İclal Aydın: Yaşatmak bence kahramanlık

Yeni kitabı “Söylenmemiş Sözler” ile okurlarıyla hasret gideren İclal Aydın yarım kalmış bir aşkın izini sürüyor. katmanlı yapısıyla okuru zamanda bir yolculuğa da çıkaracak romana dair İclal Aydın ile bir söyleşi yaptık ve merak ettiklerimizi sorduk.

İclal Aydın: Yaşatmak bence kahramanlık
Abone Ol google-news
Yayınlanma: 10.06.2021 - 15:38

İclal Aydın her kitabı merakla beklenen o şanslı yazarlardan. Üstelik ekrandan gelen popülerliğine yaslanıp kolaycılığa kaçmayan, edebiyata her daim disiplinle ve hasretle yaklaşan bir yazar o. O yüzden de yazdıklarını okumak hep bir keyif ve kazanç oluyor okur için. İclal Aydın’ın Everest etiketiyle basılan yeni romanı “Söylenmemiş Sözler” çok katmanlı yapısı, farklı zaman dilimlerine yayılmış anlatısı ve aşktan medyaya, geçmişin travmalarından günümüzün umutlarına birçok şeyi barındıran oylumlu bir çalışma. Pandemi yüzünden bir süredir Urla’da bulunan Aydın ile mail yoluyla bir söyleşi yaptık.

Sizin için sakıncası yoksa kitabın en başına koyduğunuz ithaftan başlamak istiyorum. İzmir’deki depremde hayatlarını kaybeden yeğenlerinizi anıyorsunuz… Böylesi bir kayıpla nasıl başa çıkıyorsunuz, ya da başa çıkabiliyor musunuz?

Doğrusunu isterseniz, birkaç saniye içinde iki çocuğunu, evini, anılarını, tüm hayatını kaybeden kuzenim Tülin ve çocukların babası Alican’ın tarifsiz acısı karşısında öyle çaresiz kaldık ki… Söylenecek hiçbir sözün ve tesellinin olmadığı bir durum bu. Sadece yanında olup, onunla ağlamak dışında hiçbir şey yapamadık. 16 yaşındaki pırıl pırıl iki çocuğunun ardından “Neden onlar gitti de ben kaldım? Benim burada kalmamın bir anlamı olmalı değil mi?” diye soruyordu Tülin. O anlam ve neden arayışı içinde “İyilik İkizim” adını verdiği bir iyilik hareketi başlattı. Çocukların adını yaşatmak yeni bir güne uyanmak için nedeni oldu. Buna alışılır mı? Sanmıyorum. Fakat bu kitabımda annesini kaybetmiş iki çocukla hiç çocuğu olmamış kimsesiz bir genç kadının buluşması Tülin’in sorduğu sorunun yanıtlarından biri gibi geldi bana. Gidenlerin ardında kalanlar, birbirine teselli olmak için kalıyor belki de…  

“Geçmişin tozunu alırken, kaybettiğini sandığı bir şeyi bulmanın sevincini yaşayanlar için” Bu alıntı aslında sizin “Gördüğüme Sevindim” adlı kitabınızdan yanılmıyorsam. Bu cümleye sizi geri döndüren nasıl bir ruh haliydi?

Sık taşınan ve bu yüzden her üç dört yılda bir tüm eski defterlerin, fotoğrafların, eşyaların, anıların içinden derinlemesine geçen biriyim. Yaşananları her defasında farklı bir köşesinden, yanından görmek bir avantaj olsa da, artık yaşamayanların ya da büyüyüp yetişkin olanların bıraktıkları, onları bir daha o halleriyle, sevdiğim halleriyle göremeyecek olmanın idraki sızlatıyor içimi. Bazen de tüm o geçmiş günlerin içinden unuttuğum bir sevinç çıkıyor. Geçmişten çıkan sevinçler bugüne, bugünün sıradan günlük sıkıntısına dayanma gücü verir bana. Böyle sevinçleri okurla paylaşmayı seviyorum. 

Romanın baş kişilerinden Filiz yıllar önce boşanmış, kızını belli bir yaşa kadar büyütmüş, yalnız yaşayan bir kadın. Hayatı güzel göğüsleyen ama bazı şeylerden de vazgeçmeye hazır biri sanki… Yine de gençliğinden kalan bir aşk onu yeniden ele geçiriyor… Onun hikayesinde sizi en çok ne etkiliyor; onun macerası sizinle hangi noktalarda örtüşüyor örneğin?

Doğrusunu isterseniz bu romanda kendimi en yakın hissettiğim, düşüncelerimi, isyan ve kırgınlığımı taşıyan kişi romanın diğer başkişisi gazeteci Oktay Onur Yortan. Filiz Canan kendi yazı matematiğim içinde, gerekli olduğunu düşündüğüm noktada, Nona ve Oktay’dan çok sonra yazdığım bir karakter. Okura sunuluşu bile sonradan yaptığım montajla değişip başa geçti. Tanışsak elbette yaşımız ve yaşadıklarımız nedeni ile uzun uzun sohbet edebilirdik Filiz Canan’la. Lakin ben Nona’nın komşusu, Oktay’ın arkadaşı olmak isterdim. 

Romanda mübadeleye dair de önemli anıştırmalar var… Ne düşünüyorsunuz mübadele ve sonuçlarıyla ilgili?

Hem romanlarımda hem denemelerimi topladığım kitaplarımda mutlaka etrafında döndüğüm bir konudur mübadele. “Unutursun” isimli romanımda daha detaylı anlattığım “Gidenlerin ardından, kalan, kalabilen ” Gavras Bey’in hikâyesinde de, bugün “Söylenmemiş Sözler”de Nona’nın öyküsünde de aynı hüzünlü, endişeli çocuk saklanıyor. Urlalı Yorgo Seferis bütün o hüznü ne de güzel anlatır: “Elimden aldılar evlerimi. Mutsuz yıllara rastladık; savaşlar, yıkımlar, gurbet…” Mübadelenin iki ülke arasındaki denizde çok değerli sanatçıları ve zanaatçıları boğduğunu, yok ettiğini, büyük bir kültürel kıyıma neden olduğunu düşünüyorum. Kendilerine ne burada, ne orada yer bulamayanların eksikliği sadece  Anadolu’nun değil, Yunanistan’ın, Ege’nin değil, dünyanın kaybı oldu. Bizim payımıza düşeni ise en büyük kısmıydı bence.

Maria Callas için “aşık olduğu adam için şarkı söylemekten vazgeçti” diye yazıyor bir yerde ve Filiz “Delilik bu işte” diyor. Aşkın deliliğe yaklaşan bu halini siz seviyor musunuz? Callas doğru mu yaptı sizce mesela?

Sevdiğimi söyleyemem... Aşkın bir delilik hali olduğu ve insana hata yaptırdığı doğrudur. Hatalarla, tutkuyla ve bu delilikle gençken mücadele edebilmek, sonrasında iyileşebilmek daha kolaydı. Maria Callas gibi dünyanın tanrısallaştırılan büyük yeteneklerinin hepsinde çok sevdikleri kişi tarafından sevilmek kendi istedikleri şekilde, güçle, tutkuyla sevilmek arzusunun yarattığı arızaları görürüz. Şarkı söylemek için dünyaya geldiği düşünülen (doğru olduğuna da inandığım) bir kadının sevilmek için denizkızı gibi sesini vermesi bir arızanın dışavurumu değil midir sizce de? Callas’ın şarkı söylemediği o 9 yıla ne çok şey sığabilirdi oysa! Bugün Casta Diva’nın ilk melodilerini duyar duymaz (elbette ilgili olup bilen için) Maria Callas’ın sesini arar insanın kulağı. Kimin umurunda Onassis’le aşkı şimdi?

Kadınlar aşkta da, acı yaşarken de daha mı cesur gerçekten? 

Çoğunlukla... Kadınların yaşamaya ve yaşatmaya dair güçlü bir dürtüleri var. Erkeğin kahramanlığı ölmek ve öldürmek üzerine güzellemelerle yükseltilir. Öldürmek ya da ölmek kahramanlık değildir ki oysa. Yaşamayı göze almak, yaşatmak için çabalamak daha büyük bir kahramanlık bence. Bu da daha uzun ve daha büyük bir direniş ister.

Söylenmemiş Sözler daha mı önemli, daha mı güçlü, daha mı tehlikeli…? Nedir ağırlığı hayatımızda o söylenmemiş sözlerin? Akla biraz Nazım’ı da getiriyor aslında…

Belki hepsi. Pişmanlığın çokça hâkimiyeti olsa da, umudun da bir o kadar mülkiyet hakkı var sanki söylenmemiş sözlerde. İşte, Nâzım tam da bu noktada gelir insanın aklına. Tebessüm ettirir. Ben size yazarken romanı bitiren bir yakınımdan bir mesaj geldi. Böyle tatlı bir tesadüf olamaz.  Diyor ki:  “Biter bitmez sana yazıyorum. Roman bitince Nâzım Hikmet dizesi geldi aklıma. Ve güneş doğarken hiç umut yok mu umut umut umut...umut insanda.  Bir şairin dizesinde, bir sabah güneşinde, bir kitabı okurken hikâyesinde kaybolmak istediğin rüzgarda... Bu sabah umut sendeydi.”

Yaşanmamış aşklar da daha mı kıymetli oluyor her zaman? Bununla rekabet etmek pek kolay olmasa gerek.

E, tabii, sürükleyici bir hikâye yazarken anlatmaya değer kavramlar peşine düşüyor kalem. Yaşanmamış bir aşkın olasılık hesapları o kadar verimli sonuçlar veriyor ki… Yazması da pek zevkli oluyor doğrusu. Yaşanmadığı için kıymet gören hikâyelere gerçek hayatta pek rastlamıyoruz artık sanırım. 

Aşk, tutku, sevgi gibi kavramların insan hayatında yaşla birlikte farklı bir sıralamayla önem kazandığını düşünüyor musunuz? Yaşam tecrübesi sizi bu anlamda nereye daha yaklaştırdı örneğin; bu sözünü ettiğim kavramların dışında da olabilir elbette…

Evet, kesinlikle. Tutkunun içgüdüsel yolunu takip etmek, dürtülere öncelik vermek ve elbette bu yüzden kendi yalanına, yanlışına önce kendini ikna etmek bir gençlik hastalığı. Manevi olarak hayatta kalınca anlıyor insan kendisini neyin zihnen ve kalben zehirlediğini, ne yapmazsa yoluna devam edebileceğini… Yaş almak da biraz böyle bir şey değil mi zaten? Sakınma marifetiniz gelişiyor.

Urla romanda ağırlıklı bir yer tutuyor… Urla hangi yönleriyle etkiledi sizi, “Urla beni başka bir insan yaptı” der misiniz?

Ege’yi anlatmayı seviyorum. Her romanımda başka bir şehir ya da ülkede olmayı, yaşadığım evden, günlük alışkanlıklarımdan uzak kalıp metinle baş başa yaşamayı seviyorum. Bu kez pandemi nedeni ile bütün roman Ayvalık ve Urla arasında yazılıp bitti. Buralar beni başka biri yapmadı. İnsan her yeni gün bir başkası oluyor. Başkalaştığım için belki de buraların, Urla’nın kıymetini bilmeye çalışıyorum.

Bir yerde odanın duvarındaki takvimin hala 4 Temmuz 1993’ü gösterdiğini görüyoruz. Madımak katliamından 2 gün sonrası… Madımak’a özellikle bir gönderme mi yapmak istediniz?

Bu soru vesilesi ile size teşekkür etmeme izin verin. Kitaplarım çıktığında röportaj vermeyi hiç istemem. Kimse kitabı okumaz çünkü. 450 sayfalık romanı beş cümlede anlatmanızı isterler. Önceleri şahsi algılardım bunu. Bana ve emeğime kıymet vermediklerini düşünürdüm. Sonra fark ettim ki kıymet vermedikleri şey benim emeğim değil, kendi meslekleri aslında. Geçen hafta, kitap haberleri yapan biri beni arayıp “Şekerim bir paragraf bana romanı anlatan bir şeyler yazıp gönderebilir misin?” dedi. Düşünebiliyor musunuz? İnanın bana, yıllardır, ilk defa kitabımı okumuş ve yanıtlamaktan haz aldığım sorular soran biri var karşımda. Edebiyat için, gazetecilik için, yazı yazmanın ahlakı ve kitap okumanın kıymetine inancımı tazelediğiniz için size çok teşekkür ederim. Ve 4 Temmuz’a gelince… Evet, o gün güzel insanların gidişinden sonra takvimin soluğu kesilir bir an için… 

Tanju Okan’ın da önemli bir yeri var kitapta, anlatmak ister misiniz, neden Tanju Okan, nedir sizin için anlamı?

Bu kitap onsuz olamazdı. Kişisel sevgim ve hayranlığım dışında yaşam öyküsünün, sesinin ve Urla’ya bağının muhteşemliği de etkiledi beni daima.  Oktay beyin Kerem’e anlattığı Tanju Okan benim Tanju Okan’ım. Diyor ya: “Bazı insanlar büyük yaşamak istemezler aslında. Yaşarken rezilliğine tahammüllerinin kalmadığı hayatın yüzüne tükürürcesine bir tükenişi tercih ederler. Hiç istemedikleri halde sadece bu tercihleri yüzünden büyük bir anı bırakırlar. Tanju Okan böyle adamlardan biriydi kanımca”

Romanın sonundaki “Teşekkür” kısmında Selahattin Duman’ı da anmışsınız. Sizdeki yeri ayrıydı anladığım kadarıyla, değil mi?

Evet, çok hem de. Ben gazeteci değilim. Gazeteden yazıları ve söyleşileri ile para kazanmış bir yazarım. Gazeteci bir gazetede yazmadığında, bir maaşı yani bir patronu olmadığında da gazetecidir. Selahattin Duman bana çok emek vermiş, çok şey öğretmiş bir ustaydı. Ağabeyimdi. Çok eleştirir, uyarır, çok teselli eder, öğretirdi. Yaşarken de, öldüğünde de gazeteciydi.

Romanda ciddi bir basın eleştirisi de var. Filiz çalışmaya başladığı gazetedeki ayak oyunlarına dayanamayıp akademiye dönüyor. Gerçi orada da çok farklı değil durum onu da fark ediyor. Buradaki asıl mesele güç ilişkilerinin her şeyi yozlaştırdığına dair bir saptama mı?

Sadece budur diyemem. Yozlaşma katmanlı kalın bir kabuk. Üst üste gelen nedenlerle taşlaşmış bir sınırlayıcı. Mesleki ve insani yetersizlik güç karşısında küçültüyor insanı. Ayak oyunları akademilerde, bankacılıkta, sanayide, kamu kuruluşlarında, her yerde… Asıl mesele içeriden çürüme ve dışarıdan o toplumsal yozlaşmanın kabuğuyla kuşatılma. Herkes değer görmek istiyor ama bilgiye, zamana ve hak edişe emek vermek istemiyor. Ben zahmetsizce bir başarıya ulaşayım ama diğerleri öyle olmasın. Okumadan okutman olmak isteyen akademisyenin, kendisi okumadan insanlara gazete, kitap okumasını öneren gazetecinin birbirinden bir farkı yok. Dediğim gibi kendi yetersizliğini bilmek ve bu yüzden güce boyun eğmek içten içe küçültür insanı.

Kadınlardan bu kadar söz etmişken; İstanbul Sözleşmesi’nden çıktık biliyorsunuz, ani bir kararla? Nasıl karşıladınız bu durumu, neler hissettiniz?

Oktay Bey’in çaresizlik, öfke, direnme, küsme, usanma ve depresyon seyrini bizzat yaşadım, yaşıyorum. Sözleşmeye öncelikli imza atanların sözleşmeye uymadıkları, kendi yaptıklarını kendilerinin reddettiği bir düzende her gün gerçeküstü bir haber daha dediğim gündeme uyanıyorum. Kızgınlığımdan yorgunum. Ama eteğini bırakabiliyor muyum? Hayır!  

Romandaki kişilerden biri (Gülin) halkımızın siyasi olarak hep otoriter adamlara düşkün olduğunu söylüyor. Bu biraz umutsuz bir bakış açısı gibi geliyor bana sanki.. ne diyorsunuz, bu anlamda değişiklik beklemek çok mu hayalcilik?

Hayır, asla. Aksine Gülin tespitlerinde kimi zaman haklı olsa da umutlu insanlardan beslenen, onlarla çevrili bir kadın. Ben hep yeniden başlamaya inanırım. Her defasında yeniden, sanki hiç kaybetmemişiz gibi…

Bugün mafya hesaplaşmalarının sosyal medyada alenen yaşandığı ve fena halde eril bir dilin meşrulaştığı tuhaf bir ortam hakim gündeme. Siz ne düşünüyorsunuz bu olan bitenler karşısında?

Bıkkınlığımın yeniden hayrete evrildiği günler bugünler. Son duraktaki halimiz böyle. Güven ve toplumsal adalet duygusunun bu denli zedelendiği günlerden nasıl çıkacağız? Böyle böyle çıkacağız. Çıkacağız. Çok daha zor koşullardan çıkılmışsa yine başaracağız. 


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler