Gezi İsyanı’nın Siyasi Çağrısı

HDP Eşbaşkanı Eşbaşkanı Ertuğrul Kürkçü yazdı...

Gezi İsyanı’nın Siyasi Çağrısı
Abone Ol google-news
Yayınlanma: 30.05.2014 - 10:46

Gezi’yi izleyen uzun Haziran boyunca tanık olduğumuz 21. yüzyıl isyanı, “Türkiye’nin toplumsal mücadeleler tarihi içinde -geçmişten gelen bir dizi süreklilik de barındırsa- esasen öncekilerden ayrılan, bütünüyle yeni bir toplumsal hareket sürecini, bir kopuşu ifade ediyordu. Gezi İsyanı, yerellik ve kısmilikle belirlenmiş olmayan, tüm kentsel muhalefet dinamiklerini harekete geçiren ve kent merkezlerini kuşatan, Türkiye tarihinde bir başka örneği görülmemiş çoğulluğunun tek bir bileşenine indirgemeyi imkânsızlaştırdığı bir toplumsal başkaldırıydı” (Kürkçü, Gezi’den Sonra, Radikal İki, 6 Ağustos 2013).

Gezi, 1950-1960 arasını anıştıran, biçimsel olarak çok partili ancak fiilen bir tek parti devletine dönüşmeye yüz tutan ve Başbakan Erdoğan’da şahsileşen diktatörlüğe karşı bir onur ve özgürlük direnişiydi de. Gezinin tarihsel önemi isyancıların ifadesiyle “ruhunda”ydı ama en az bunun kadar önemli bir siyasal sonucu da oldu: Acımasız bir bastırma harekâtıyla ezilmiş olsa da, kendisini ezen AKP iktidarının toplumsal ve politik hegemonyasının çöküşünü başlattı. Başkaldırının yıl dönümünde de, bu siyasal sonuç hükmünü icra ediyor. Bu isyanı savuşturabilse de AKP artık rejim krizini yöneten değil kriz tarafından yönetilen bir güce dönüşüyor.

İsyan: Alternatif siyasetin ilk uğrağı

Gezi İsyanı’nda içerik sözü aştı. İsyan, “içinde büyük bir toplumsal, politik, kültürel, demografik çeşitlilik barındırmakla birlikte,  kadınların, gençlerin, yeni işçi sınıfının ve öğrencilerin kendiliğinden hareketi olmakla öncekilerden ayrıldı. Edindiği ‘komün ruhu’yla, canlandırdığı dayanışmacılıkla, kent toprağının ve kentsel mirasın piyasalaştırılmasına kategorik karşı duruşuyla isyan, özgün bir anti-kapitalist sosyal muhalefet tarzı ve doğrudan demokrasi örneği yarattı. Gelecekteki politik ve toplumsal mücadeleler için de bir pratik standart ve referans kaynağı oluşturdu.” (Kürkçü, 2013) Alternatif siyasetin ilk buluşma noktası, bu referans kaynağıdır.

Öyle olduğu içindir ki, Gezi’den sistem içi, kapitalizmi eleştirmeyen bir muhalefetin çıkaracağı sonuçlarla, onu kendi hakikatinde ilerletmek isteyen muhalefetin çıkaracağı sonuçlar birbirinden farklıdır. “Mustafa Kemal’in askeri olmak”la, “kimsenin askeri olmamak” -Sultanlığın yıkılmasıyla açılan çığırın kazanımlarına da yaslanarak Erdoğan'ın şahsında cisimleşen diktatörlüğe başkaldırmak- iki ayrı siyasal programın ve mücadele tarzının ifadesidir.   

İlki, ezilenler ve emekçiler için, özellikle de Kürtler için katmerli bir zulüm düzeni olan eski statükonun restorasyonu uğruna mücadeleyi ima ediyor; ikincisi ise, isyancıları öğünebilecekleri bir cumhuriyeti birlikte yeniden kurabilmenin imkânı olarak Kürt halkının özgürlük mücadelesini genel demokrasi talebiyle birleştirmeye çağıran devrimci bir siyaseti.

Gezi bu siyasetin gerekliliğinin idrakine varırken, büyük ölçüde Öcalan ve Kürt özgürlük mücadelesinin “silahlı mücadeleden demokratik siyasete geçiş” çağrısının sunduğu iklimden de beslendi: “Kürt halkı ve devrimcilerinin son 30 yılda Türkiye’nin içinden geçtiği büyük değişime katkıları da, ‘Gezi İsyanı’nda açılan zihinle idrak edilebildi. Sırf ‘Bize bunları yapanlar Kürtlere kim bilir neler yapmıştır’ sorusunu nihayet sorabilmeyi mümkün kılışı dahi, Kürt halkının siluetinin bütün isyan boyunca Gezi’nin ufkunda durduğunu işaretiydi. Medeni Yıldırım’ın öldürülmesine karşı “#direnlice” pankartıyla sokağa çıkan isyancılar, bu katkıyı selamladılar” (Kürkçü, agm).

İsyan’ın, kısa vadede bir siyasal dönüşüme yol açmayacağı, ulusalcıların “milli hükümet” hayaline ise hiçbir şey katmayacağı açıktı. Ama Gezi, gerçekten de bir birlikte mücadele olanağı yarattı. Bu başkaldırının, kırılgan hegemonyanın bir tezahürü olan rejim içi çatışmayı başka bir düzleme sıçratmasını umabilirdik. Gezi Parkı’nın kurduğu Forumların Halkların Demokratik Kongresi’nin maddesi olmasını; ezilenlerin, emeğin, Kürtlerin, ayrımcılığa uğrayan inanç gruplarının ve Alevilerin hakları temelinde devrimci muhalefetin gelişmesine olanak sağlayabilmesini umabilirdik. Yarattığı yeni ilişki biçimleriyle rejim krizine ezilenlerin ve emekçilerin müdahale olanaklarını arttırmasını umabilirdik.

Hala umabilir miyiz?

Üç tutum, üç siyaset

Gezi isyanı içinde ve hemen sonrasında, AKP iktidarına karşı üç farklı siyasal tutumun geliştiği söylenebilir: Birincisi bir siyasal çağrı, diğeri beklenti ve nihayet de sonuncusu da bir siyasal arzu olan üç ayrı tutum.

Birincisi, Gezi Parkı’nda kurulan komünü, kendi umutlarının cisimleşmiş hali, halkların demokratik kongresi olarak gören HDP’nin siyasal çağrısıydı. HDP Gezi’yi, “mümkün olan her yerde kendisini kadın, gençlik, emekçi, Kürt ve Alevi temsiliyetinin, emek doğa ve kent hakkının savunulmasının hizmetine sokmaya; Kürdistan’ın özerklik hakkını teslim edip Kürtlerle ortaklaşmaya, eski düzeni parlamento içinden ve dışından kuşatarak yeni ve ortak ülkenin doğuşunun habercisi” olarak olmaya çağırdı.

İkincisi, bir siyasal çağrıdan çok, başından beri isyanı parlamenter sınırlar içinde gelişecek düzen muhalefetinin içinde tutmak isteyen ana muhalefetin, AKP karşıtlarının yerel seçimlerde kendi adayları etrafında toparlanmasını uman siyasal beklentisiydi.

Üçüncüsü de yine bir siyasal çağrıdan çok, ulusalcı muhalefetin, isyanı “milli hükümet” siyasetinin emrine sokma arzusuydu. Böylece AKP’nin yıktığı statükonun temsilcilerine yeniden siyasal itibar kazandırmak hedefi güdülüyordu.

Bir siyasal çağrı ile beklentiyi uzlaştırmak mümkün olmadığı gibi, ucu nasyonal sosyalizme çıkan bir arzuyla Gezi’nin özgürlükçü arayışını aynı muhalefet çatısı altında birleştirmek de imkânsızdı. Yine de Gezi’nin açığa çıkardığı çoğul muhalefetin, seçimler sürecini, iktidarın bastırma stratejisine karşılık, mevcut egemenlik rejiminin yerini alması beklenen düzenin bir ortak tahayyülüne -henüz bir programa değilse de- ulaşabilmeye imkan veren bir mücadeleler toplamına dönüştürmesi mümkündü, halen daha mümkün.

Yerel seçimler

“Çoğunluğunu işçi, işsiz ve öğrencilerin oluşturduğu, geçmişle gelecek, batıyla doğu, gelenekle modernlik arasında sıkıştırılmış muazzam bir genç nüfusun, muhafazakârlık, kapitalizm ve din ve inanç dayatmasına karşı kendi varlık ve kimliğini ileri sürdüğü” -ne “Tahrir”, ne “Occupy”, ne “Öfkeliler” modellerine tam olarak uyan- “ayırt ediciliği kendine özgülüğünde olan bu 21. yüzyıl isyanı” (Kürkçü, agm) ne ana muhalefetin beklentisine ne de ulusalcıları nasyonal sosyalizme taşıyan tutkulu arzuya kaynaklık edebilir, ne de bu politik merkezler isyanı kendi sonuçlarına taşıyabilirdi.

Bu açıdan bakılınca 2013 yazı bastırırken alçalan isyan dalgasının “park forumları”na çektiği kitlenin, toplumsal ve politik muhalefet odaklarının, sonbahar gelirken hakim kutupsallığın ötesine uzanan bir politik ufka kavuşmuş olmaları beklenirdi. Umulurdu ki, “park forumları” 2014 Mart- 2015 Haziran arasındaki başlayacak üç ayaklı seçimler silsilesini başlattığı işi sonuca ulaştırmak, mevcut hâkimiyet rejiminin aşağıdan sorgulanacağı yaygın bir siyaseti sahnelemek için ortaklaşa değerlendiriyor olsun. Ne var ki, Mart seçimleri Gezi'nin geniş çoğunluğunun bu imkanı sınamakla ilgilenmediğini gösterdi.

2014 yerel seçimlerine Gezi İsyanını bastırırken kullandığı aynı siyasal strateji ile giren Erdoğan’ın kazandığı kısmi başarı, Gezi’nin sözünü aşan içeriğinin kofluğuna bir kanıt mı sayılmalı? Gezi, yadsınamaz maddi hakikatiyle Türkiye'yi çoktan değiştirdiğine göre böyle bir iddianın kendisi koflukla maluldur. Ama, bilinç maddi hayatı izler. Gezi'nin kendi potansiyellerinin idrakine ulaşması için gereken siyasal zaman, merkezi siyasetin önceden belirlediği takvimde işaretlenenden daha uzun bir süreyi işaret ediyordu. Gezi'nin kendi isyanının prizmasından ana muhalefetin seçim stratejisinin başarısızlığını da gözlemesi, kendi özgücüne değil Gezi'den ayrışan güçlere dayanan yerel seçim perspektifinin çöküşünü de deneyimlemesi gerekiyordu. Mizahının kendisine karşı bir silaha dönüşmesine izin vermeyecekse, Gezi'nin yerel seçimlerden çıkaracağı en önemli ders toplumun kendisinden beklediği şeyin “Tatava yapmak” olduğunun idrakine varmasıdır.  

Gezi’nin içeriğini kendi programı kılan HDK/HDP açısından da, özellikle isyanın başından beri Gezinin talepleri ve tutumuyla özdeşleşen adayımız Sırrı Süreyya Önder’in İstanbul’da elde ettiği oy oranını göz önüne aldığımızda varacağımız sonuç açıktır: Seçim politikamız oluşturulurken isyanı harekete geçiren kendi dışındaki tek “dış güç”ün, yani “Erdoğan’ın şahsında tecessüm eden iktidar”ın karşısına yığılması gereken güç miktarı da, bu gücü harekete geçirecek ve sandığa taşıyacak yerel seçim taktiği için gereken hırs ve yaratıcılık da “Herkül'e layık bir iş” için gereken kapasitenin altında kalmıştı.

Barış süreci: Alternatif siyasetin ikinci uğrağı

Gezi İsyanı’nı ile Barış Süreci arasındaki diyalektik bağ, isyanın kendi öz tabiatının icabı olan mantıksal sonuçlarına vardırılmasının da güvencesidir. Batı’da isyan halindeki kitleler ve devrimci güçlerle diyalogu sürdürüken Kürdistan'daki halk hareketiyle ortaklıkların altını çizerek yürümek, hem barış hem özgürlük için mücadele etmek -HDP'nin çoklu görevleri üstlenirken yaptığı gibi alternatif siyasetin ikinci referans kaynağıdır.

Gerçekten de, “müzakere ve çözüm” ile gelen iklimin kendi varlık şartı ve Rojava devriminin tamamlayıcı bir parçası olduğunu görmeyen bir Gezi’nin “komün ruhu”ndan söz etmek mümkün değil. Gezi’nin ufkunda gezinen yeni hayat, yeni bir siyasal birliği ima ettiği ölçüde “barış süreci” Gezi için vazgeçilmezdir. Gezi, AKP'nin Kürtlerin özgürlük taleplerine yönelik oportünist siyasetine gerçek bir barış için mücadeleyi ele alarak yanıt vermeksizin edemez ya da artık bildiğimiz Gezi olmaktan çıkmış olur. Gezi'ye “ruhunu” veren başkaldırının büyük çoğunluk için gerçek bir çekim merkezi haline gelebilmesi, açığa çıktığında da, ezildiğinde de, bugün de “demokrasi” ve barış”dinamiklerini birbirlerine eşlik edecekleri bir ritm içinde yürümeye davet edebilmesine bağlıydı ve bağlıdır.

Baskı rejimi

AKP hegemonyasını sarsan Gezi İsyanını bastırabilmek için sarıldığı baskı politikalarına geri dönülemez bir şekilde teslim oldu. Hegemonyası kırılganlaştıkça baskıya sarılmak, baskıyı artırdıkça hegemonyasının daha da kırılganlaşması Erdoğan'ın kişisel huylarından çok iktidarının “fıtratı”nın bir sonucu. Bunu AKP'nin yolsuzluk soruşturmalarına ve Soma katliamının sonuçlarına verdiği tepki arasındaki paralellikten de görmek mümkün.  AKP yolsuzluk soruşturmalarını suçlamaları görülmez kılmaya, ağır ideolojik saldırı eşliğinde ters yüz etmeye çalışarak; yargıyı ve emniyeti hallaç pamuğu gibi atıp kuvvetler ayrılığına son vermeye girişerek yanıtlamıştı. Neoliberal ekonomik siyasetinin Soma kömür madenlerinde bir katliamla dışa vuruluşuna tepkisi de dolaysız polis baskısının  bizzat katliamın mağdurları üzerinde sistematikleştirilmesi oldu. Soma’da can veren emekçiler toprağa verilirlerken AKP iktidarının ikili karakterini çırılçıplak gösterdiler: Neoliberal sermaye egemenliği emeğin köleliği olmaksızın, AKP hükümeti de bir polis devletine dönüşmeksizin kendilerini sürdüremezler.

Bu polis devletinin, her ayrıntısıyla bizzat Başbakan tarafından yönetildiği, MİT’in operasyon -yani yargısız infaz- yetkisiyle donatılarak Abdülhamit'in “Yıldız İstihbarat Teşkilatı” gibi doğrudan doğruya “hükümdar”ın şahsi güvenlik örgütüne dönüştürüldüğü, “sansür”ün başbakan ile patronlar arasındaki gündelik iş akışının bir parçası halini aldığı ortada. Başbakan’ın ufkunda, tarihsel referansları -acı bir alay gibi- Osmanlı'nın çöküş dönemi hükümdarları olan bir tek adam rejiminin bulunduğu kendisi ve danışmanlarınca artık saklnamıyor da.  

Cumhurbaşkanlığı

Gezi İsyanının birinci yıldönümünde, isyanı doğuran koşullardan hiçbiri değişmediği gibi, Abdullah Öcalan’ın ısrarları ile sürebilen “çözüm görüşmeleri” dışında, halklarımızın barışı adına hiçbir yeni adım da atılmış değil. Şu halde, “aşağıdan, alanlardan, parklardan, varoşlardan yükselen bir halk egemenliği perspektifinin yol göstericiliğinde, demokratik ve sosyal bir cumhuriyet ve demokratik özerklik hedefinin mücadele içinde ete kemiğe bürünmesi” için, “hareketin kendisine her yerde aynı egemenliği dayatan iktidar karşısında kapsayıcı bir ortak ve genel amaca kavuşması” için Gezi'nin sürdürülmesi gerekiyor. Bu bir inanç sorunu değil, toplumsal mücadelenin önümüze getirip koyduğu bir devrimci sorun.

Gezi’de ve sonrasında açığa siyasi çağrı, siyasi beklenti ve siyasi arzunun, bu dost ve düşman siyaseti karşısındaki konumu ortada. Ulusalcı muhalefetin Gezi’de açığa çıkan içeriğe kayıtsız siyasi arzusu, bugün onu Erdoğan’ın destekçisi konumuna sürükledi. Ana muhalefetin -eğer 90. Yıl simgesi olarak altı okun yanına konan ağacı saymazsak- Gezi’de açığa çıkan içeriğe aynı derecede kayıtsız siyasi beklentisi onu ABD ve Cemaat’in müttefiki olmaya, MHP ile ittifak aradıkça MHP’ye doğru eriyen etkisiz bir siyasal aktör olmaya sürüklüyor. Yerel seçimlerin açığa çıkardığı bu tablo değişmez değise de bu “tek adam” rejiminin karşısındaki gerçek muhalefet zemini hala  Gezi’nin açığa çıkardığı içerikte ve siyasi çağrıdadır.

Önümüzdeki Cumhurbaşkanlığı seçimleri ve milletvekili genel seçimleri bu siyasi çağrı doğrultusunda, halkın mevcut hakimiyet rejimini tartıştığı ve özyönetimin halkın egmenliğinin alternatifi olarak ete kemiğe büründürüldüğü bir mücadele alanı olarak kavranmadıkça Erdoğan, yürüdüğü hedefe doğru bir adım daha atacaktır. Gezi’den hareketle siyasi beklenti ve arzulara kapılanlara, kulaklarını Gezi’nin siyasi çağrısına açmalarını öneriyoruz.

Başbakan’ı İstanbul’un yeniden fethi hevesini bir başka bahara bırakmaya mecbur eden Gezi eğer gerçekten bizim 21. yüzyılımızın başlangıcıysa, onun ima ettiği ortaklıklar da referanslarını geçmişten değil ancak gelecekten alabilir: İnkâr çağı Kürt halkının büyük acılar pahasına dostuna düşmanına kabul ettirdiği varlığıyla artık geri gelmemek üzere kapandı. Gezi, halklarımızın devrimci talepleriyle birbirlerine kitlesel olarak yaklaştıkları ilk tarihsel moment olarak yeni bir cumhuriyeti ima etmiyor muydu? Kimsenin kimseye hükmetmediği, kimsenin ötekini inancından ve kimliğinden ötürü dışlamadığı, her işin herkes arasında eşit olarak paylaştırıldığı,halkın kendi kendini koruduğu, paranın geçmediği, hiçbir mülkiyet iddiasının saygı görmediği bir ortaklık olarak Gezi'nin yeni dünya tahayyülü ifadesini ancak halkların özyönetimi temelinde yükselen bir demokratik ve sosyal cumhuriyette bulabilir. AKP'nin “tek adam” rejimine doğru yürüyüşüne son vermek ABD’nin ve Cemaat’in rızasını aramaktan değil, Gezi İsyanı’nın açığa çıkardığı talepleri ortaklaşa gerçek bir alternatif siyasete büründürmekten geçiyor.


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler