‘Hep evden kaçan kız olmak istedim’
İstanbul Modern’in yaptığı en iyi retrospektif sergilerden biri ‘İnci Eviner Retrospektifi. İçinde Kim Var?’. Sanatçıyla birlikte çalışan Levent Çalıkoğlu’nun küratörlüğünde hazırlanan sergi, Eviner’in sanatsal üretiminden seçkileri kronolojik sırayla göstermekten öte bir iş.
Sanatçının dünyasını, hatta iç sesini du yabileceğiniz, zihninin içerisinde gezinebileceğiniz, bir sanatçı, akademisyen, kadın ve insan olarak duyduğu varoluşsal sancıları duyumsayabileceğiniz bir sergi. Eviner’in sırtını desene dayayan özgün üslubunu ‘sanat kariyeri’nin daha çok başında oluşturup yıllar içinde zenginleştirmesini takip etmenin de izleyiciye ayrı bir haz yaşattığı serginin mekânında sanatçıyla söyleştik. Eviner, sohbetimiz sırasında “Sanat yapıyorum diye yapmadığın zaman aslında sanat yapıyorsun. Bunu yaşayarak öğrendim” derken, sergiyi gezeceğiniz zaman hep aklınızda asılı kalacak bir anahtar bıraktı aslında avuçlarımızın içine. İşte İnci Eviner’le söyleşimizden kâğıda süzülenler...
- Her retrospektif sanatçının kendiyle yüzleşmesi için de bir fırsat. Ne görüyorsunuz onca yılın birikimine baktığınızda?
90’lı yıllarda pek kimsenin umursamadığı, sanat ortamının da çok sınırlı ve kısır olduğu dönemlerde yaptığım resimler bana ister istemez o günkü şartları çağırdı. Hüzünlüydü tabii, çok hüzünlüydü. O yıllarda takdir edilmeden ve paylaşılmadan bu kadar kararlı ve ısrarlı devam etmiş olmak kolay değil. Özellikle çocuk büyüten bir kadın olarak. Hayatla ve o eserleri ürettiğim zamanlarla ilgili bir sürü hüzünlü şeyler hatırlamakla beraber, eserleri bir bütün olarak sergileme imkânı olduğu için de çok mutluyum. Sergileme tasarım ve yöntemleriyle ilgili çok kafa yorduğum için bu sergiyi tasarlamak da istedim elbette. Çünkü hepsini birbirinden koparıp odaların içine koymak haksızlık olurdu. Bu işlerin dinamik yapılarını öne çıkaracak, birbiriyle sürekli diyalog içinde olmalarını sağlayacak bir tasarım gerekiyordu. Bunu ben eskizlerle yaptım, sonra gerçekleştirildi. Sanat benim için içsel bir ihtiyaç, tamamlanmış bir kariyer gibi görmüyorum o yüzden.
- Bu sergide çok daha iyi anlaşılıyor desenin resminizdeki rolü. Geçen yıllar desen dilinize çok yansımamış mesela. Siz nasıl görüyorsunuz desenle ilişkinizin nasıl evrildiğini?
Desen kucaklıyor hepsini, desen açıyor, derinleştiriyor. Bu aynı zamanda bir atölye rutini, günlük bir rutin yani, sanat olsun diye yapılmamış şeyler. Desen hayatın akışı gibiydi benim için, sergide de o samimiyetle ortaya konsun istedik. Bazıları çerçevesiz, çünkü çok yaşamsaldı benim için desenler. Çizerken aklımdan neler geçiyor, anlıyordum. Bu dünya ile hayaller arasında bir koridor gibiydi desen yapma pratiği. Dolayısıyla sergiyi kronolojik çizgide hazırlayamazdık, çünkü hep desen var. Yeni yaptığım desenlerle 20 yıl önce yaptıklarım çok benziyor. Ama 90’larda çok mitolojik şeyler gördüm kendimde. Daha çok kendi mitolojimi yaratma konusunda ısrarlıyım. “Derisiz” serisinde aileyle çok fazla uğraşmışım, orada da kendi ailemle, geçmişimle hesaplaşma vardı. Sonraki yıllar daha çok şantiye, mimarlık, akıl, modernizmle ilgili çekişmeler var. Ama bunların hepsinin içinde de bağımsız kalabilme mücadelesi gözüküyor.
‘Manastıra kapandık’
- Az önce, sergi o dönemlerde yaşadığım sıkıntıları da hatırlattı, dediniz. Nelerdi onlar?
Dil yoktu dil... Anlatamıyordum. Yani kendimi, küçüklüğümden beri nasıl bir hayat istediğimi. Çizmeyi çok seviyorum. Ortaokuldan beri çiziyorum. Bunu ben nasıl varlığımın içine ve dünyaya yerleştirebilirdim? Bunda imkânsız bir şey vardı. Olamıyordu, zordu. O yüzden manastıra kapandık 1980 sonrası. Birbirimizi bulduk, birbirimizi besledik. Cesaret diye bir şey yok şimdi ortada. Benim için sanat kamusal alana çıkmanın da bir yoluydu. Hayatı bilmiyordum.
- Serginin basın toplantısında, o dönemde sanattaki erkek egemen ortamla da mücadele ediyorduk, dediniz. Bu açıdan o dönemden bugüne değişen ne var?
O dönemden bugüne cinsiyet meselesi daha fazla siyasileştirildi. Yani kendi bedenlerimizi kurtarma telaşına girdik. Kendi özgürlüğümüzü yeniden yeniden inşa ediyoruz. Ben gençken devrimci hareketin içinde kadın bedeni, kimliği yoktu; hepimiz bir ideolojiye aittik. Kadının varlığı yoktu orada. Çok büyük bir ideolojinin parçasıydı. Buna da itirazım vardı hep. Kitlesel şeylerin içinde rahat edemedim hiç. 1980 darbesinden sonra iyice dağılıp kendi içimize kapandık. Kendi içimizde olmak, manastırda bir arada olmak, hep bir şeyleri ateşledi, bir şeyleri paylaşabildik. Ve şimdi çok daha sert bir şey yaşıyoruz. Daha fazla reaksiyon var ama o reaksiyonlarla gündeme cevap verme telaşında da değilim ben. Facebook’ta genç sanatçıların sürekli yaptığı aktivist hareketlerin içinde değilim. Tüm bu boyutların içinde ben daha bütünlüklü ve geleceğe kalacak başka bir derinlikten konuşmak istiyorum. Her gün olan şeyler beni şiddetli şekilde etkiliyor. Ben bir hediye vermek istiyorum yeryüzüne. Bütün bunlardan etkilenirken hızlı ve basit cevaplar üretmek istemiyorum. Panik halinde, aciliyet duygusuyla davranmak istemiyorum.
- Peki, sanat ortamı hâlâ erkek egemen mi?
Yok, çok kadın sanatçı var. Türkiye’de artık bunu diyemiyoruz. Dünyada pek çok yerde öyle olabilir ama bizde kadın sanatçılar çok. Bütün güzel sanatlar okullarını kızlar doldurur sonra da hayatta bu mücadeleyi sürdüren erkekler oluyor. Bunda bir terslik var... Ama hiçbir zaman da şirket feminizmi tarafında olmadım ben. Kadınlar yükselsin, müdür olsun; umrumda değil. Kadınların kendilerini bir varlık olarak görmeleri ve bu mücadelenin bir parçası olmaları gerekiyor. Bu bilinçle ilgili bir şey, bir de hayatla.
- Eserler için yazdığınız metinlerden bazıları basbayağı iyi şiirler. Yazdıklarınızı yayımlamayı düşünüyor musunuz?
Evet yazmak çok istiyorum çünkü daha önce çok yazdım. Ama onun için de çok farklı bir duygu durumu gerekiyor. Mesela New York’tayken çok yazdım. Hep oğlumu özlerdim, evde olmam gerektiğini hissederdim. Suçluluk duygusu ile yapıyoruz ya her şeyi... O ruh hali bana acayip yazdırmıştı... Dedim ya, insanın bir derdi varsa bir şey yapıyor, yoksa yapamaz. Güzel sanatları sürdürsen ne olur, sürdürmesen ne olur? Kime ne yani! Bu kadar resim yapan insan var... Bunu o kadar da ciddiye almıyorum. Zaten oradan yırttığın zaman sanat yapıyorsun, hani sanat yapıyorum diye yapmadığın zaman. Bunu da yaşayarak öğreniyorsun. “Sanatçıyım, sanatçıyım” diye bağıran biri hiçbir zaman olmadım.
‘Yetenek dert olabilir’
- Siz sanatın yapılmaya çalışılmadığı zaman yapıldığını ne zaman, nasıl öğrendiniz?
Herkes akademide disiplin gereği nü çizerdi. Ben çizemezdim, yani çizdim çizdim de, bununla nereye kadar? “Bu çizdiğim kim” diye sorardım hep. O yüzden başka bir yere gitmek istedim. Başka bir şey yaşamak istedim. O kadar gençtim ki, nasıl yaptım hâlâ inanamıyorum. Dışarıda olmak istedim ben, atölyenin dışında... Hayatta neler oluyor, benden gizlenen bir şey var, düşüncesiyle... Bu böyle soyut bir şey olamaz, yani oturup çizmek, dedim. Zaten çok yetenekliydim. Hepimiz çok yetenekliydik. İkincilikle girmiştim ben akademiye, birincilikle giren de çok yetenekliydi. Yan yana olduğumuz kadın arkadaşlarımız da çok yetenekliydi. Şimdi hiçbirini duymuyorsunuz tabii. Yoklar, bıraktılar.
- Pes mi ettiler?
Pes ettiklerini bilmeden pes ettiler. Vazgeçtiler ama kendileri değil. Diyorum ya çok karmaşık bir ilişki o. İnsanın yeteneği de başına dert olabilir. Onu taşıyabilecek kuvvette olman lazım.
Mini etek, ideoloji ve maçolar çatışması
- Bir kadın olarak, kendinizi de dahil ederek mi üretiyorsunuz kadın kimliği üzerine işlerinizi, yoksa bir dış göz olarak mı konumlanıyorsunuz?
Tabii kendimi de dahil ederek. Ben hiçbir zaman “proje” demem mesela. Proje yapmam, bilmiyorum nasıl yapıyorlar. Sanat hep kişisel, başka türlüsü var mı bilmiyorum. Dolayısıyla benim için sanat varlığımın en önemli parçasıdır. Kadın olarak da bu varlığı dünyaya yerleştirmede onca zorluk çektim, pek çokları gibi. Çünkü bu sadece atölyede yaptığınız, hayatın içinde başka bir role büründüğünüz bir şey değil. Ben de o kadınlardan biriyim. Bu bilincin parçasıyım. Kimse aksini inkâr edemez. Küçük bir genç kızken, ortaokulda falan, küçücük de bir yerde büyüdüm, 19 Mayıs’larda Atatürk’ten aldığımız ilkelerle şort giymemiz ya da mini etekle spor yapmamız bekleniyordu. Ama etraftaki maçolar bacaklarımıza ha bire taş atıyor. Bir yanda utanıyordun, bir yanda bir ideolojinin taşıyıcısın. İçine sığamadığımız bu iki kimliğin çatışması çoktur sergilerimde. Hem aileden gelen bir gurur vardı, o aileye layık olmalısın, hem de sokakta bir kadın olarak sana kim olduğun hatırlatılırdı hep. Ayrıca okumayı, edebiyatı çok seviyorum. Yani bence işlerimin sanat üsluplarından uzak durmasının sebebi de bu. Kendime edebiyatçıları çok örnek aldım.
- Kimleri mesela?
Herta Müller’i çok severim mesela. Başka disiplinlerle temasta olmanın bana çok iyi geldiğini düşünüyorum. Farklı disiplinlerde başka kuşakların içine girip çıkmak çok iyi geliyor. Kendi alanımın kendini tüketen formlarından hep uzak durdum.
- Bu sergide ilk kez gösterilen “Evden Kaçan Kızlar” adlı video çalışmasında mesela kamera, gördüğü beden bir imgeye dönüşmeden hemen önce uzaklaşıyor o açıdan...
Aynen. Sanatın bir tehlikesi var bütün bunları bir temsiliyete indirgeyebilir. Ben temsil etmek istemiyorum. Temsiller kullanıyorum ama onları hep tam olacakken geri çeviriyorum. O yüzden “performatif” diyorum işlerime. İşlerin içinde hep neşe de olsun istiyorum, cesaret versin, meydan okusun. Mağduriyetten hiç bahsetmiyorum. Hiçbiri mağdur değildir mesela. Çünkü hayatın içine bir şey hediye ediyorsun. Bunun sorumluluğunu taşıyorum.
‘Din kadınları öğüten bir şey’
- Sergide Radiohead’in “Creep” şarkısına göndermeyle “I don’t belong here” (Buraya ait değilim) adlı bir iş var. Bugünlerde Türkiye’de pek çoklarının iç sesi böyle konuşuyor. Sizin için bugün ne ifade ediyor bu cümle?
Hâlâ çok şiddetli. Evden kaçan kızlarla ilgili çalışmam da mesela, “I don’t belong here”. Sırtında çantanla evden kaçarsın, yeni bir hayat istersin. Bir sürü genç kızın yaptığı gibi. Ben mesela hâlâ pişmanımdır evden kaçmadığıma. O kadar terbiyeliydim ki... Hep kaçanlara özenirim hâlâ, ama onların sonu da hep terminalden geri dönmek olurdu.
‘Yasak seven kadınlar’
- Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “yarım kadın” açıklamasını nasıl yorumluyorsunuz?
Sürekli kontrol etmeye çalışıyor. Bugün daha çok tehdit altındayız. Çocuk yapmak gerekir, büyük bir neşeyle, aşkla, sevgiyle yaşamak gerekir, tacizlerden korkmadan. Aynı zamanda hayata duyduğumuz iştahı korumamız lazım. Korkuyla değil. Üstelik bu tek bir kişinin söylemesi değil, yüzlerce insan bunu söylüyor, böyle davranıyor. Ayrıca bir grup kadın tangoyu yasaklamak istedi mesela. Tango ne kadar neşeli ve hoş bir şey. Kendi cinselliğini, güzelliğini yaşarsın, kendinle gurur duyarsın dansta. Beni ilgilendiren kadınların yasaklamak istemesi. Bunu besleyen, ayakta tutan her ne ise onunla ilgiliyim ben. Tek bir kişi ile değil. Din ile ilgili meselelerde hiç konuşulmuyor. Din zaten başlı başına kadınları yok eden, öğüten bir şey. Kadınlar bununla nasıl uyum içinde olabiliyor, besleyebiliyor ve kendi kızlarını da özgürlüklerine baştan set koyarak yetiştirebiliyorlar anlamıyorum. Bir zamanlar türban yasağını destekliyorduk, onlar da üniversite okumak ve kamusal alanda olmak istiyorlardı. Şimdi aynı kadınlar “kamusal alandan nasıl geri çekiliriz”i tartışıyorlar. Akıl almaz bir şey...
En Çok Okunan Haberler
- Kaynanasını hiçbir zaman sevemeyen 4 kadın burcu
- Avrasya tüneli trafiğe kapatıldı!
- Fatih Altaylı ve İsmail Saymaz'a soruşturma
- Albaya verilen ceza belli oldu!
- AKP’li belediyeden bir ayda 33 konser
- Çok konuşulacak 'adaylık' açıklaması
- Mahruki yine yandı
- Fakülteyi kâğıt üzerinde kurmuşlar!
- Teğmenlerin avukatlarından açıklama geldi!
- Özel görüşmenin ayrıntılarını açıkladı!