Bağımsız medyanın güçlü ismi Ünsal Ünlü: Hepimiz cesur olmak zorundayız

Hafta içi her sabah yaptığı yayınlarla gündemi masaya yatıran ve binlerce, on binlerce kişiye ulaşan Ünsal Ünlü muhtemelen bağımsız medyanın en etkili seslerinden biri. Ankara’da bir araya geldiğimiz Ünlü ile medyadan, Türkiye’nin ekonomisinden ve korkunun ecele faydası olmadığı gerçeğinden konuştuk.

Bağımsız medyanın güçlü ismi Ünsal Ünlü: Hepimiz cesur olmak zorundayız
Abone Ol google-news
Yayınlanma: 29.09.2020 - 11:42

Beş yılı aşkın bir süredir hafta içi her sabah saat tam 9’da başlıyor Ünsal Ünlü’nün canlı yayını. Yaklaşık 30 dilde ‘merhaba’ dedikten sonra gündemi kendi üslubunca ele alarak konuşmaya başlıyor Ünlü ve 30 dakika boyunca hiçbir yazılı metne bağlı kalmadan (her şeyi kafasına yazıyor çünkü), tek bir takılmadan, bırakın takılmayı bir ‘eee’ bile demeden son derece akıcı bir şekilde alıp sürüklüyor yayını. Sonra da yaklaşık bir saatlik ikinci bir yayına başlıyor… Gazetelerin yazdıkları ve yazamadıkları hakkındaki bu yayında da günlük gazeteleri alıp önemli bulduğu (ya da çok saçma bulduğu, çoğunlukla burası daha ilginç zira günümüzde) haber ve yazıları alıntılar yaparak yorumlamaya başlıyor. Ünsal Ünlü konuşuyor, hem de çatır çatır. Biz de Ankara’ya yolumuz düşmüşken kapısını çaldık ve yüzümüzde maskelerimiz, aramızda sosyal mesafe, koyu bir sohbete daldık.

"Oradan (CNBC-e) atıldıktan yarım saat 45 dakika sonra Habertürk Ankara temsilcisi oldum. Onlar zaten istiyorlardı uzun süredir, dışarıdan teklif iletiyorlardı sürekli. İki sene hiç istemememe rağmen medyada yöneticilik yaptım. Burada bir ofis kurup Habertürk’ün Ankara bürosunu oluşturdum ve iki yıl çalıştıktan sonra istifa ettim, çünkü 2010 referandumundan sonra Ankara temsilciliği tıpkı bugün olduğu gibi teşrifatçılığa dönmüştü. Habercilik falan yapılmıyordu. Bir sene sonra artık ben bu medyanın içinde olmak istemiyorum dedim ve temsilciyken bıraktım." 

BEN BU MEDYANIN İÇİNDE OLMAK İSTEMİYORUM DEDİM VE BIRAKTIM

Yayınlar başlayalı 5 yılı geçti ve elbette onu konuşacağız ama ben öncesini de merak ediyorum… Yani buraya kadar gelen yolu; NTV’de meclis muhabirliği de yapmıştın bir dönem, 10 yıl kadar, peki ya öncesi?

Şöyle, ben 1982’de Radyo Çocuk Saati sınavını kazandım. O dönemde 5000 çocuğun girdiği bir sınavdı bu, biz bir yıllık kursların sonucunda elene elene 69 çocuk kaldık. 8-18 yaş arası 69 çocuk… Ben o sırada 12 yaşındaydım, bir sene boyunca eğitim aldık radyoda. Mikrofon oyunculuğunu öğrendik. Rüştü Asyalı, Ejder Akışık, Ergin Orbey, Jülide Gülizar, Çetin Tekindor, yani aklına gelebilecek herkesten dersler aldık. 83 yılından itibaren de Ankara Radyosu bizi çocuk kulvarında yapılabilecek her işte kullanmaya başladı. Hem dublaja başladım ben 83’te hem de Arkası Yarın, Radyo Tiyatrosu, Çocuk Bahçesi, Çocuk Saati, onlarla başladım. Üniversiteye ben biraz erken, 86’da girdim, ilkokula erken başlamıştım, okuma yazma biliyordum; üniversitede daha yakınlarda kaybettiğimiz Erbil abi (Tuşalp) vardı ve ben ilk kez hayatımda gazeteci olmayı düşünmeye başladım. Erbil abinin yazdıkları çok etkiledi çünkü beni, o dönemde o kadar ağır faşizm koşulları içinde işkence tanıklıklarını yazıyordu. O dönemin Nokta dergisi mesela beni çok etkiledi. Sonra 89’da TRT’de yapımcılık yapan Kadriye Kansu’nun önderliğinde bir ekip dünyada ilk kez editörlüğünü, sunuculuğunu, muhabirliğini gençlerin yaptığı bir haber bülteni çıkarmaya başladı. Biz bu projeyle ödül kazandık zaten sonra, EBU’nun ödülünü, ben de oranın ilk spikeri oldum. Yani ben artık tam o yıl, 89’da haberciliğe başladım. Ondan sonra da bir daha zaten dikiş tutmadı, o öyle bir şey ki, içine girdikten sonra mafya gibi, çıkamıyorsun zaten (gülüyor). 89’dan 93’e kadar aralıklı olarak TRT’de devam ettim, sonra oradan ayrıldım, 97’de Ankara’nın ilk özel televizyonu CTV’de (Ceylan Holding’in televizyonu) başladım, iki sene sonra 29 yaşımda askere gittim döndüm, bir kaç yerden teklif vardı ama tam o sırada CNBC-e kuruluyordu Ankara’da ve orada başladım. NTV ile ortak kuruluştu, 10 sene orada çalıştım. 2009’da attılar beni NTV’den. Ama artık zaten kan uyuşmazlığı başlamıştı, bugünkü NTV’ye baktığında ne olduğunu görüyorsun işte. Oradan atıldıktan yarım saat 45 dakika sonra Habertürk Ankara temsilcisi oldum. Onlar zaten istiyorlardı uzun süredir, dışarıdan teklif iletiyorlardı sürekli. İki sene hiç istemememe rağmen medyada yöneticilik yaptım. Burada bir ofis kurup Habertürk’ün Ankara bürosunu oluşturdum ve iki yıl çalıştıktan sonra istifa ettim, çünkü 2010 referandumundan sonra Ankara temsilciliği tıpkı bugün olduğu gibi teşrifatçılığa dönmüştü. Habercilik falan yapılmıyordu. Bir sene sonra artık ben bu medyanın içinde olmak istemiyorum dedim ve temsilciyken bıraktım. 

Zor bir kararmış aslında, tam da işler bir anlamda iyi gidiyorken…

Çok dalga geçtiler benle, çünkü temsilcilik sana Ankara içinde büyük fors sağlayan bir iş. Devletle ilişkin çok rahat gidiyor, herkes seni tanıyor, işlerini yapıyorsun falan ama gazetecilik yapamıyorsun, benim derdim o. İstifa ettikten sonra 1,5 yıl kadar tekrar radyoculuk yaptım, özel bir türkü radyosunda… Bugün beş yıldır uyguladığım formatı ilk orada denedim. O yayın saat 7’de başlıyordu, 7-9 arası, ama asıl kafamdaki hep saat 9’da yapmaktı. O türkü radyosundaki yayınlarda çok ciddi bir izleyicim oldu, yani en son ayrıldığımda 300 bin kişiye kadar ulaşıyorduk. Ondan sonra Gezi oldu ve ardından cemaatçiler orayı sıkıştırmaya başladılar, ‘Bu adamı atın’ diye net bir şekilde talimat verildi. Sonradan zaten hepsi içeri atıldı… Diyanet İşleri Başkanlığı benim çalıştığım radyonun da sahibi olan grubun stüdyolarını kiralıyormuş, açık açık tehdit ettiler. Dediler ki ‘Stüdyoyu kiralamayız, bu adamı atın…’ Ben tekrar yol ayrımına geldim, istifa ettim. Çünkü eğer oradan atılmayı bekleseydim çok insanın canı yanacaktı… Sonra ne yaparım diye düşünmeye başladım, patronsuz… Ben zaten bütün formatı kafamda hazırlamıştım. 2015 yılında, tam seçim zamanında, Ruşen Çakır periscope uygulamasını kullanarak, konuşturulmayan kim varsa elinde i-pad’iyle gidip yayın yapıyordu. Aslında Gezi’de başlamış bir şeydi bu, sokaktan yayın yapmak… Ruşen bana da çok ısrar ediyordu öyle bir şey yapayım diye, ama benim kafamda zaten format olduğu için, ona onu anlattım… Böylece 2015’in 26 Ağustos’unda ilk yayınımı yaptım, 37 kişiyle başladık, onların da çoğu eş dost tanıdık, beni radyodan tanıyanlar falan… Ama iş beşinci senenin sonunda bambaşka bir mecraya geldi artık.

ARTIK A HABER'İ A HABER İÇİN PLANLANAN KİMSE İZLEMİYOR

Bugün artık ana akım medyanın dışında ama bağımsız medyanın içinde biri olarak şuna yanıtın ne olur: Türkiye’de ne oldu da medya bu kadar dağıldı?

