar üretenler, eşcinsellerin veya farklı cinsel yönelim sahibi olanların insan haklarının korunmasına karşı mı? Bu kişilerin ayrımcılık ya da şiddet mağduru olmalarını kabul mu ediyor? Bence İstanbul Sözleşmesi’ne bu ithamları yapanların önce bütün bu sorulara yanıt vermeleri lazım. 

- Aynı çevreler İstanbul Sözleşmesi’nin uygulanması toplumda sanki ailenin dağılmasına, aile kurumunun zayıflamasına neden olacakmış izlenimi yaratmaya çalışıyor...

Öncelikle şunu belirteyim bu sözleşme amacı itibariyle aileyle ilgili değil kadınların hakları ile ilgili bir metindir. Toplumda çok önemli bir kurum olan ailenin korunması aslında İstanbul Sözleşmesi’nin tam olarak ve etkili şekilde uygulanması ile sağlanabilecektir. İçinde kadınların dayak yediği, cinsel ilişkiye zorlandığı, çocukların cinsel istismar mağduru olduğu ortamların ‘ailedir, kol kırılır yen içinde kalır’ anlayışı ile korunduğu yapıların sağlıklı aileler olduğunu kim iddia edebilir ki? Aile, kişilerin ve dolayısıyla toplumun sağlıklı yaşamının temeli olmalıdır; tam aksine, şiddet olan aileler toplumda ilişkilerin her düzlemine yayılan çürümenin odağı olur. Türkiye gibi her gün yeni bir ‘kadın cinayeti’, yeni bir ‘aile içi şiddet’ vakası haberi ile güne uyandığımız bir yerde, bu çok yaşamsal sorunu görmezden gelip ‘içinde şiddet olsa da biz aileyi koruruz’ demek kadınların hakları ve toplum yararı açısından kabul edilemez. 

- Sözleşmeden çıkmak Türkiye için nasıl bir sıkıntı yaratır?

Türkiye’de yaşayan bir insan olarak son yılların genel siyaset kültür dönüşümü içerisinde bu durum beni şaşırtmaktan çok üzüyor doğrusu. Kadınlara yönelik şiddet maalesef toplumumuzda adeta bir olağan davranış biçimi haline geldi. Bu yaşamsal sorun ile başa çıkmak için çok köklü ve kapsamlı tedbirler alınması gerekir. İstanbul Sözleşmesi’nin içerdiği ilkelere sahip çıkmak, getirdiği yasal ve diğer düzenlemeleri yapmak bunun ‘olmazsa olmaz’ koşuludur.

Türkiye olarak İstanbul Sözleşmesi’ne ilk imza koyan devlet olmamızdan, Sözleşmenin İstanbul Sözleşmesi olarak anılmasından zamanında çok onur duyduk; yapılmasında ve kabulünde özel bir gayretimiz ve rolümüz olması ile de haklı olarak övündük. 

Bu Sözleşme ülkemizde kadınlara yönelik şiddetin önlenmesi konusunda, yeterli olmasa da olumlu adımlar atılmasına temel oldu. 6284 sayılı “Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun” ve Şiddeti Önleme ve İzleme Merkezleri (ŞÖNİM) İstanbul Sözleşmesi olmasaydı olmazdı. Sözleşme devletin ve kadın sivil toplum örgütlerinin başarılı çalışmaları ile toplumda şiddet konusunda artan bir farkındalık yaşanmasına yol açtı. Bugün Sözleşmeden çıkılması olasılığı karşısında toplumda nasıl bir tepki oluştuğunu sokaklardaki afişlerde, her ilde yapılan kadın gösterilerde görüyoruz. İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılması halinde, aksi iddia edilse de, maalesef birçok şey tam tersine döner; yasalar değişebilir ya da mahkemeler ve kolluk güçleri tarafında uygulama daha da gevşer. Kadınlar kendilerini yalnız ve devlet tarafından korumasız bırakılmış hissederler; şiddet uygulama eğiliminde olan erkekler de devletin kendilerine bu konuda ‘anlayışlı davranacağı’ gibi bir mesaj alırlar.  Böylesi bir karar, bence sadece Türkiye’de kadınları şiddetten koruma mücadelesinde geriye dönüşün kritik ilk adımı olmakla kalmaz, Türkiye’nin uluslararası insan hakları sisteminden daha da uzaklaşmasının somut bir işareti olur. Ülke olarak böylesine bir yanlışın içine düşmeyeceğimizi ümit ediyorum.

ALTI AY BOYUNCA ÇOK ÇALIŞTIK

İstanbul Sözleşmesi’ni imzaya götüren ve imzalandığı süreçte Avrupa Konseyi Daimi temsilcisi olarak müzakerelerde görev alan Emekli Büyükelçi Daryal Batıbay'a sorduk. 

- İstanbul Sözleşmesi gündeme nasıl geldi?

Türkiye Kasım 2010-Mayıs 2011 arasında Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi dönem başkanlığını üstlendi. Başkan olan ülke, gerçekleştirmeye çalışacağı hedefler ortaya koyar, ve o hedefleri 47 üye ülkeye kabul ettirmeye çalışır. Dönem başkanlığının başarısı da o hedeflere ne ölçüde ulaşıldığıyla ölçülür. Türk dönem başkanlığının hedeflerinin başına Kadına Şiddetle mücadele için, kenarda unutulmuş bekleyen sözleşme taslağını sonuçlandırmayı koyduk. Bunu yaparken kadına karşı şiddetin Türkiye’de çok ciddi bir sorun olduğunun bilincindeydik. Tamamen o sebeple böyle bir sözleşmenin yapılmasını hedef olarak koyduğumuzu beyan ettik. Böyle bir girişimin kadına karşı şiddetin yaygın olduğu, insan haklarının ihlal edildiği Türkiye’den gelmesi, sorunun ciddiyetini göstermek için önemliydi. Böyle bir sözleşmeyi Türkiye olarak sonuçlandırırsak bunun ülkemizdeki sorunla mücadeleye olumlu yansımaları olacağını da düşündük.

- Kim düşündü, devlet aklı mı?

Dışişlerinin aklı. Strasbourg’daki büyükelçi olarak Dışişleri tarafından çok desteklendim. Altı ay boyunca çok çalıştık. Düşünün ki 47 ülkeyi bir araya getirmek, ortak metin üzerinde anlaşma sağlamak kolay değil. Sonuçta Sözleşmeyi İstanbul’da ev sahipliği yaptığımız Bakanlar Komitesi toplantısına yetiştirdik. O toplantıda imzaya açılan Sözleşmeyi dönem başkanı ülkenin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ilk olarak imzaladı. Sadece Türkiye’de değil, değişik ölçülerde olsa da, tüm Avrupa ülkelerinde var olan kadına karşı şiddet sorunu ile mücadelede Türkiye’nin girişimi ile dünyadaki ilk ve tek uluslararası sözleşmeyi hayata geçirmek ve adının İstanbul ile anılmasını sağlamak ülkemiz adına bir başarıydı ve 46 Avrupa Konseyi üyesi tarafından da öyle değerlendirildi.

- Ahmet Davutoğlu sözleşmenin arkasında duruyor. Muhalefet edenler kimlerdi?

Ben hiçbir muhalefet duymadım. Olsaydı, Meclis’te duyulurdu. Sözleşmenin TBMM’de onaylanarak yasalaşmasında bir tek olumsuz oy çıkmadı.

- Ne değişti?

Tam uygulayamadık. Şiddetin en ağırı olan kadın cinayetleri bile her yıl arttı. Çok yönlü tedbirlerle üzerine gidilecek bir sorun. Yasal değişiklikler yeterli olmuyor. Yasal değişiklik önemli bir temel oluşturuyor ama onun üzerine inşa etmek lazım.

- O dönemde diplomat olarak AK Parti ile çalıştınız. Bu kadar arkasında durduğu sözleşmeye bugün bu kadar muhalefet etmesini nasıl yorumluyorsunuz?

Bunu ancak Türkiye’deki iç siyasi gelişmelerle açıklayabiliriz.

TARTIŞMA İÇ SİYASET PARAMETRELERİNDEKİ EVRİME BAĞLANABİLİR

İstanbul Sözleşmesi’nin yürürlüğe girmesi üzerine Taraf Devletler Komitesi oluştu. O dönemde Avrupa Konseyi Nezdinde Daimi Temsilci olarak görev yapan Erdoğan İşcan,  ilk toplantıda Komite Başkanlığı’na oybirliği ile seçildi. Bugün BM İşkenceye Karşı Komite Üyesi olan Emekli Büyükelçi İşcan’a sorduk. 

- “İstanbul Sözleşmesi, kadının korunması konusunda ortaya çıkmış en iyi sözleşmedir” görüşüne katılır mısınız?

Evet, İstanbul Sözleşmesi, İkinci Dünya Savaşı sonrasında gelişen uluslararası insan hakları sisteminin kadın haklarının korunması alanında uluslararası genel uzlaşı sonucunda hazırlanarak yürürlüğe konmuş temel bir unsurudur. Kadın ve erkek arasındaki eşitsizliğin bir türevi olan kadına karşı şiddet en ağır insan hakları ihlalleri arasındadır. İstanbul Sözleşmesi, kadına karşı şiddeti tanımlar, nedenlerini inceler, önlenmesine yönelik önlemleri ve taraf devletlerin uygulamalarına katkı amacıyla denetim mekanizmasını düzenler. Bu açıdan, kadına karşı şiddetin önlenmesi alanında yalnız en iyi değil, aynı zamanda ilk ve tek uluslararası sözleşmedir.

Öneminin doğru anlaşılabilmesi için uluslararası insan haklarını koruma sistemi içindeki yerine de bakılmalıdır. Geçen yüzyılda insanlık iki dünya savaşının yıkıcı etkilerini yaşadı. İkinci Dünya Savaşı sonrasında uluslararası güvenlik mimarisi yeniden düzenlendi. O dönemde siyasi aklın oluşturduğu Birleşmiş Milletler sistemi, insan haklarına saygı ve sosyal adaleti, uluslararası barış, güvenlik ve sürdürülebilir kalkınma hedeflerinin temeli olarak tanımladı. Bu anlayışla, 1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel Bildirisi ile belirlenen ilkeler temelinde ortak hukuk alanı oluşturulması amacıyla sözleşme sistemi geliştirildi. Birleşmiş Milletler sisteminde mevcut on temel insan hakları sözleşmesinden biri de “Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Ortadan Kaldırılması Sözleşmesi”dir (CEDAW).

Bu arada, BM sistemini tamamlayıcı nitelikte oluşturulan bölgesel örgütler de yerel düzeyde insan haklarını koruma sistemleri kurdular. Birleşmiş Milletler Antlaşması ve İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nde tanımlanan hedefler temelinde kurulan Avrupa Konseyi, bugüne kadar etkinliğini geliştirerek sürdüren, kapsamlı ve hukuken bağlayıcı norm üreten ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi başta olmak üzere etkin denetim mekanizmaları oluşturan örnek bir demokrasi, hukukun üstünlüğü ve insan hakları örgütü oldu. Bugün Reykjavik – Vladivostok ekseninde 47 ülkeyi ve toplam 830 milyon dolayında nüfusu barındırmakta. 1949’dan bu yana geliştirdiği 220 sözleşmede yer alan demokrasi, hukukun üstünlüğü ve insan hakları standartları ile Avrupa’da demokratik güvenliğin kalıcı kılınmasına yönelik çalışmalarını sürdürmekte.

Avrupa Konseyi, AGİT ve Avrupa Birliği gibi bölgesel kuruluşların yanı sıra, Birleşmiş Milletler ile de yakın danışma ve işbirliği içinde çalışır. İnsan hakları alanında gerektiğinde bölgesel kapsamın ötesinde küresel düzeyde ihtiyaç duyulan konularda norm geliştirme işlevi de yerine getirir. Kadına karşı şiddetin önlenmesine yönelik hukuken bağlayıcı bir belge oluşturma ihtiyacının belirlenmesi üzerine, Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’nin (CEDAW) devamı niteliğinde Avrupa Konseyi’nde başlatılan çalışma, İstanbul Sözleşmesi (Kadınlara Karşı Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi) ile sonuçlandı. Sözleşme, Türkiye’nin Avrupa Konseyi Dönem Başkanlığı sırasında İstanbul’da düzenlenen Bakanlar Komitesi sırasında imzaya açıldı. Sözleşme’yi ilk imzalayan ve çekincesiz olarak ilk onaylayan taraf devlet olması, uluslararası alanda ülkemiz için yüksek görünürlük ve önemli saygınlık kazandırdı. Sözleşme metni üzerinde Türkiye’nin etkin çabaları sonucunda uzlaşı sağlandığı da tüm Avrupa Konseyi üyesi devletleri tarafından hatırlanmakta.

İstanbul Sözleşmesi, ulusal ve uluslararası alanda barış, güvenlik ve istikrarın güvencesi olan insan haklarına saygı ve sosyal adaletin güçlendirilmesi hedefine yönelik bir dönüm noktasıdır. Doğru anlaşılması, siyasi hedeflere alet edilmemesi ve etkin uygulanması, ülkelerin ulusal düzeyde istikrar ve refahı için, ayrıca, uluslararası düzeyde saygınlığı bakımından büyük önem taşır. Sonuç olarak, insan haklarına, bu bağlamda kadınların korunmasına ve kadınlara karşı şiddetin önlenmesine yönelik hukukun ve uygulamanın geliştirilmesi, böylece sosyal adaletin ve istikrarın güçlendirilmesi ile refah düzeyinin yükselmesine elverişli zemin hazırlanması, toplumun ortak sorumluluğudur.

- Komite başkanlığı yaparken siyaset işinize ne kadar müdahale etti? 

Belki önce sözleşmelerin işleyişine açıklık getirilmesi yararlı olur. Genel olarak, temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası sözleşmelerin, işlevleri farklı ancak birbirini tamamlayıcı iki temel organı vardır. Sözleşmeyi onaylayan devletlerin temsilcilerinden oluşan taraf devletler komitesi, bir anlamda ilgili sözleşmenin yönetim kurulu gibi görülebilir. Sözleşme ile ilgili gelişmeleri değerlendirir, sözleşmeye geniş katılım sağlanmasına çalışır, ayrıca, sözleşmenin taraf ülkelerde uygulanmasını izleyen denetim mekanizmasının tavsiyelerinin yerine getirilmesi amacıyla ilgili devlet ile diyalog sürdürür. Denetim mekanizması ise, taraf devletler komitesinde seçilen, bağımsız ve tarafsız olarak görev yapan uzmanlardan oluşur. Sözleşmenin taraf ülkelerde uygulanmasına ilişkin hazırladığı raporlarda yer alan tavsiyeler taraf devletler komitesi tarafından izlenir. Böylece, sözleşmenin uygulanmasında görülen eksikliklerin giderilmesi amaçlanır.

11 Mayıs 2011’de İstanbul’da imzaya açılan Sözleşme, ilk kez Türkiye tarafından 14 Mart 2012’de onaylandı. On ülkenin onayı üzerine 1 Ağustos 2014’te yürürlüğe girdi. Böylece, Türkiye için de bu tarihten itibaren bağlayıcı oldu. Halen 34 Avrupa Konseyi üyesi devlet Sözleşme’ye taraf oldu. Sözleşme’yi imzalayan diğer 11 Avrupa Konsey üyesi devlet, ayrıca Avrupa Birliği, henüz onay süreçlerini tamamlamadılar.

Sözleşme’nin yürürlüğe girmesi üzerine Taraf Devletler Komitesi oluştu. O dönemde Avrupa Konseyi Nezdinde Daimi Temsilci olarak görev yapıyordum. Sözleşme’nin önemini ve adını da dikkate alarak, ilk toplantıda Komite Başkanlığı’na aday oldum ve oybirliği ile seçildim. Bağımsız nitelikteki bu görevi iki dönem boyunca 2018’e kadar sürdürdüm. Komite’de Sözleşme’nin denetim organı GREVIO üyelikleri için yapılan seçimlerde, ülkemizin adayı Profesör Feride Acar ilk turda en yüksek oyu alarak seçildi. Profesör Acar bağımsız denetim organı GREVIO’nun ilk toplantısında oybirliği ile Başkan olarak seçildi. Böylece, İstanbul Sözleşmesi’nin iki temel organının ilk başkanlıkları iki Türk temsilci tarafından yürütüldü. Ender görülebilecek bu durumun ülkemiz için önemli bir kazanım, prestij ve sorumluluk olduğunu düşünüyorum.

Komite Başkanlığım boyunca, Sözleşme’ye taraf devletlerin muhalefeti ile karşılaşmadım. Türkiye dahil tüm taraf devletler Komite ve GREVIO ile işbirliği yaptılar. O dönemde önceliğimiz Sözleşme’ye taraf devlet sayısını artırmak oldu.

Öte yandan, Sözleşme’ye taraf olan veya taraf olma süreci yürüyen bazı ülkelerde muhalif kesimlerin Sözleşme’de yer almayan ya da Sözleşme’nin hedefleri arasında olmayan unsurları öne sürerek geliştirdikleri dayanaksız kampanyalar nedeniyle, haksız iddiaların düzeltilerek Sözleşme’nin kapsamının doğru anlaşılmasını sağlamaya yönelik çalışmalarımız oldu. Ne yazık ki, Sözleşme’nin kapsamına ve amacına yönelik, nesnel dayanağı olmayan haksız iddiaların genelde iç siyaset bağlamında sürdüğünü görmekten üzüntü duyuyorum. Hukukun ve insan hakları normlarının siyasileştirilmemesi, sosyal uzlaşı sağlanabilmesi bakımından bugün de öncelikler arasına olmaya devam ediyor. Gerçeklerin saptırılmamasının ve görüşlerin doğru bilgi temelinde tartışılabilmesinin, demokrasinin sağlıklı işleyişi için bir olmazsa olmaz koşulu olduğuna inanıyorum.

Ayrıca, Komite’de bazı ülkelerin Sözleşme’ye eklediği çekinceler de tartışıldı. İlgili taraflara, Sözleşme’nin amacı ile uyumlu olmayan ve kadına karşı ya da aile içi şiddetin önlenmesi çabalarını sınırlamaya yönelik çekincelerin kabul edilebilir olmadığı anlatıldı. Diğer bazı taraf ülkeler de bu çekincelere itirazlarını kayda geçirdiler. Bu tür çekinceleri ekleyen taraf ülkelerde bugün de Sözleşme’ye ilişkin tartışmaların devam ettiğini görüyoruz.

- O günden bu güne ne değişti?

Genelde insan hakları hukuku ve bu bağlamda kadın haklarının korunması alanında uzlaşı sağlanması hiç bir zaman kolay olmadı. Burada temel sorun, insanların eşitliği temelinde insan onurunun korunması amacıyla geliştirilen evrensel insan hakları normlarını savunanlar ile insanlar arasında ayrımcılığa dayalı hiyerarşik roller içeren sistemi korumaya çaba gösterenler arasındaki çatışma. Kısacası, sosyal barış ve istikrar için insan hakları hukuku temelinde ilerleme ile eşitsizliğe dayalı statükonun korunması arasındaki ikilem.

İstanbul Sözleşmesi’ne ilişkin tartışma yeni değil, sözleşmenin hazırlık, imza ve onay aşamalarında da vardı. Şimdi daha görünür oldu. Bence bu iç siyaset parametrelerindeki evrime bağlanabilir. Sözleşme’ye muhalif olan kesimin siyasi karar sürecindeki rolü ve etkisinin zaman içinde artması; buna karşın, kadına karşı şiddet konusunda sosyal medyanın da katkısı ile sosyal bilincin güçlenmesi ve Sözleşme’nin bu bakımdan öneminin geniş kesimlerce anlaşılması, tartışmanın tüm sosyal kesimlere yaygınlaşmasına yol açtı. Bu noktadan sonra, iç siyasi dengeler ya da ülkenin uzun dönemli uluslararası konumu arasında seçim yapılması gerekecek gibi görünüyor.

Benzer gözlemi uluslararası düzeye de taşıyabiliriz. Güçlenen otoriter eğilimli popülist yönetimler, İkinci Dünya Savaşı sonrasında savaşların ve çatışmaların önlenerek barış, güvenlik ve kalkınmanın sürdürülebilir kılınması amacıyla geliştirilen çok taraflılık zemininde kurallara dayalı düzeni aşındırmaya devam ediyor. Son 75 yılda elde edilen kazanımları kaybetmek, insanlık için büyük bir kayıp olacak.

- Sizce İstanbul Sözleşmesi uygulansaydı, bugün Türkiye’de kadına şiddet tablosunda bir değişiklik olur muydu?

Taraf olan ülkelerde Sözleşme ulusal hukukun bir parçası olur. Türkiye için de böyle. Kaldı ki, taraf olduktan sonra Türkiye, Sözleşme ile uyumlu 6284 sayılı yasayı çıkardı. Normların varlığı, uygulama için ilk adım. Gerçekte, her ülkede kulağa hoş gelen normlar bulabilirsiniz. Bunun, eğitimle birlikte, yürütme ve bağımsız yargı tarafından normun öngörülen amacına uygun yapıcı bir anlayışla uygulamaya yansıtılabilmesi gerekir. Demokrasilerde parlamentolar yürütmeyi denetleme işlevini yerine getirirken, medya, akademi ve sivil toplumun da görüşlerini karar süreçlerine yansıtmalarına imkan verilmesi, katılımcı demokrasinin gereğidir.  Bu bir sosyo-kültürel dönüşüm sorunudur. Bugün Türkiye dahil birçok ülkede temel sorun Sözleşme ya da Sözleşme ile uyumlu yasanın etkin bir şekilde uygulanamaması. Cezasızlık en büyük sorun. Böylece, caydırıcılık, önleyicilik ve cezalandırıcılık sağlanamıyor. Tersine, cezasızlık kültürü, eşitsizliğe dayalı şiddeti özendirici rol oynuyor. Sonuç olarak, genelde insan hakları hukukunun ve özel olarak İstanbul Sözleşmesi’nin uygulamada görünür etki yaratabilmesi, sabırlı ve tutarlı çabaların uzun dönemli olarak sürdürülmesini gerekli kılıyor.

- Sözleşmenin ilk adımının atıldığı günlere gidelim. AİHM, devletin eşinin şiddetinden kendisini koruyamadığı gerekçesiyle dava açan Nahide Opuz ile ilgili olarak Türkiye’yi tazminata mahkum etti. Opuz kararı bugünün Türkiye’sinde AİHM tarafından verilseydi, yine İstanbul Sözleşmesi’ne bu kadar sahip çıkılır mıydı?

İstanbul Sözleşmesi öncesinde de gerek uluslararası sözleşmeler, gerek Anayasamız ve iç hukukumuz, genelde şiddeti caydırıcı ya da cezalandırıcı hükümler içeriyordu. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) denetim organı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), başvuru üzerine, Sözleşme’de tanımlanan temel hak ve özgürlükler konusunda, varsa, ihlali belirler. Avrupa Konseyi’nin yürütme kanadı Bakanlar Komitesi de, ilgili devletin ihlal konusu mağduriyeti gidermesini ve tekrarlanmaması için gereken önlemleri almasını izler. AİHM’in Opuz kararı bu kapsamda verildi. İstanbul Sözleşmesi, AİHS’ye ek olarak, kadına karşı ve aile içi şiddet konusunu somut, belirgin ve kapsamlı bir çerçeveye kavuşturdu. AİHM’in, benzer bir başvuru durumunda, her başvuru kendi özellikleri kapsamında değerlendirilecek olmakla birlikte, aynı yönde karar vereceği varsayılabilir.

Sonuç olarak, şu unsurları özetle vurgulamak isterim. Devletlerin taraf oldukları uluslararası sözleşme hükümlerine iyi niyetle uygun davranmaları, uluslararası hukukun temel bir ilkesidir. Uluslararası sözleşmeler, devletlerin siyasi iradeleri doğrultusunda ortak çabaları sonucunda geliştirilen belgelerdir. Devletler yine siyasi iradeleri sonucunda sözleşmelere taraf olurlar. Devletlerin birlikte geliştirdikleri, uzlaşı ile sonuçlandırdıkları ve siyasi iradeleri ile taraf oldukları uluslararası belgeleri uygulama konusunda tereddüt duymamaları gerekir. Bu durum Türkiye için de geçerlidir. Birleşmiş Milletler’in ve Avrupa Konseyi’nin kurucu üyeleri arasında yer alan Türkiye, bu forumlarda sözleşmelerin geliştirilmesine yönlendirici katkılarda bulunmuş, temel sözleşmelerin büyük çoğunluğunu onaylayarak ulusal hukukunun parçası haline getirmiştir. İstanbul Sözleşmesi de bunun yakın örneklerinden biridir.


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler