“Göz açıp ‘Atatürk’ demişim, Cumhuriyet’i öğrenmişim!”

Gözünü açıp “Atatürk” demiş, gözünü açıp Cumhuriyet’i öğrenmiş, eğitimin eğitim olduğu dönemde adı Atatürk olan üniversiteyi dereceyle bitirmiş ve adı Atatürk olan öğretiye bir ömür vermiş/veren usta yazar Neşe Doster’in yeni kitabı Atatürk’e Hasret Mürekkepli Mektuplar, bir hayalin yaşama geçmesi. Her konuda yol gösteren, ufuk açan, derde deva olan Atatürk’e duyduğu gönül borcunun, vefa borcunun ifadesi. Neşe Doster’le her satırında Büyük Atatürk’ün ışığında soluk alıp verdiği kitabını konuştuk.

“Göz açıp ‘Atatürk’ demişim, Cumhuriyet’i öğrenmişim!”
Abone Ol google-news
Yayınlanma: 19.11.2020 - 00:29

- Atatürk’e ilişkin sayısız araştırmalarınız, Atatürk için yazdıklarınız, ülkemizde ve yurt dışında Atatürk’le ilgili konuşmalarınız ve sahnelenen kısa oyunlarınız olduğu düşünüldüğünde; Atatürkçü düşünceye bir ömür verdiniz/veriyorsunuz…

Öz ve biçim bağlamında da yapıtlarınıza damgasını vuran modern Türk yazın anlayışını anlatmanızı rica ederek başlayalım söyleşimize.

Zira yapıtlarınızın izleğini; kaleme aldığınız yapıtın türüne göre kimi zaman belgesel kimi kurgusal bir düzlemde ama sorgulayan, aklın ışığında, toplumsal gerçekçi bir biçemde ve türler arası bir yapıda ortaya koyuyorsunuz.

Öncelikle mahkemelerinde Cumhuriyet, laiklik, Atatürk karşıtı davaların görülmediği aydınlık bir kent olan Kars’ta doğdum, cumhuriyet değerlerine yürekten bağlı bir ailede yetiştim. Eğitimin eğitim olduğu yıllarda her biri hamurumuza ayrı maya katan hocalarımızın ellerinde yoğuruldum. Kiminden yazı yazmayı, kiminden okuyup anlatmayı, kiminden hayatı paylaşmayı, tümünden Atatürk sevgisini öğrendim…

Yine altını sık sık çizdiğim gibi; Adı GAZİ olan ilkokula gidip, adı ATATÜRK olan ortaokulu bitirip, adı ATATÜRK olan üniversiteden mezun olduktan sonra adı CUMHURİYET olan lisede mesleğe ilk adımımı attım. Bu eğitim geçmişiyle gurur duyup, kaderin bu ilginç döngüsünü okurla buluşturmayı en büyük hayalim ve hedefim saydım. Dolayısıyla siz bugün elinizde bir hayalin hayata geçmesini tutuyorsunuz...

Yazın anlayışıma gelince; liseden başlayıp üniversiteye uzanan eğitim yolculuğumda; Türk Dili ve Edebiyatı, Devrim Tarihi, Tiyatro Tarihi, Etkili İletişim, Yaratıcı Yazarlık derslerine giren biri olarak, bu disiplinlerin hakkını vermeye çalıştım. Yazılarımda, konuşmalarımda, kitaplarımda hep bu derslerin içeriğinin izlerini sürdüm.

O nedenle kitapta sizin deyiminizle duyarlı, öyküsel, anılara öncelik veren, geçmişle gün bağlantısı kuran, türler ve nesiller arası buluşmayı yeğleyen, bazen belgesel, bazen duygusal, ama hep sorgulayan ve düşündüren bir anlatım yolu tercih ettim. Ayrıca bu benim gerek derslerimdeki anlatım biçimime, gerek yazılarıma, gerek konuşma tekniğime çok uygun olduğundan okuru sıkmayacağını düşündüm.

‘YAZARLIĞIMIN EN ZORLU SINAVI’

- Umutlu ama ‘hüzünlü’ bir dilin yazınınızdaki yoğun karşılığına ilişkin neler söylersiniz? Ve bu kitabınız sizin için yazarlık yaşamınızda nasıl bir yerde duruyor?

Karakter olarak duygusal bir alt yapım, çabuk etkilenen, çabuk hüzünlenen ve hemen umuda kapılan bir yapım var. Kitapta da altını çizdiğim gibi yazmaya başladığım andan itibaren ne çektiğimi, gözlerimde akmaya hazır bekleyen gözyaşlarımı silmek için klavyenin başından kaç kez kalktığımı bir ben bilirim bir de ben! Yazarken başlıca kaygım bu ağır yükün altından nasıl kalkacağım idi.

Neden derseniz, çok yanıtı var bu sorunun. Konu başlığım, kahramanımın büyüklüğü, kitabın ağır yükü ve sorumluluğu, anlatacaklarımın çok, örneklerin derya deniz, okurun sabrının sınırı, kitap piyasasının durumu malumken kaygı duymamam mümkün değildi.

Bu kitap benim onuncu kitabım. 1995 yılında Çağdaş Yayınlarından Sami Karaören önsözüyle çıkan “Öğretmenin Günlüğü” adlı kitabımı yazarlık yolculuğumun ilk adımı, kanıtı, tanığı ve işaret fişeği sayarım.

Ancak “Atatürk’e Hasret Mürekkepli Mektuplar” adını taşıyan bu kitabı yazarlık hayatımın en zorlu sınavı, en onurlu görevi saydığımı ve bu çalışmamın Atatürk’e duyduğum vefa, minnet, şükran borcumu ödeme çabası olduğunu belirtmeden ve bu kitabın benim başyapıtım olduğunun altını çizmeden geçemem…

- Kitabınızda da vurguladığınız gibi yazmak için, Gazi Mustafa Kemal’i anmak ve yanmış yıkılmış vatan toprağında Cumhuriyet mucizesi yaratan Atatürk’ü anlatmak için pek çok nedeniniz var. En önemlilerini dile getirirseniz neler söylersiniz?

Kitabımın özünü anlatan ve 12’den vuran bu sorunuz için şunları söyleyebilirim: Kendimi bildim bileli O’na inanmak için, O’nu yazmak için çok nedenim vardı. Cumhuriyetin kilometre taşlarına basarak yükselen biri olarak; Atatürk’ü vazgeçilmez bir kimlik kartı gibi yakama taktığım, Cumhuriyetin kazanımlarını altın bir anahtar gibi cebime koyduğum, çağdaş ilkeleri ata yadigârı mücevher gibi boynumda taşıdığım günden beri duyduğum minneti dile getirmek için çok nedenim vardı…

Kalemi ne zaman elime alsam, özgürce konuşup yazabilmeyi, bilimsel- çağdaş, eşit eğitim fırsatıyla beni aydınlatan ve yolumu açan Atatürk’e olan borcumu, ne zaman kürsüye çıksam, bana ışık olan, yolumu aydınlatan bir çift mavi göze olan minnetimi hiç unutmayan biri olarak, yazmak için çok nedenim vardı…

139 yıldan beri “1881” dağ gibi ortada durarak umut vermeye, ufuk açmaya, yol göstermeye devam ederken, 82 yıldan beri “1938” içimizi dağlamayı sürdürüp, bizi sokaklara, meydanlara, salonlara, Anıtkabir yollarına dökerken, yazmak için çok nedenim vardı…

Vefa duygusunu önemseyen karakterimle, iç dünyamı belirleyen duygusal kimliğimle, yol hikâyemle örtüşen yaşam çizgimle, özelikle de kitabın içeriğini yansıtan mektuplarımla O’nu yazmak ve O’na yazmak için çok nedenim vardı…

Sığındığım tek limanın Atatürk, sırtımı bir kaya gibi yasladığım tek yerin Cumhuriyet olduğunun bilincine varmasaydım! Atatürk tarafından önüme açılan aydınlık yoldan geçmenin bana cumhuriyetin armağanı olduğunu fark etmeseydim! Başarılarla, kazanımlarla, coşkularla, umutlarla, hedeflerle, devrimlerle tanışmasaydım şimdi kim bilir nerede idim?

Göz açıp Atatürk diyen, gözünü açıp Cumhuriyeti öğrenen ve büyük Atatürk’ün mayaladığı sağlam hamurda şekillenen biri olarak önsözüm ve son sözüm şu ki; Bu kitapla ben okurları bir yolculuğa çıkarmak istedim. Bu yolculuğun farklı duraklarında onları bazen bilgilendirmek, bazen duygulandırmak, bazen gülümsetmek, bazen şaşırtmak ama hep düşündürmek istedim. Başardım mı bilmiyorum ancak denedim…

Çünkü benim Atatürk’üm; Dara- zora düştüğüm her çıkmazımda, güvenim sarsılıp duvarlar arasında dört döndüğümde, bana çıkış kapıları gösteren aydınlığımdı. Öğrencilik yıllarımda koskoca dalgalar üzerime geldiğinde, uykusuz gecelerin, bitmeyen derslerin, zorlu sınavların cenderesinde bana umut aşılayan ışığımdı. Açtığı yolla, verdiği haklarla beni elimden tutup çağdaş eğitimle buluşturan, yazar olmamın yolunu açan yol göstericimdi.

O’nun kurduğu destansı Cumhuriyet, 100 yıl düşünülerek bulunan bir merhemin adı ise, bu merhemin mucidi olan Atatürk’ü yazmak boynumun borcu idi…

- Okurları sımsıcak bir dille bilindiğinden öte nasıl bir Atatürk’le yeniden buluşturmayı da amaçladınız?

Yıllara ve yollara yayılan eğitim -öğretim sürecimde başucumdan ayırmadığım pek çok yapıt, kaynak, çeşitli kitapların yanı sıra, ezber ettiğim sözler oldu. Bunlardan biri Cumhuriyet döneminin ünlü yazarı gazeteci Falih Rıfkı Atay’dır.

Öğrencilerime de sık sık anımsattığım bir sözünde Atay der ki; “Gençler! Bizim çektiklerimizi çekmemek ve bu ulusa çektirmemek istiyorsanız, siz de O’nu iyi tanıyınız. Mustafa Kemal bizimdi. Atatürk sizindir!” Ben bu derin anlam içeren sözü güncel deyimle mottom saydım ve hiç unutmadım.

O nedenle okudukça anladığım, anladıkça anlatmaya - paylaşmaya çalıştığım ve bitiremediğim Atatürk’ü, 57 ciltlik dev bir eser sayarak, özellikle gençleri, Türk devriminin lideri ve mazlum milletlerin rehberiyle bir kez daha buluşturmak istedim.

Her kademedeki öğrencilerimi; Savaş meydanlarına kitaplarını taşıtan, ömrü boyunca elinden kitap düşmeyen, “çocukluğumda elime 2 kuruş geçse, birini kitaba verirdim” diyen, şiirlerle beslenen, roman okuyan, not çıkaran gerçek bir entelektüelle bir kez daha buluşturmak istedim…

- O’nun cesaretini, düşünce bütünlüğünü, yaşamını, yaptıklarını, başkaldırışını evrenselliğini, ülkeden dünyaya açılan öngörüsünü, mücadele ruhunu, analitik düşünce yapısını, vasıflarını ve ulaşılmaz yurtseverliğini yolan dille ortaya koyduğunuz kitabınızı kronolojik bir izlekte iki bölüm olarak kurguladığınızı belirtiyorsunuz.

Bu bölümleri, kitabın izleğini anlatır mısınız? Dediğiniz gibi Atatürk’ün tarih sahnesine çıkışıyla başlatıyorsunuz... Sonra...

Başta da vurguladığım gibi, konu kapsamlı ve kahramanım çok yönlü olduğundan birinci bölümde; Atatürk’ün tarih sahnesine çıkışını, yaptıklarını, düşünce yapısını, izlediği yolu, karşılaştığı zorlukları, neleri önceleyip neleri ötelediğini anlatmaya çalıştım.

İkinci bölümde ise yerli ve yabancıların gözüyle hakkında söylenenleri, çocukların O’na yazdığı ve benim yazdığım mektupları özetlemek istedim. Amacım “Devrim Tarihi” derslerinin tartışıldığı günümüzde derli toplu bir yol izleyerek, özellikle gençlere ve öğretmenlere kolay okunur bir kaynak, akıcı anlatım yolu izleyen bir başvuru kitabı sunmaktı. Okurla buluşturmada başarılı olursam kendimi yeniden bir üniversite bitirmiş sayacağım hem de dereceyle…

- Öğreniyoruz ki Atatürk’le tanışmanız erken hem de çok erken yaşlara dayanıyor. Anlatır mısınız o ilk teması?

Bu sorunuz üzerine çok gerilere gitmem gerek. Rahmetli anneme göre Atatürk’le olan eşsiz dostluğum çok eskilere dayanırmış. Çocukluk yıllarıma, zorlanırsam biraz da bebekliğime!

Bitip tükenmez sorularımı büyük bir sabırla cevaplayan ve gerçek bir cumhuriyet kadını olan annemden duymuştum; “Gazi’nin asker, sivil, tahta başında, dans ederken muhteşem gülümsemesiyle duvarlarımızı süsleyen resimlerine, dünyayla ilişkini keserek bir heykel gibi hareketsiz durarak bakardın. Ta ki, “kıymalı makarna yaptım, yemeyecek misin?” sorusunu duyana kadar.

Yemeğin biter bitmez kaldığın yere döner, sanki O’na bakarak büyülü bir yolculuğa çıkar, yaşıtlarınla oynamak yerine boyundan büyük sorular sorardın. Bitip tükenmez soruların, sana erken okuma yazma öğretmeme neden oldu. Okumayı sökünce, sorular bitti, herkes yerine sen konuşur oldun!” Annemin Atatürk’le dostluğumun arka planına ait bu sözlerini unutamam…

Büyük harfleri okuyan ama küçük harfleri yazamayan bir çocuk olarak, Gazi İlkokulu’nun kapısından içeri ürkek adımlarla girerken, daha sonra Atatürk Üniversitesi’nden mezun olacağımı ve bu iki özel ismin yaşamım boyunca ağırlığını, aydınlığını başımda ışıltılı bir taç gibi taşıyacağımı bilemezdim kuşkusuz!

Hele de adı Gazi Mustafa Kemal Atatürk olan bitmez tükenmez öğretiyi hiçbir zaman bitiremeyeceğimi düşünemezdim! Bu yol haritasıdır ki bugün bir kitap olarak ortaya çıktı ve sorular sordurarak beni sizin karşınıza oturttu…

- Ve ilerleyen yıllardaki kişisel tanıklıklarınızdaki ve başta mektuplarınız ışığında Atatürk’e ve sizin Atatürk’ünüze ilişkin hangi anılara yer veriyorsunuz?

Özellikle yurt dışında, dünyanın adeta dört bir köşesinde Atatürk konusundaki farkındalığa ilişkin ilk elden tanıklıklarınız ve yorumunuz?

Sizden önce yapılan söyleşilerde de anlattım. Özellikle ülkemiz dışında gördüm ki; O’nu tanımayan, O’na hayranlık duymayan, O’nu örnek almayan yok. Merak uyandırmak adına birkaç kısa örnek vermek gerekirse; Suriye’de bindiğim taksinin şoförüne; “Atatürk’ü tanıyor musun?” diye sorduğum da; “Nasıl tanımam, canımdır O benim” şeklindeki cevabını unutamadım.

Tunus’ta sağlı sollu dükkânları olan bir caddede yürürken, esnafın ülkemize ait sporcuların adını sayarak söz atması karşısında sesimin yettiğince; “Gazi Mustafa Kemal Atatürk” diye bağırınca, dükkânının kapısında müşteri bekleyen orta yaşlı adamın, sesimin tınısına dönerek bana eliyle duvarı işaret edişini, duvarda yazılı “Mustafa Kemal Atatürk Caddesi” tabelasını gördüğümde duyduğum gururu unutamadım…

Iğdır’da konuşmamın bitiminde yanıma gelen genç kadının; “Sizi Kübalı eşimle tanıştırmak istiyorum!” demesi üzerine damada; “İlk öğrendiğiniz Türkçe sözcük ne oldu?” diye sorup, “seviyorum” cevabını aldığımda, “kimi seviyorsunuz?” diye üstelerken; “Atatürk’ü ve eşimi çok seviyorum” cevabı üzerine Kübalı damadımıza sımsıkı sarıldığımı unutamadım…

Yıllarca tatil yaptığımız Şile’de; Sahilde oğlumla oynayan 3 yaşındaki oğluna Mustafa Kemal diye seslenen ve son derece akıcı Türkçe konuşan Dr. Williy Brandt’ın yanına işin aslını faslını öğrenmek için heyecanla koştuğumda ondan dinlediklerimi unutamadım.

“Babam uzun yıllar Türkiye’de kaldığı için kendimi Türk dostu olarak kabul ediyorum. Büyük Atatürk’e duyduğum saygıdan ötürü oğlumun adını Mustafa Kemal koydum!” derken yüzüme yansıyan ve gözlerimi dolduran duyguyu hiç unutamadım…

Bakü Devlet Üniversitesinde’ki konuşmamın bitiminde söz isteyen kadının; “Sizin ne işiniz var Arap’la? Koskoca cumhuriyetiniz var. Dalınızda, önünüzde Böyük Atatürk var. Men Atatürk’ün önünde baş eğirem” sözünü ayakta alkışladığımı unutamadım. Buna benzer pek çok örnek var ama kitabın büyüsünü bozmamak adına geçiyorum…

YAKUP KADRİ’DEN İLHAN SELÇUK’A ATATÜRK!

- Kitabı yazarken yer yer etkilendiğiniz yazarlardan, Atatürk hakkında tarihî not niteliğinde söylenen sözlerden yararlanarak da ilerlediğini ifade ediyorsunuz. Bu yazarlar ve sözlere birkaç örnekle burada da anar mısınız?

Yakup Kadri’den Hasan Ali Yücel’e, Şevket Süreyya’dan Mahmut Esat Bozkurt’a, Yunus Nadi’den İlhan Selçuk’a Utkan Kocatürk’ten Turgut Özakman’a, yabancı devlet adamlarından büyükelçilere hakkında yazılıp söylenenlere bakınca; Büyük Atatürk’ün “Kolu kanadı kırılmış yurdumuza can vermek için yarın Anadolu’ya geçiyoruz. Başımız vermek gerekebilir, benimle gelir misiniz” sorusu üzerine can ve başla yola çıkan dava arkadaşlarının inancı, eğitimi, çağdaşlığı, kadını ve gençliği Cumhuriyet projelerinin temeline oturtan büyük Atatürk’ün unutulmaz sözleri tarihi not olarak önümde idi.

Birkaç kısa örnek vermem gerekirse; Yakup Kadri diyor ki; “Başımıza bir sıkıntı geldiği zaman, şimdiki gibi kara kara düşünmeye başlamazdık. O var derdik. O halledecek derdik. O varken bize bir tehlike gelmez derdik.”

Hasan Ali Yücel diyor ki; “Her başımız sıkıştıkça O’na başvurmaktayız. Bu ölüsü diri adam her karanlıkta alevli bir meşaledir. O’nu elden bıraktığımızda gündüzlerimiz gece olur.”

İlhan Selçuk diyor ki; “Atatürk’ün ölümü üzerinden bunca yıl geçtiği halde, O’nun ölüm günü yedisinden yetmişine halk için evden, aileden birinin kaybı gibi algılanıyorsa bunda bir iş var. Bunu Avrupalı anlar mı? Amerikalı anlar mı? Bunca yıl önce kalbi durmuş. Yine de dipdiri!”

Kitapta Batının gözüyle bölümüne çok geniş yer ayırdım. Bu bakımdan seçim yapmam zor, yer de sınırlı olduğundan Belçika’nın eski Ankara Büyükelçisi De Raymond’un; “Ankara’da oturduğum zaman daima güneşe bakardım fakat güneşi ufukta değil, Çankaya’da görürdüm. Çünkü gerçek güneş Çankaya’daki Atatürk denilen güneşti.” Sözüyle yetineyim!

‘CUMHURİYETİN ESERİYİZ!’

- Atatürk’ün kadının toplumdaki yerine, işlevine, olmazsa olmaz varlığına yaklaşımına hatırı sayılır denli yer veriyorsunuz. Ve diyorsunuz ki; “1924-1926-1930-1934 tarihleri yine ve yeniden yazılmalı diye düşündüm.”

Etrafımızda gördüğümüz; Şehirler, yollar, kasabalar, fabrikalar, okullar, işine koşan kadın, okuluna giden çocuk, durakta bekleyenler, herkes, her şey, hepimizin cumhuriyetin eseri olduğumuz gerçeği önümde dururken!

Haşmetten, azametten, saltanattan uzak, içinde vicdan, sevgi, sabır, bilgi, dinleme, yurtseverlik olan her şey Atatürk dehasının, cumhuriyet mucizesinin formülü olarak yolumu aydınlatırken!

Cumhuriyet devrimleriyle Türk kadınına toplumsal, siyasal, kültürel, sanatsal sayfalar açan bir liderin bizim için yaptıklarına biz kadınların iki elle değil dört elle sarılmamız gerekir.

Bu topraklarda yaşayan her kadının arkasında bir çift mavi gözün ışığının onu hep aydınlatacağını, tarihteki ve gerçek hayattaki kahramanının Atatürk olduğunu unutmaması gerekir…

‘MUSTAFA KEMAL DESTANI’

- Kitabın genel akışı içinde yer alan her şeyi sonlara doğru bir oyun içinde özetleyerek veriyorsunuz. Bunu yaparken neyi amaçladığınızı burada da dile getirir misiniz?

Yıllardır çalıştığım eğitim kurumlarında anma, kutlama ulusal günlerde konuşma, yapma, etkinlikleri düzenleme hep tarafımdan yürütüldüğü için iyi bir arşive sahibim.

1995 yılında MEB’in açtığı “Atatürk” konulu yarışmada yazıp sahnelediğim “Mustafa Kemal Destanı” adlı oyunla Türkiye birincisi olunca, kitap haline getirdiğim bu oyunun ülkemizin pek çok yerinde ve pek çok okulda sahnelendiğini duydum. Aldığım övgü dolu iletiler, oyunu biraz daha genişleterek, güncelleyerek, yeniden düzenleyerek bu kitaba dâhil etmeme neden oldu.

Amacım bir Devrim Tarihi ve Tiyatro Tarihi hocası olarak, meslektaşlarıma sahneleyecekleri oyunlar arasında yer alarak; “Atatürk ve Cumhuriyet Destanı” adını taşıyan, şiirlerle, marşlarla, türkülerle, danslarla ve koro eşliğinde kronolojik olarak kaleme alınan bir oyunla yardımcı olmaktı.

23 Nisan Milli Egemenlik ve Çocuk Bayramıyla çocukluk günlerimi! 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı ile öğrencilik ve gençlik yıllarımı! 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı ile cumhuriyet değerlerine olan bağlılığımı!

10 Kasım 1938’deki gidişiyle ulusal yasımızın bana düşündürdüklerini anlatmaya çalıştığım bu oyunu; Çocuk, öğrenci, genç, eğitimci, yazar, kadın, yurttaş gözümle kaleme alırken, çocukluğumun en büyük okuluna, gençliğimin en köklü öğretisine, yaşlılığımın tek sığınağına ait duygularımın altını özellikle çizmek istedim.

Bu oyunla O’na doğdum seni anlattılar, büyüdüm seni okudum, yaşlandım seni anlatıp yazdım ama hala bitiremedim diye seslenmek istedim…

Atatürk’e Hasret Mürekkepli Mektuplar / Neşe Doster / Tarihçi Kitabevi / 240 s. / Ekim 2020.


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler