‘İlk ve Son’ dizisiyle gündemde olan oyuncu Salih Bademci: Anı kaçırmak korkunç şey!
15 yıla yakın süredir, severek izlenilen dizilerin demirbaşı olan Salih Bademci “İlk ve Son” dizisinde Özge Özpirinççi ile başrolü paylaşıyor. Başarılı oyuncu ile yeni dizisini ve karakterini konuştuk, elbette hayattan da bahsettik.
Fotoğraflar: Kurtuluş Arı
O dizi meraklıları için neredeyse 15 yıldır adeta aileden biri. Ekranların en dikkat çeken isimlerinden.
İzleyicileri aylarca ekranlara kilitleyen “Ulan İstanbul”, “Kiralık Aşk”, “Elveda Rumeli”, “İstanbullu Gelin” ve “Kırmızı Oda” dizilerinin oyuncu kadrosunda hep onun ismi vardı: Salih Bademci.
Hiç düşmeyen enerjisi, kendine has mimikleri ve özgün oyunculuk kabiliyetiyle her karakterini hatırda kalıcı hale getirdi. Başarılı oyuncu, Blu TV’de görücüye çıkan yeni dizisi “İlk ve Son” ile bize pek de alışık olmadığımız bir içerik deneyimi sunuyor. Bademci ile yeni dizisi vesilesiyle söyleştik.
“İlk ve Son” dizisi Blu TV’nin ilk iç yapım içeriği. Bize projeden bahseder misiniz?
“İlk ve Son” dizisi başta senaryo olarak aslında hem benim hem rol arkadaşım Özge’nin (Özpirinçci) hem yapım şirketinin ve de yönetmenimiz Cem Karcı’nın kalbini çalmış bir projeydi. Bizi tam 12’den vurdu. Her gelen yeni bölümde daha da coşkulandık bu işte. Zaten bu projeye başladığımızda içimizde büyük bir iştah ve şevk vardı. İki kişinin hikâyesini anlatıyor ama “lineer” (doğrusal) bir çizgide ilerlemiyor. Aralarında geçen 10 yılı kronolojik bir akışla görmüyoruz. Birbirine geçen, çapraz bir kurgu yapısına sahip. O yüzden de bizi çok heyecanlandırdı bu iş. Senaristimiz Hakan Bonomo bütün diyalogları ve tüm senaryoyu o kadar derin yazmış ki okuduğunuzda bunun etkisinde kalmamanız mümkün olmuyor. Bence “İlk ve Son”u izleyen herkes bir yerinden diziye yakalanacak; bir yeri mutlaka o kişiye çok dokunacak.
KÜÇÜK ROL YOKTUR
Dizide başrollerden biri sizsiniz. Bu da dizinin izleyiciye farklı bir deneyim sunacağının işareti bence...
Bu iş için başrol olmanın beni çok motive eden bir tarafı yok; çünkü benim için önemli olan bu projenin bir parçası olmaktı. Her işte de öyleydi. Oynadığım hiçbir rolde de “Ben bir yan rol oynuyorum” diyerek yola çıkmadım, “Bir karakteri canlandırıyorum” diye yola çıktım. Tiyatroda klişe bir söz vardır: “Küçük rol yoktur, küçük oyuncu vardır.” Buna çok katılırım çünkü bir işi nasıl ele aldığınız, ona ne kadar değer verdiğiniz ve onu nasıl, ne kadar büyüteceğiniz önemlidir. Ve aslında o söz de bu anlama gelir. Kariyerim de sanırım böyle oldu. Aldığım “küçük” karakteri büyütmeyi, derinleştirmeyi başardım, başardık hem yönetmen hem senarist hem de ben.
Peki “İlk ve Son” bize neler vaat ediyor?
Biz seyirciye çok gerçek, izleği yüksek, daha az aksiyon içeren ama gündelik hayattaki kadar çok çatışmayı barındıran bir hikâye sunmayı vaat ediyoruz. Hayat kadar çatışmalı bir şekilde çok gerçek bir iş “İlk ve Son.”
Başrolle birlikte sektördeki hemen herkesin dile getirdiği sıra dışı oyunculuk yeteneklerinizin izleyicinin de daha fazla dikkatini çekeceğini düşünüyorum...
Çok teşekkür edeceğim ama öyle sıra dışı bir yeteneğim yok maalesef. Kulaklarımdan alev çıkarmıyorum. Senaryonun yazdığını var etmek, bahşettiğini seyirciye aktarmak adına bir çalışma yaptık ve bu anlamda kendimi çok şanslı hissediyorum. Bunu Cem Karcı’nın yönetiyor olması büyük bir artıydı. Cem çok yüksek duygulu bir yönetmen. Mükemmel bir bakış açısı ve göze sahip. Fazlasını yaptı, eksiğini yapmadı. Özge benim için çok büyük bir şans oldu. İnanılmaz iş disiplinine sahip bir oyuncuyla karşı karşıya kaldım. Çok keyifli ve rahat bir çalışma oldu.
Özge Özpirinççi ile nasıl bir uyum yakaladınız?
Özge galiba bugüne kadar çalıştığım en uyumlu partnerim oldu. Biz tuhaf biçimde ilk günden itibaren bunu yakaladık. Okuma provalarında fark ettik bunu. Sert bir senaryo vardı önümüzde ama Cem’in de yardımıyla Özge’yle birlikte tereyağından kıl çeker misali yaptık. Özge’ye buradan bir daha teşekkür etmek istiyorum ve şükranlarımı, minnetlerimi iletiyorum.
Yapımların kalıcılığını belirleyecek etkenlerle ilgili öngörüleriniz olduğunu fark ettim. Mesela "Ulan İstanbul"un tutmasını ramazana bağlamışsınız...
Caner’in (Özyurtlu) programında yaptığımız bir geyikti aslında bu ama bir gerçeklik payı da var tabii. Ramazan boyunca tatilin daha az olması ve belki evlere kapanılması, akşamları evde geçirilmesiyle ilgili bir şey vardı ama tabii ki bunun böyle olacağını tahmin ederek işi kabul etmedim. Ulan İstanbul, nevi şahsına münhasır bir işti. Müthiş bir senaryosu ve olağanüstü bir oyuncu kadrosu vardı. O işin başarısız olması çok zor bir ihtimaldi. Çok keyifli bir sezon yaşattı.
MUTSUZLUK BENİ GERER
İleride bir yapım şirketi kurmayı düşünüyor musunuz?
Öyle bir planım yok. Bana çok zor geliyor öyle işler. Ben o kadar teferruatta boğulmak isteyen biri değilim. İşini yapmayı seven ve geri kalan enerjimi hayata harcamak isteyen biriyim. Çünkü hayat sadece iş değil benim için. Yapımcı olmak çok büyük bir sorumluluk. Bir sürü alana aynı anda hâkim olman gerekiyor. Bunu yapabilir miyim? O gücü bulabilirsem belki. Ama şu an oyunculuk beni çok tatmin ediyor. Ailem, arkadaşlarım, çocuğumla çok mutluyum. Hayat var kaçırmamam gereken.
İnsanlar ekrandan taşan bir enerjiniz olduğu hissine kapılıyor. İzleyende bu hissi yaratmanın ne kadarı doğuştan gelen bir özellik, ne kadarı yetenek ve çalışma?
İnsanlar bana bunu çok söylüyorlar ve ben de aslında bunun hep abartıldığını düşünürdüm. Ama artık düşünmüyorum. Yaş ilerledikçe, kişi kendini daha da tanıdıkça bunu fark ediyor. Hiperaktif bir insanım ve her ortamımda insanların mutsuz olması beni geren bir şey; ben de bunun olmaması için çabalarım. Bir işin iyi çıkması için de çabalarım. Bu anlamda böyle bir “hediye”ye sahibim. Yaradılış olarak da bir enerjim var ve ekranda bunu yansıtmayı çok seviyorum. Bazen arkadaşlarım eleştiriyor; aynı oynuyorum gibi bir yorumla gelebiliyorlar. Tiyatroda da bunu yaşayabiliyorum ama ben bundan vazgeçmeyeceğim sanırım. Bu benim en büyük izlenilirliğim. Umarım bu enerjiyi hayatımın hiçbir anında kaybetmem.
Sosyal medyada son zamanlarda ilgi çekici paylaşımlarınız var. Biraz olsun sosyal medya ile barıştınız mı?
İlgi çekici paylaşımım nedir bilmiyorum. Sosyal medyayla ilgilenen insanlardan da “sosyal medyanı biraz canlı hale getir” yorumu alıyorum. Buna zaman harcamayı çok gerekli bulmuyorum. Asıl işim o değil. Herhangi bir kazancım yok oradan. Ama tabii “işbirliği” yapma durumuna da asla karşı değilim. Sosyal medyayı sadece beğendiğim, güzel şeyleri paylaşmak için kullanıyorum. Bana biraz büyük zaman kaybı geliyor çünkü sete geldiğimde bile telefonunu karavanda, çantasında bırakan biriyim. Onun elimde olması beni olduğum ortamdan çok koparıyor. Arkadaşımla vakit geçirirken de aynı durum söz konusu. Anı kaçırmak korkunç bir şey.
O AN BANA VE EŞİME KALDI
Bir seneden biraz fazla oldu ama pandeminin tam ortasında baba olmak nasıl bir histi?
İlk başta çok korktuk. Çünkü herhangi bir mutluluğu insanlarla paylaşmayı çok seven biriyim. Sonra fark ettim ki pandemi muazzam bir şans olmuş eşim İmer (Özgün) ve benim için. Çünkü biz İmer’le doğum sürecinde baş başa kaldık, anne babalarımız bile yoktu. O anı paylaşmak mükemmel geldi bize. Bütün doğum yapacak arkadaşlarıma da bunu tavsiye ediyorum. O an kesinlikle sana ve eşine kalsın diye söylüyorum. Annelerimizden ve babalarımızdan özür diliyorum ve arkadaşlarımızdan da ama iyi ki yoktunuz. Çünkü bize kaldı bu an ve biz bunu gönlümüzce doyasıya yaşadık. Mutluluk paylaştıkça çoğalıyor ama her mutluluk değil...
TİYATRODA SEYİRCİYLE BİREBİR
Elveda Rumeli’den beri çok az boş zamanınız kalacak şekilde setlerde olduğunuzu fark ettim. Ancak siz buna rağmen tiyatro sahnesine pek ara vermediniz. Neden?
Televizyon söz konusu olduğunda haftada 2 buçuk saat yayımlanan bir iş var ortada. Ve buna uygun senaryo yazılıyor, siz buna göre oynuyorsunuz. Yapa yapa bir alışkanlığa dönüşüyor. Ezcümle biz yaptığımız işe benzemeye başlıyoruz. O işin gerekliliklerine haiz oluyorsunuz. Onlar sizin alışkanlıklarınız oluyor. Artık belli bir yaş zümresi ana akım medyayı çok fazla takip etmiyor; bu da ana akımda yapılan projelerin aynılığından ve kısır bir döngüye girmiş olmasından kaynaklanıyor. Ancak “Kırmızı Oda” ve “Masumlar Apartmanı” gibi işler de var bir yandan. Dijital izleyici biraz daha temposu yüksek, sündürülmemiş işleri izlemeyi tercih ediyor. Daha orijinal, cesur konuları izlemeyi tercih ediyor. Televizyon izleyicisi biraz arkada açık fon müziği misali dizileri izliyor. Tiyatroyu o nedenle hep kenarda tutuyorum çünkü o bana sahnede seyirciyle direkt kontağı sağlıyor. Ben orada neyi ne kadar hızlandırmam, aktarmam ve neyin üzerine ne kadar yoğunlaşmam gerektiğini öğrenmiş oluyorum. Tiyatro benim için bir antrenman alanı aynı zamanda. An tamamen bana ait. Bu benim için muazzam kıymetli bir zaman. Bundan asla vazgeçmek istemiyorum.
En Çok Okunan Haberler
- Çok konuşulacak 'adaylık' açıklaması
- Fatih Altaylı ve İsmail Saymaz'a soruşturma
- 'Tarihe not düşmek için geldim'
- AKP’li belediyeden bir ayda 33 konser
- Mahruki yine yandı
- A Milli Takım'ın Uluslar Ligi'ndeki rakibi belli oldu!
- Fakülteyi kâğıt üzerinde kurmuşlar!
- Tıp fakültelerinde kadavra krizi
- Aydın Dağları'nda son yılların en verimli hasadı yapıldı
- 2 kişiyi öldüren Servet Bozkurt yakalandı!