Ben hiçbir zaman şu kolaycılığa kaçmadım, insanlara de yayınlarımda hep anlatıyorum; yani ‘Türkiye’de medya sorunsuzdu, AKP geldi bozuldu’ demek çok büyük bir yalan. Medyanın Türkiye’de her zaman güçle, iktidarla sorunu vardı, hep. Bundan sonra da olacak, çünkü yapısı sağlam değil bizdeki medyanın. Bu sadece Türkiye’ye matbaanın geç gelmesiyle alakalı bir şey de değil, bakış bizde çok sakat. Böyle olunca da medyaya köşe taşları olarak yerleştirilen insanlar medyayı çok acayip yönettiler. Şimdi medyada artık medya geleneğinden gelen kimse de kalmadı, bitti artık. Şu anda herkesin başka işleri var, o işlerin yanında bu işi yapıyorlar; bir grup da var, onlar iktidar tarafından bu işi yapsın diye getirtilmiş insanlar. Mesela 24 TV, Star gazetesinin ilk hali, Cem Uzan’dan alındıktan sonra, kaç kere el değiştirdiğini eminim kendileri bile bilmiyordur. Ve onların hiçbiri gerçek patron değildi. Şimdi sen, şimdi sen diye diye, parası biten gidiyor yerine yenisi getiriliyordu. Böyle olunca, o insanlar medyadan anlamadıkları için çalışsınlar diye getirdikleri insanlar da anlamayan insanlar odu. Onlar emir kulu. Yani haber yapmak üzere değil, haber yapmamak üzere getiriliyor. Ben daha önce bunu duydum, cemaat operasyonları sırasında sonradan alınan medya yöneticilerinden bir tanesi mesela çok gururla şunu anlatıyordu: ‘Ya çocuklar burada hiçbir işten anlamıyor ama gözümüz arkada kalmıyor’ diyordu. Açık açık söylüyorlardı bunu, çünkü bir şey yapmıyorlardı onlar. Yapmak isteyenleri de tasfiye ettiler, oldu mu sana dikensiz gül bahçesi. Ama hiç beklemedikleri bir şey oldu, bu sefer o dikensiz gül bahçesi izlenmemeye başladı, hiç planladıkları bir şey değil. Şu anda A Haber’i, A Haber için planlanan izleyici izlemiyor artık. Onlar bile ne kadar saçma bir şey olduğunu görüyorlar. Ama aslında yapılan, kırılan şey bu: Medyaya yönetici olarak getirilen insanlar, medya sahipliği de değiştiği için, hiçbir işten anlamayan insanları oturttular işe. Yıllardır mesela, ana akım dediğin gazetelerden birini eline aldığında şöyle doya doya okuduğun bir yazar bulabiliyor musun? Ben bulamıyorum. Hangi görüşten olduğunun önemi yok, ideolojik olarak söylemiyorum bunu.

"Tartışma adabını öğrenelim istedim, çünkü hangi kültürden gelirsek gelelim bunu öğrenmek zorundayız. Konuşamazsak düşmanımız diye gördüğümüz insanlara benzemeye başlayacağız. Onlar kadar kötü olmaya başlayacağız. Konuşmamız lazım, başka çaresi yok, küfretmeyeceksin, hakaret etmeyeceksin, tehdit etmeyeceksin, konuş… Fikir anlamında benden daha iyileri çok vardır ama benim yapmaya çalıştığım şey insanlara konuşma zemini hazırlamak. Şu anda o kadar farklı kitleler var ki, ben bunu ölçebiliyorum mesela."

KONUŞAMAZSAK DÜŞMAN GÖRDÜKLERİMİZE BENZEYECEĞİZ

Yayınları izlediğim kadarıyla son derece rahat ve hızlısın. Bir yandan gelen yorumlara cevap veriyorsun, bir yandan akışı hiç aksamadan götürüyorsun. Hep böyle rahat mıydın?

Öyleydim. uzun zaman sabah yayınları yaptım ben. Sabah enerjisi yüksek bir insanımdır. Bazısı vardır ya hani yataktan kazıyarak kaldırırsın, hiç öyle değilimdir. Kaçta yatarsam yatayım saat 5’ten itibaren ayaktayımdır. Bir de bunu hep anlatıyorum izleyicilerime de, normalde reji sana kulaklıkla bağlanır ve orada bambaşka bir dünya vardır… Sabah orada bir çark dönmeye başlar; sevgilisiyle kavga eden de vardır orada, yeni sevgilisi olan da vardır, boşanmak üzere olan da vardır, kuaföre kızan da vardır… Bunların hepsi konuşur ve sen kulaklıktan duyarsın bunu, bir yandan da yayını götürmeye, konuşmaya çalışırsın. O yüzden ben çok alışkınım o gürültüye. Bir de benim en çok istediğim şey yayın sırasında interaktivite olmasıydı, hiç vazgeçmedim ondan. Beş sene boyunca hiçbir zaman izleyicinin sesini kapatmadım. Periscope’ta kapatabilirsin istersen yorumları, Youtube’da da, ben hiç kapatmadım. Tartışma adabını öğrenelim istedim, çünkü hangi kültürden gelirsek gelelim bunu öğrenmek zorundayız. Konuşamazsak düşmanımız diye gördüğümüz insanlara benzemeye başlayacağız. Onlar kadar kötü olmaya başlayacağız. Konuşmamız lazım, başka çaresi yok, küfretmeyeceksin, hakaret etmeyeceksin, tehdit etmeyeceksin, konuş… Fikir anlamında benden daha iyileri çok vardır ama benim yapmaya çalıştığım şey insanlara konuşma zemini hazırlamak. Şu anda o kadar farklı kitleler var ki, ben bunu ölçebiliyorum mesela.

Biraz açar mısın bunu?

Şöyle, izleyicilerin çok katkısını alarak yaptığım bir yayın bu. İki sene kadar önce İstanbul’da büyük bir firmanın sahibi yayının izleyicilerinden olduğunu söyledi ve dedi ki ‘Ben şirketim için bir araştırma yaptırıyorum, eğer isterseniz, sizin ücretinizi de ben karşılayacağım, bu araştırmayı yaptıralım’. Ben kimseden maddi destek istemiyorum ama bu çok istediğim bir şeydi, çünkü benim o fiyatlarla yaptırma şansım yoktu. O sağolsun yaptırdı ve ben aşağı yukarı izleyicimin profilini biliyorum. Tabii değişti iki yılda ama, kabaca biliyorum, yani izleyenlerin ne kadarı kadın ne kadarı erkek, yaş ortalaması üç aşağı beş yukarı belli… Ve biz böyle birlikte yürüdüğümüz için insanlar başkalarını da davet ettiği için istedim ki her şey gerçek olsun. Benim yaptığım yayında benim gördüğüm her şeyi izleyici de görüyor. Yani benim şu anda bizi 30 bin kişi izliyor deme şansım yok, orada 19 bin kişi olduğunu o da görüyor, anlık. Ya da işte dünkü yayınımız çok patladı 60 bin kişi izledi… Hayır, görmüş işte 42 bin 500 kişi… Böyle olunca da biz çok yüz yüze bakmaya başladık, tam istediğim gibi oldu, etkileşim dibine kadar. Ben de kimsenin dışlanmış hissetmesini istemiyorum, bu yayın beraber yaptığımız bir şey. Bu şöyle bir ucuzluk değil, ‘Beni sizler var ettiniz!’. Alakası yok, ben 31 yıllık gazeteciyim, yaptığım işi biliyorum da, ama karşımda biri olmazsa benim yaptığım iş hikâye.

ARTIK BİR TROLÜN YAYINA NASIL GİRDİĞİNİ BİLİYORUM

Peki burada trollük oranı kaç civarında, yani ne kadarı yayını trollemek, babalamak için geliyor mesela?

Yine bu araştırmalar sırasında, Twitter biliyorsun üç sene kadar önce bir ‘hesap sağlama’ diye bir şey getirdi ve bir gece ansızın herkesin takipçileri düştü. Çok basit bir algoritmayla sahte isimle giren, hiç hareket etmeyen hesapları ayıklayabiliyorlar. Benim hiç kaybım olmadı mesela. Çünkü izleyiciler biliyorlardı ki oraya zaten tercih ederek geliyorsun. Ama trol yönlendirmesi oldu. Bununla ilgili de yurt dışında yaşayan ve bilişim işleriyle uğraşan bir izleyicim var, o bununla ilgili çok ciddi bir çalışma yaptı üç sene önce, sonra da geçen yıl yeniden yaptı. İlk yayınlarda, bir yayında 135’e kadar çıktı. Bunlar gerçekten yayını bozmak üzre gelmiş, talimatlı insanlar, nereden yönlendirildiklerini de herkes biliyor zaten. Ben ama burada şöyle yaptım, zor aslında bu, ben trolleri atmadan önce dalga geçmeye başladım. Onların yaptıkları işin ne kadar sahte bir iş olduğunu, ne kadar yeteneksiz, ne kadar kayıp insanlar olduklarını yüzlerine vurarak ve izleyicinin önüne onları atarak yaptım bunu. Benim yayınıma trol olarak başlayıp da izleyicim olan iki kişi var şimdi. Tabii… Onlarla yazışıyoruz, başlangıcını anlatıyor bana , ben tanıyorum onu isim olarak, takip ediyorum çünkü, bir tanesi Kıbrıs’ta öğrenci, bir tanesi de geçen sene bitirdi okulunu. Baya ciddi paralı trol bunlar, ama şimdi izleyici, hem de sağlam izleyici. Orada trollerle uğraşmanın şöyle bir anlamı var benim açımdan, birincisi spor oluyor, çok ciddi bir zihin jimnastiği… Artık ben onların yol haritasını biliyorum, bir trolün yayına nasıl girdiğini biliyorum… Önce hep şöyle gelirler, çok saygı dolu bir cümle: “Ünsal bey günaydın” mesela. Arkasından, “Yayını beğenerek izliyoruz”, üçüncüsü, “Sen de bizi hiç ciddiye almıyorsun”, dördüncüsü ana avrat küfretmek artık. Ben bunu izleyicilerime de anlattım, onlar da bilirler, yayında moderasyon yetkisi verdiğim izleyicilerim de var benim, onlar mesela uzun süre tokatlıyorlar onu, atmıyorlar hemen. Çok uzun süre, hani eski Yeşilçam filmlerinde vardır, kötü adamlar Ayhan Işık’ı alırlar ortaya, bir o vurur, sonra bir öteki vurur, aynı onun gibi uzun uzun hırpalayıp sonra atıyoruz. Ama bu ülkenin gerçeği, sosyal medya maalesef çok ciddi bir çukur, kötü pis bir çukur, ve o çukurun içinden bazı insanlar da böyle kullanılıyor. Bizim yayında ama çok işlemiyor o hikâye.

"Son haftalarda hep bunu anlatıyorum, Erdoğan’ın ilk kez, 18 sene sonunda gündemi kaptırmasının gerekçesi de bu; artık gündem belirleyemiyor iktidar. Çünkü Türkiye’nin kendi gündemi var, o gündem ekonomi, açlık, işsizlik ve onun önüne geçme şansı yok kimsenin. Siz istediğinizi söyleyin… İşte Aya Sofya anlatıyorsun, Heybeliada’daki sanatoryumun devrini anlatıyorsun; bunlar çok kısa vadeli işler, hiçbiri iş yapmıyor."

TÜRKİYE'NİN ASIL GÜNDEMİ İŞSİZLİK, EKONOMİ

Türkiye’de bildiğin gibi bir gündem var, bir de sahte gündem… Örneğin sen her sabah konuşacağın konuyu seçerken ne yapıyorsun, hangi gündemi daha çok takip ediyorsun? Gerçek gündemi mi yakalamak istiyorsun, yoksa o sahte gündemin sahteliğini ortaya çıkarmak daha mı iyi oluyor sence?

Benim şöyle bir iddiam var: Biz var olan gündeme takılmayacağız, biz kendi gündemimiz yapıp önden gidiceğiz derim hep. Türkiye’deki bir çok konuyu bir hafta, 10 gün hatta bir ay önceden konuştuk. Ben her gece saat 01’e kadar kendi çatı gündemimi oluştururum, ama bu bana bağlı. Türkiye’nin konuştuğu bir konu o gündemin bir parçası oluyor ama asıl gündemi ben belirliyorum. Ertesi sabah, bunu örneği çok olmuştur, biz Finlandiya’da yaşamadığımız için gece kurduğun sabah olmayabiliyor, bambaşka bir Türkiye’ye uyanıyorsun, defalarca oldu… Gece saat 01 - 01.30 gibi ben kafamda çatıyı kapatıp yatıyorum, bütün ona ilişkin okumalarımı yapıyorum, kendi kafama notlarımı alıyorum, sabah kalktığımda saat 6 - 6,5 civarında çok hızlı bir sosyal medya taraması yapıyorum. Eğer benim oluşturduğum gündem hâlâ uyumluysa öyle devam ediyorum. Ama çok ciddi bir değişim olduysa o zaman ben de değiştiriyorum. Ama burada hedef asla var olan gündeme takılmak değil, zaten son haftalarda hep bunu anlatıyorum, Erdoğan’ın ilk kez, 18 sene sonunda gündemi kaptırmasının gerekçesi de bu; artık gündem belirleyemiyor iktidar. Çünkü Türkiye’nin kendi gündemi var, o gündem ekonomi, açlık, işsizlik ve onun önüne geçme şansı yok kimsenin. Siz istediğinizi söyleyin… İşte Aya Sofya anlatıyorsun, Heybeliada’daki sanatoryumun devrini anlatıyorsun; bunlar çok kısa vadeli işler, hiçbiri iş yapmıyor. Bir de benim asıl alanım ekonomi, hani Türkiye’yi tek başına yöneten insan diyor ya ‘Benim alanım ekonomi’ diye, benimki harbiden ekonomi. Dolayısıyla ayda en az iki kere Ekonomi 101 dersi yapıyoruz biz. Ben çok anlaşılır bir şekilde onların işine yarayacak şeyler, mesela enflasyon cebine nasıl yansır gibi şeyler anlatıyorum. İşsizlik rakamı seni nasıl etkiler? Mesela konut satışlarındaki artış ya da düşüş hayatında neyi değiştirir? Faiz oynarsa senin cebine etkisi nasıl olur? Bu da ekonomi anlamında insanlara çok başka bir bakış kazandırmaya başladı.

Her sabah iki yayın yapıyorsun aslında, önce gündemle ilgili yayın, sonra da Gazetelerin yazdıkları Yazamadıkları başlığı altında günlük gazeteleri tarıyorsun. İkinci yayın daha mı çok tutuluyor?

Oranın izleyicisi farklı… İlk bölümü izleyenler arasında hala Ankara’da ilçe başkanlığı yapan Ülkü Ocakları’ndan yetişmiş izleyicim var. Bu insanlarla biz çatır çatır fikir tartışması yapıyoruz. Çok ciddi AKP’li izleyici kitlem var… AKP’li parti içinden, yönetici konumundaki insanlardan izleyicim var. Meclisteki partilerden ve haliyle onların sempatizanlarından izleyicilerim de var. Partisiz insanlar var, siyasete inanmayan grup var… Bence bu yayının başarısı şu; insanların hepsi aynı yayını izliyor. Hepsinin bir eleştirisi var ama şunu  farkındalar, sabah oraya geldiklerinde canı sıkılabilir, ama 100’de 100 gerçek duyacak, ondan emin. hatta sosyal demokratlar da bazen saldırıyor, Kürt politikası konuştuğun zaman sevmiyorlar mesela, o zaman da AKP’liler beni savundu yayında; “Tamam biz de sevmiyoruz ama adam doğru söylüyor” diyerek savundular. İkinci bölümdeyse ben bir parça insanlara medyanın ne halde olduğunu gösteriyorum. Ben o bölümü bir parça stand-up tadında yapmaya çalışıyorum, çünkü istiyorum ki insanlar gülsünler biraz. Sabah zaten yarım saat boyunca bir cenderenin altına alıyorum, orada da işin biraz dalgasını geçerek biraz daha rahatlayalım, bir saat gevşeyelim.

"Babamı çok erken kaybettim, 5 yaşındaydım daha. Ve böyle ani bir ölüm, kalp krizi sonucu bir ölüm olunca evde çok karanlık bir hava oluştu haliyle. Benim iki kardeşim var; bir kız kardeşim var benden iki yaş küçük, bir de abim var dört yaş büyük. Ben 5 yaşındayım, abim 9 yaşında, kız kardeşim 3 yaşında. Çok fazla neler olup bittiğini anlayabilecek durumda değiliz. Fakat benim abim çok dirayetli bir heriftir, benim o gerilim içinde çok sıkıldığımı anladığı için bana okuma yazma öğretti. Ve bana okumayı öğrettiği günden itibaren etrafımdaki herkes, çok sevdiğimi anladıkları için, bana kitap almaya başladılar."

ABİM ÇOK ERKEN YAŞTA OKUMAYI YAZMAYI ÖĞRETTİ

Cuma günleri yeni bir kuşağa başladın bir süredir ve orada da her hafta bir kitap okuyup onun üzerine konuşuyorsun izleyicilerle. Buna neden gerek duydun?

Ben okumayı çok seven bir çocuktum. Çok erken okuma öğrendim. Biraz acıklı bir hikâyesi var, ben babamı çok erken kaybettim, 5 yaşındaydım daha. Ve böyle ani bir ölüm, kalp krizi sonucu bir ölüm olunca evde çok karanlık bir hava oluştu haliyle. Benim iki kardeşim var; bir kız kardeşim var benden iki yaş küçük, bir de abim var dört yaş büyük. Ben 5 yaşındayım, abim 9 yaşında, kız kardeşim 3 yaşında. Çok fazla neler olup bittiğini anlayabilecek durumda değiliz. Fakat benim abim çok dirayetli bir heriftir, benim o gerilim içinde çok sıkıldığımı anladığı için bana okuma yazma öğretti. Ve bana okumayı öğrettiği günden itibaren etrafımdaki herkes, çok sevdiğimi anladıkları için, bana kitap almaya başladılar. Ve ben büyük bir iştahla okumaya başladım. O günden sonra da hayatımı hep kitaplar belirledi, kendime sağlam da bir kütüphane yapabildim, kendi seçtiğim… Şunu bütün iyi okurlar bilir ki, bir süre sonra seçmeye başlıyorsun, sen iyi kitabı, kötü kitabı ayırabiliyorsun; iyi şairi kötü şairi, iyi romancıyı kötü romancıyı… Burada değişmeyen tek şey şu kaldı, yıllar boyunca, klasik olarak adlandırılan kitapların ben zamanının geçmeyeceğini iddia ettim. Kafamda hep bu fikir vardı. Aslını istersen ben bu yaza ayrı bir program olarak yapacaktım onu, yani ayda bir gün ayrı bir şey yapacaktın, onun videosunu da hatta banttan yapacaktım, kendim çekecektim falan… Fakat bu pandemi koşulları oluşunca istedim ki, insanlar evlerinde çok boğuluyorlar, bunalıyorlar, başka bir şey yapalım. Ne olur, işte kitap vardı zaten kafamda, şimdi haftada bir gün, bir hafta yerli klasiklerden, bir hafta da yabancı klasiklerden bir kitap seçiyorum ve o kitabı karşılaştırmalı bir edebiyat metni gibi anlatmaya çalışıyorum. Bir de ben Radyo Tiyatrosu geleneğinden geliyorum, insanları en çok etkileyen o, çünkü zaman zaman yayın sırasında kitabın içinden bölümler seslendiriyorum yayın sırasında. İnsanlar şunu gördüler, bunun çok ayrı bir izleyicisi var. Biz mesela bu cuma Mehmet Rauf’un “Eylül”ünü konuşacağız, romanla ilgili dört tane değerlendirme yolladı bana dört kadın izleyicim. İnan bana sadece onları okuyarak yapabilirim ben o yayını. Muhteşem, mesela “Madame Bovary” ile karşılaştırarak yapmış. Bir süre sonra izleyicinin de kendini rafine etmesiyle birlikte, gerçekten sen rafine izleyici de buluyorsun burada, biz birbirimizi çok bulduk. Başta buna çok insan inanmadı, ama ben sabah saat 9’da edebiyat konuşulur, bir saat boyunca gelir insanlar dedim. Yayını online izleyen izleyici sayısı 13 bini, 15 bini buluyor, YouTube üzerinden. İlk “Suç ve Ceza” ile başladık biz, özellikle ağır bir şey seçtim, insanlara şunu anlatmak istedim, adalet kavramı hep sorgulanan bir kavramdır. Senin adın Raskolnikov olmayabilir, ama onun sorguladığı şeyi, bu neden suç oluyor meselesini sorgulamaya başladığın an sen cezanın oluşumuna da yardımcı olacaksın, cezanın hakkaniyetli olmasına. “Suç ve Ceza”dan sonra “Araba Sevdası” ile bize döndük, arkasından “Veba”yı okuduk mesela. İstedim ki insanlar görsün, pandemi öyle olmaz böyle olur, ama bir yazar sana vebayı anlatırken, veba salgınını, nazizimin yükselişini sana nasıl anlatır, kafana nasıl vurarak anlatır, onu gör. Ondan sonra Hüseyin Rahmi’de “Gulyabani”yi okuduk, Yobazlığı, insanların hurafeye inanmasının hayatlarını nasıl yok ettiğini anlattım orada. Charles Dickens’da “İki Şehrin Hikayesi”ni okuduk sonra, orada da özellikle devrim zamanında insanlar anlasınlar istedim, devrim öyle bir şey değil, devrim aynı zamanda kendi içinde barındırdığı şiddetle de tartışılabilir. İyi bir yazar bunu yapabilir deyip Dickens’ın o metnini okudum. “Eylül”den sonra da Jack London okuyacağız, “Demir Ökçe”… Yani insanlara sosyalizm hedefinin Amerika gibi ülkede nasıl oluştuğunu göstermek istiyorum. Derdim tarihsiz bir şey koyarak insanların edebiyatın zevkli bir şey olduğunu görmelerini sağlamak. İnan bana çok zor bir şey bu, ben bu yayınlara siyasi yayınlara çalıştığımın belki 30 katı çalışıyorum. Cuma günleri posam çıkıyor benim, ama o kadar mutlu oluyorum ki, o bittikten sonra mesela gelen mesajları okuyorum… Şöyle bir mesaj aldım mesela ben: “Abi” diyor, “üniversitede elektrik mühendisliği son sınıfta okuyorum. Bugüne kadar ben elime beş kere aldın bu kitabı, olmadı, olmadı, olmadı. Ama sen konuştuktan sonra “Veba”yı, o gözle okudum, çok zevk aldım” diyor. “Ben Albert Camus’nün okunabilecek biri olduğuna inanmıyordum ama şu anda yapabiliyorum”. Onu aslında Emrah biraz kendimi de mutlu etmek için yapıyorum…

BU KRİZDEN DE ÇIKARIZ YETER Kİ...

Şu konudaki görüşünü merak ediyorum, çünkü programlarında çok sık işlediğin bir mesele… Türkiye’de sadece medya değil, neredeyse tüm kurumların içi boşaltıldı ve doldurulamıyor. Sence buradan geri dönüş olacak mı?

Yüzde yüz olacak. Geçen yıl 31 Mart belediye seçimleri öncesinde daha ocak ayından başlayarak, ki o sırada daha Ekrem İmamoğlu adı yoktu, Ankara için Mansur Yavaş belliydi de, yani Mansur beyin alacağı da çok belliydi zaten, çünkü Ankara 25 senedir büyük bir zulüm altındaydı… Ama ben ocaktan itibaren insanlara şunu anlatmaya başladım, bu iktidar değişecek. Bir gazetecinin görevi iktidar değiştirmek değildir, iktidar değişim çağrısı yapmak da değildir. Ama gördüğünü tespit ettiğini anlatmalısın. Ben gördüğümü anlatıyordum, bütün büyük şehirleri kaybedecekler diyordum. Çünkü şehirlerde artık biriken bir öfke var ve o kadar büyük yolsuzluklar dönüyor ki insanlar kendilerine de dokunduğunu gördükleri için şikayet etmeye başladılar. Önceden etmiyorlardı, ediyorlar şimdi. E durum böyle olunca da yapılacak şey sandığa gitmeyi sadece sağlayabilmek. İki ay boyunca sandığa gidin dedim, bununla uğraştım. Beni en çok yoran ne oldu biliyor musun, ya gitsek de bir şey olmayacak diyen izleyiciler… Ama bir şekilde ikna ettik, yani çok izleyici daha sonrasında söyledi bunu zaten… 31 Mart’ta bütün belediyelerin değiştiğini gördü anda şunu anladı ki insanlar siyasete katılımda bulunduğu zaman hayat değişebiliyor. Ve biz 18 senedir çok geri gittik Türkiye olarak, hiç bunu eğip bükecek bir şey yok. Senin de dediğin gibi birçok kurum yok edildi, insan eliyle yok edildi. Bak en basiti işte, şu anda biz pandemi koşullarını konuşuyoruz, Hıfzısıhha Enstitüsü’nü yok ettik. Bu iktidar yok etti. Ve şimdi saçma sapan gerekçelerle geri dönmeye çalışıyorlar.

Olur mu, artık olmaz, dönülmez ama biz şunu yapabiliriz; 2001 krizi yaşandığında, ben CNBC-e4/NTV’de çalışıyordum, çok ağır bir ekonomik buhrandı gerçekten, 17 banka battı ve bankalarla birlikte devletin çok büyük parası gitti, kamunun da çok parası gitti… Biz o krizden döndüğümüze göre bu ekonomik krizden de döneriz, hiç şüphem yok. Yeter ki hakikaten liyakatle iş yapan insanlar olsun. Yani bir kamu bankasının yönetim kurulu üyesi güreşçi olmasın, TÜBİTAK’ın başına hayvanat bahçesinden bir adam getirtip oturtulmasın. Bunun hangi partiden olduğunun bir önemi yok, liyakatle iş yaparsak biz bunu yürütürüz. Benim öngörüm şu; ben aslında geçen yıl söylemiştim, 2020’nin mayıs ayında seçim olacak diye ama pandemi koşulları değiştirdi her şeyi tabii, biz önümüzdeki sene seçim göreceğiz. Ve o seçimde iktidar yüzde yüz değişecek. Benim bunu deme sebebim şu: Türkiye’de bugüne kadar ekonomik koşullar dışında seçim gerektiren hiçbir hal olmamış. Çok partili siyasi hayatın tamamında ekonomi seçim çağırmış her zaman, şu anda da aynı şey oluyor. Bu ekonominin yönetilecek hali yok, geçen seneki iddiam da buydu benim. Türkiye de yönetilecek durumda değil, dolayısıyla değişecek. Demokrasi dediğimiz bu zaten kardeşim, demokraside hiçbir iktidar ilanihaye olmaz. Sen istersen İsveç tipi demokrasiden bahset, orada da değişecek iktidar. Bu kaçınılmaz; İngiltere’ye bak mesela, İşçi Partisi iktidar, çok mutlu çok mesut herkes, ne oldu sonra? Margaret Thatcher gibi biri geldi mesela, onun uyguladığı ekonomi politikaları daha sonra Tony Blair’i götürdü insanları. İki ayrı uç. Biz de yaşayacağız aynı şeyi, demokrasi böyle bir şey, bunda hiç alınacak gücenecek bir şey de yok. Geri dönüş olacak evet, ama o kurumlar bir daha olur mu dersen, maalesef olmaz. Onlar gitti artık.

"Ve konuşmaya başlıyorsun, konuşma tarzını da doğru tutturursan küfretmezsen, hakaret etmezsen tehdit etmezsen savunacak çok şeyin oluyor. İnsanların gözünün içine bakıp diyebiliyorsun ki, hayır ya o öyle değil. Ve kendi fikrini anlatmaya başlıyorsun. Dolayısıyla böyle baktığımda da korkmuyorum, korkacak da bir şey görmüyorum, çünkü zaten birini başına bir şey gelecekse gelir ve 85 yaşında İlhan Selçuk’u sabahın köründe alıp bir yere götürdülerse korkmanın bir manası yok zaten. Yani ustaya çok ayıp olur bu."

KORKMAK İLHAN SELÇUK USTA'YA AYIP OLUR

Son sorum şu: Türkiye’de bugün gazeteciler tutuklanıyor, hapse atılıyor, hele de muhalifse… Hatta geçenlerde Kurtuluş dizisini eleştirdi diye Denizli’de bir gazeteciyi gözaltına alıp serbest bıraktılar. Böylesi bir iklimde, hiç korkmuyor musun?

Bu bana çok soruşuyor. Ben bunu hep şöyle anlattım insanlara; dedim ya ben erken okumaya başlayan bir adamım, ve okumayı da çok sevdim, gerçekten bana acayip dünyalar açtı. O dünyaları açarken de, ben üniversitede siyaset okumayı kendim seçtim, o yüzden de Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne girdim. Derdim siyaseti anlamaktı, siyaset yapmak değildi. Ve orada okumalar tabii biraz farklılaşıyor. Elie Wiesel diye çok önemli bir gazeteci vardır, ve aynı zamanda Wiesel Nazizmin en zor zamanlarında toplama kamplarında bütün ailesini gözünün önünde kaybetmiş bir adamdır. Kolunda onların bastıkları sıra numarası damgasıyla ölmüş birdir. Bu adam aynı zamanda çok yakın dostu olan François Mitterand ile bir nehir söyleşi yapmış, “İki Sesten Anılar” diye bir kitap… Herkese tavsiye ederim, başucu kitabımdır, zaman zaman bakarım. Orada bu soruyu Mitterand’a soruyor Elie Wiesel. benim için hayatta iki tane düstur vardır, biri Rıfat Ilgaz’ın “Ya ezilenden yana olacaksın, ya da ezenden. Bu işin az şekerlisi çok şekerlisi olmaz” sözüdür.

Ömrünün son günlerinde 12 Eylül faşizminin koluna kelepçe takıp doğduğu büyüdüğü kentte, Cide’de insanlara rezil olsun diye gezdirdikleri bir adamdır Rıfat Ilgaz, buna rağmen başını eğmemiş bir adamdır. Elie Wiesel bu soruyu sorduğunda Mitterand diyor ki, “Cesaret dediğin şey korkmamak değildir, korkuya egemen olmaktır”. Ben de bu toplumun içinde yayan bir insanım, bir eşim, bir oğlum var, elbette bir takım korkularım var. Ama biz hepimiz cesur olmak zorundayız. Çünkü cesaret bu işte aslında kendini tanımayı gerektiriyor. Halk kendi gücünü bildiği anda demokrasinin gerçek katılımcısı oluyor. Sen, bütün haklarını kullanmaya başlıyorsun o an. Ve konuşmaya başlıyorsun, konuşma tarzını da doğru tutturursan küfretmezsen, hakaret etmezsen tehdit etmezsen savunacak çok şeyin oluyor. İnsanların gözünün içine bakıp diyebiliyorsun ki, hayır ya o öyle değil. Ve kendi fikrini anlatmaya başlıyorsun. Dolayısıyla böyle baktığımda da korkmuyorum, korkacak da bir şey görmüyorum, çünkü zaten birini başına bir şey gelecekse gelir ve 85 yaşında İlhan Selçuk’u sabahın köründe alıp bir yere götürdülerse korkmanın bir manası yok zaten. Yani ustaya çok ayıp olur bu.



Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler