İnsanın birey hali ve iç insan
Geçen yıl yitirdiğimiz Harold Bloom popüler bir eleştirmendi. Batı Kanonu (Türkçesi: Çiğdem Pala Mull, İthaki Y. 2014) kitabı ülkesinde bestseller olmuş. Bloom’un öteki ünlü kitabı Shakespeare: The Invention of The Human’dır (İnsanın İcat Edilmesi).
İnsanın birey hâlinin, buna koşut olarak iç dünyasının, her insan tekinin ayrı bir âlem olarak gelişmesinde Shakespeare’in katkısını yaşamsal bulur Bloom. Shakespeare’ın, yazdıkça, kahramanlarının içsel boyutlarının güçlendiğini anlatır. Hamlet bu sürecin doruğudur. Ona yakın düzeyde Falstaff görülür. (Biri, Hamlet’in İngiltere’ye gidince orada kalıp Falstaff’a dönüştüğünü söylemiş Orson Welles’e. O, “olmaz öyle şey” der ama bence müthiş bir roman konusu!) İnsanların iç dünyalarının, dolayısıyla psikoloji boyutunun gelişmesi yazın alanının çok dışına taşan ve kabaca iç insanın gelişmesi diyebileceğimiz genel bir kültürel süreçtir. Bloom, iç insan kavramını 1520 yılında Luther’in kullandığını unutmamıştır ama Shakespeare’in yazdıklarını daha önemli görür.
DOLAŞIK RUHLULAR
Halil Kayıkçı’nın konuyla ilgili önemli bir çalışmasını okudum: Aziz Augustinus’un “İç İnsan”ı keşfi: Batının İçsellik Tarihine Kısa Yolculuk. Görüyoruz ki, iç insan kavramının aslında Aziz Augustinus’a, Aziz Pavlus’a kadar inen bir geçmişi vardır. Bence, iç insanın 16. yüzyılda güçlenmesi bir rastlantı değildir. Rönenans dönemiyle birlikte Batılılar hem dış hem de iç keşiflere yönelmiştir. Sanatın yaşam alanı da, iç keşifler sürecine katılmasıyla genişlemiştir. İnsan doğasının araştırılması, insan tekinin karakter özellikleri, öznellik, insanlar arası ilişkilerdeki ayırtılar, özel haller, romanın, dramanın, denemenin konuları olmuştur. Tanpınar, şarkın mesnevi dinleyip pilav yiyen insanıyla İbsen’ın dolaşık ruhlu kişilerini iki karşıt kutup olarak anar. Şark insanının ayrımı ruh yapısının daha basit oluşu değil, kendi ruh yapısını araştırmamış olmasındadır. Şöyle bir düşünelim tarihimizi. Bizde de dolaşık ruhlular yok mudur? “Bir ben vardır bende, benden içeri” diyerek iç insanı ayrımsamıştır Türk Şark ama tasavvuf yolu dışında bu iç insanla pek ilgilenilmemiş, cemaat üyesi olarak toplumsal, dış insan öncelik taşımıştır. İçsellik gelişmediği için bizim edebiyatımızdan bir Shakespeare çıkmamıştır.
SHAKESPEARE OLMASAYDI
Shakespeare dünyada üzerine en çok çalışma yapılan yazar olmalı. Ülkemizde Mîna Urgan’ın güzel Türkçeli Shakespeare ve Hamlet’i (YKY, 2014, ilk baskı Altın Kit. 1984) beğenerek, çok şey öğrenerek okuduğum bir kitaptır. Urgan, Shakespeare’in “insan doğasını çok derinliğine bildiği”ni söyler, oyunlarını birer birer ele alır, en uzun Hamlet üzerinde durur. Shakespeare insan doğasına ilişkin bilgisine dayanarak yüzlerce karakteri dilsel düzeyde yaratmıştır. Başka bir deyişle, iç insanı dilde, dil yoluyla, o güne kadar olmamış ölçüde ayrıntılı şekilde kurmuştur. Bloom’un icat dediği budur. Ben Johnson’un Shakespeare’in yapıtlarını “bir çağ için değil, her zaman için” geçerli görmesinin, dünyanın her yerinde bu yapıtların yankı bulmasının nedeni de icadın başarısındadır. “Dilde karakter ve kişiliği temsil etmek bakımından en makbul hâle gelen tarzı icat ederek, bildiğimiz şekliyle insansalı icat etmiştir” der Bloom. Ona göre, Shakespeare olmasaydı biz insana başka türlü bakar olurduk. Bilemem! Ancak, Shakespeare’in karakterleri yoluyla insanın çeşitli yönlerini ve bu yönler arasındaki ilişkileri, çelişkileri, çatışmaları görüyoruz. Bu bakımdan, “Shakespeare evrensel iç insanı, iç dünyamızı eşsizce sahnelemiştir” diyebilirim.
HEM KÖTÜ AHLAKLI, HEM DE İYİ YÜREKLİ
Bloom, en ayrıntılı işlenmiş Shakespeare kişileri olarak Hamlet, Falstaff, Rosalind, İago, Lear ve Kleopatra’yı gösterir. Bunların arasında ilgimi en çok çeken IV. Henry’nin Falstaff’dır. Urgan güzel anlatır hayat dolu Falstaff’ı. “Bizi böylesine büyülemesinin başka bir nedeni, o eşsiz yaşam sevinci. O görülmedik neşesidir” der; “yalnız cana yakın değil, ayrıca karmaşık bir kişiliği de vardır Falstaff’ın: Hem kötü ahlaklı, hem de iyi yüreklidir , (...) hem yetmişine yakın hem de gençliğin olanca canlılığı ve sevimliği içindedir.” Bloom, Elizabeth Çağının Socrates’i olarak da niteler Falstaff’ı. Onun filmini yapan Orson Welles’e göreyse altın kalpli bir bohemdir.
Hamlet ayrımlıdır. Bloom’a göre entelektüellerin İsa’sıdır o. Melankolik prensin asıl sorunu, bence, babasının öcünü nasıl alacağı değil, insanların dünyasının yaşamaya değip değmemesidir (To be or not to be). Batı uygarlığının yükselişe geçtiği bir çağda Hamlet gibi karanlık, giderek kötücül bir tipin çıkması ilginçtir. O yüzyıllara yukardan bakılırsa, kapitalizmin sahneyi kaplamaya yöneldiği görülür. Kapitalizm bireyi temel alan bir düzendir ama sermayedar, girişimci, çıkarcı bireyi. Her gelişme diyalektiktir. Bir yandan kapitalist birey yükselirken, öbür yandan karşıtı ortaya çıkacaktır. 18. yüzyılın sonundan başlayarak burjuva düzeninden yakınacak romantiklerin Hamlet’i ata saymalarının nedeni budur.
Ayrıca Hamlet de Falstaff kadar özgür bir kişiliktir. İktidardaki sistem açısından bakıldığında dış insan kadar iç insana da ideolojik koşullandırma yoluyla hükmetmek gerekir. Onun için romantik kahraman “Ruhumu asla ele geçiremeyeceksiniz” der. Bugün bile aydın kişinin temel özelliği de zihinsel / ruhsal özgürlüğü değil midir?
Bir yanda Falstaff, öbür yanda Hamlet. İkisi de aykırı kişiler. Günümüzde hangisinin tavrı daha uygun olur acaba? Belki, en doğrusu Orson Welles’e birinin söylediği evrimsel bireşimdir (sentez).
En Çok Okunan Haberler
- Kriminal raporun ayrıntıları ortaya çıktı
- İktidarın '25 Kasım' korkusu
- İstanbul'da aile katliamı
- AKP sayesinde bu düş de gerçek oldu!
- 4 kişiyi öldürüp intihar etti!
- 250 bin TL'nin getirisi ne kadar?
- Akalın'dan İYİ Parti'yi karıştıracak açıklama
- Gökçek döneminde belediyeden geçen karar pes dedirtti!
- Türk ordusunun Kubilaysızlaştırılması
- Hedefteki teğmenlerle ilgili yeni gelişme!