Gelecek, kadınları bekliyor
Bunca acı, bunca keder, bunca aşağılanmadan sonra, bırakın da kadını bir süre daha anlayamayalım. Bir zaman sonra kadın zaten bize tek tek anlatacak kendini.
Camdaki Kız
Camdaki Kız ikinci yılında 441 bin kişiye ulaştı. Ve şimdi de dizi olarak karşımızda. Neler hissediyorsunuz?
Bir yazar için bundan daha büyük sevinç olabilir mi? Her yazar, yazdıkları okunsun ve beğenilsin ister. Nasıl ki ev hanımları ya da aşçılar yaptıkları yemekleri yiyenlerin ısrarla yüzüne bakıp “çok güzel olmuş, ellerinize sağlık” cümlesini duymak isterse, bizler için de durum aynıdır. Kitap yazmak son derece dikkat ve emek isteyen bir iştir. Ben kolay yazan biri değilim. Elimde yazılmayı bekleyen binlerce hayat hikayesi olmasına rağmen tek bir kitap için yıllarımı veririm. Çünkü önemli olan hikayenin kendisi değil, o hikâyenin nasıl anlatıldığıdır.
Annenin doyuramadığı sevgi ihtiyacı hayat boyu tamamlanamaz mı?
Annelerin zamanında vermediği ya da veremediği ve bir çocuğun en çok ihtiyaç duyduğu şey olan sevilme, benimsenme, sahip çıkılma, önemsenme gibi temel ihtiyaçlar sonradan kolay kolay tamamlanamaz. Bu çocuklular bu eksikliği ömürleri boyunca en mutlu oldukları gün bile ince bir sızı gibi yüreklerinde hissederler.
Peki çözüm ne? Bu açlığımızı yok etmek için ne yapmamız gerekiyor?
Bu eksiği kapatmak için hayat kimini süründürürken kimi de bu eksikler sayesinde başarıdan başarıya koşar. Yani annelerinin doyuramadığı çocuklar bunu hayatlarına çok farklı yansıtırlar. Ancak kişisel ilişkilerde bu doyumsuzluk mutlaka kendini gösterir. Bunun terapiler yoluyla bilinçlendirilmesi, zamanla kişinin kendisiyle barışması sağlanabilir. Psikoterapilerin en önemli hedeflerinden biri de budur zaten. Kişiyi kendiyle barıştırabilmek. Ben de zaten bütün kitaplarımda en çok bunu yapmaya çalışıyorum. Yıllardır bu meslekle hemhal olmuş biri olarak, toplumumuzun buna çok ihtiyacı olduğunu gördüm ve yazmayı kendime adeta misyon edindim.
Kitabınızda “kadınların ne istediği yüzyıllardır anlaşılmadı, çözülemedi, bir yanıyla şeytanın arka bacağı, bir yanıyla dupduru su” diyorsunuz. Bir kadın olarak sözleriniz şaşırttı biraz açıkçası. Gerçekten bu kadar anlaşılamıyor muyuz?
Bilim şimdilik kadınları tam olarak anlayamadı ama anlama yolunda ilerliyoruz. Bu konu, bir kadın olarak benim zihnimi de çok meşgul eder. Öncelikle hem insan, hem de kadın deyince aklımıza ilk gelen duygular ezilme, aşağılanma, acı çekme gibi son derece olumsuz duygulardır çünkü kadın binlerce yıldır kendini bir türlü var edememiş bir insan türüdür. Bütün bunlara bugünkü dünya üzerinden baktığımız için yanılıyoruz. Hem insan ol, aklın, fikrin, duyguların olsun ama buna rağmen insan muamelesi görme. Neden? Çünkü kol gücün erkekten daha zayıf, üstelik doğurmakla ve bakmakla yükümlü olduğun bir ya da birkaç çocuğun var ve bu yüzden bir erkeğin himayesine muhtaçsın. Sadece son 10 bin yıl üzerinden bakacak olursak, kadının bugün geldiği yer, asla küçümsenmemelidir. Kadınlar inanılmaz derecede büyük bir başarıya imza attı. Bunca acı, bunca keder, bunca aşağılanmadan sonra, bırakın da kadını bir süre daha anlayamayalım. Bir zaman sonra kadın zaten bize tek tek anlatacak kendini. Gelecek, kadınları bekliyor. Kadının hakim olduğu bir dünyanın çok daha güzel, çok daha yaşanası bir dünya olacağına bütün kalbimle inanıyorum.
Ülkemizde yayınlanan dizilerde narsistik kişilerin pompalanması ve yüceltilmesi gibi bir durum mevcut. Neden bu kadar narsistsever olduk?
İnsan dediğin narsist sever çünkü öyle olabilmek gibi bir hayali vardır insanların. Çocukken dinlediğimiz masallarda bile narsizmin izini görmek mümkün. Çünkü insan çok çeşitli duygularla gelir dünyaya. Bunların bir kısmı olumlu pek çoğu ise olumsuz duygulardır. Örneğin korku.. oysa dünyaya gelirken ilk tanıdığımız duygudur korkudur. Bu duyguyu hiç sevmesek de, onun sayesinde hayatta kalır insan. Dizilerde ve filmlerde en çok sevilen karakterler korkuya meydan okuyan, cesur karakterlerdir. İnsan dediğin çok gelişse de, içindeki çocuk hâlâ hayal kurmayı seviyor.
Bir ilişkide hakiki iletişim nasıl olmalıdır?
Psikiyatri normal olmayanı çok kolay tanımlar ama sıra normale gelince bunda yetersiz kalır. Hakiki ilişki, en iyi ilişki gibi tanımlar da kişiye çok değişir. Bana sorarsanız mükemmel ilişki yoktur zaten.
İnsanlar bağlanma ve sevgi ihtiyaçları için mi ilişkiye başlarlar?
İnsana var olduğunu hissettiren en önemli duygu aşktır. Aşk, bir başkasının sizi çok sevdiği, beğendiği, onayladığı ve sizin var olduğunuza tanıklık ettiği en net duygudur. O nedenle çok genç yaşlarda yaşanan ilk aşklar kolay unutulmaz çünkü bizler de o ilk aşkla birlikte kendimizi var etmişizdir.
İnsan sosyal bir varlıktır ve toplu yaşar. Yardımlaşır, ilişki kurar, sever, sevilir, kızar, nefret eder, kıskanır, yani var olan tüm duygularını o sosyal gruplar içinde hayata geçirir. Sonuç olarak insan tüm duygularını birlikte hayata geçirmek ister. İnsanın yaradılışında bu vardır.
Evlilikte en önemli olan nedir? Uzun ve mutlu evliliğin sırrı var mıdır?
Bu konuda sanırım herkes farklı bir görüşü savunabilir. Ancak bence eşinizden ve hayattan beklentileriniz ne kadar azsa, evliliğiniz o kadar uzun soluklu olur. İnsanın başkalarından değil, kendinden beklentileri yüksektir aslında. Ancak bunu gerçekleştiremedikçe oklar önce eşlere döner. Son dönemlerde kadınlarımızın evlilikten beklentileri çok arttı çünkü genç kızlarımız doğal olarak anne ya da anneannelerinin yaşadıklarını yaşamak istemiyorlar.
Ülkemiz oldukça sancılı bir geçiş dönemi yaşıyor. Toplumların gelişmesi için bu sancılı geçiş dönemlerini yaşaması gerekiyor. Roller, alışkanlıklar, usuller hızla değişiyor ve kimse doğrunun ne olduğunu henüz bilemiyor. Toplum ne zaman yeni doğruları belirler ve benimserse, işte o zaman yepyeni bir düzenin içinde evliliklerin de daha sağlam temellere oturacağını umuyorum.
Tabii bu dönemde doğan çocuklara yazık oluyor. Bunu söylemeden geçemeyeceğim, çünkü her çocuk anne ve babasını bir arada ve mutlu görmek ister.
Kırmızı Odanızdan ve toplantılarınızı bize anlatır mısınız? Çok merak ediyoruz.
Yıllardır içinde çalıştığım kırmızı odam benim için hep kutsal bir mabet gibi olmuştur. İnsanlar ancak kutsal mabetlerde kendilerini bu kadar açarlar. Ben de bu durumu çok özel ve kutsal kabul eder ve ona gereken değeri vermeye çalışırım. Her insanın ilk dileği değerli ve özel olabilmektir. İşte ben 40 yıldan fazladır insanların o odada kendilerini çok özel, çok değerli olduklarını hissettirmeye çalıştım. Bunlar insan ruh sağlığının her zaman asıl ilaçlarıdır.
Hep derim ya; şifa sevgiden, hastalık sevgisizlikten beslenir diye. Bu kitapları ve dizileri de “şifa niyetine” yapıyorum zaten.
Kırmızı Oda’da psikiyatr-hasta ilişkisi hakkında eleştirel yorumlar yapıldı. Gerçek deneyimlerinizde de hasta ile bu kadar yakın ilişki kuruyor musunuz?
Biz Psikiyatri bilimini Batı'dan öğrendik ama bizim insanımız Batılıdan çok farklı. Bu önemli ayrıntıyı bazen unutuyoruz. Bizim insanımızın size içini olduğu gibi açabilmesi için size güvenmesi, inanması ve kendini yakın hissetmesi, özel hissetmesi gerekir. Haklıdır da çünkü size kendisiyle ilgili çok özel şeyler anlatmaya gelmiştir. Bu ilişkinin kurulmasında insanlarımıza her zaman destek olmalı, onlara güleryüzlü, yakın ve sıcak davranmalıyız. Kimse asık suratlı, tepkisiz, suskun biriyle böyle bir ilişki kuramaz. Bu yanlıştan bir an önce dönmeli ve bizim insanımızın ihtiyacı olan sıcaklığı ve yakınlığı ve de saygıyı hastalarımıza mutlaka göstermeliyiz. “Kırmızı Oda” adlı dizide sevgili oyuncumuz Binnur kaya hastalarını hep kapıda ve ayakta karşılar. Onlara saygı ve güleryüz gösterir. Onların dertlerini, sorunlarını kendi derdi gibi dinler ve paylaşır. Eğer amacımız bize başvuran insanların dertlerine deva olmaksa, bütün bunların çok önemli olduğunu düşünüyorum.Gerçi sonuç olarak Kırmızı Oda bir televizyon dizisi ve orada kimseye psikiyatri dersi vermiyoruz. Her yeni vakada toplumsal bir yaraya ışık tutmaya, bunu yaparken de seyredilir olmaya çalışıyoruz. Ancak yine de özellikle mesleğe yeni başlayan genç meslektaşlarımıza doğru örnek olduğumuzu sanıyorum.
AİLE SOFRASI HAYATA GÜVENİ ARTTIRIR
Yemek yapıyor musunuz? En güzel yaptığınız yemek? Tarif istesem
Maalesef yemek uzun süredir yemek yapmıyorum. Eskiden yemek yapmayı çok severdim. Şimdilerde istesem de buna zaman bulamıyorum.
Bir zamanlar zeytinyağlı barbunyayı çok güzel yaptığımı söylerdi ailem. İçine bol soğan, bol sarımsak, yeşil biber, bol domates, biraz da havuç koyar, bunları zeytinyağında kavurur, barbunyaları içine atmadan da bir limon sıkardım.
Umarım atladığım bir şey olmamıştır.
Aile sofrası size ne ifade ediyor? Tüm ailenin, dostların toplandığı büyük sofralar kurar mısınız?
Aile sofrası bir ailenin mutluluğunun, aile bireylerine verdiği güvenin, sahipliğin, birliğin göstergesidir. Çocukluğum ve evliliğim hep böyle sofralarda geçti. Geniş ailenin bir araya toplanıp yemek yemesini de çok özel bulurum. Bunlar bizim yaşama bağlılığımızı, hayata duyduğumuz güveni arttırır.
Hepimizin üzerinde sürekli bir mutluluk baskısı mevcut. Keder de yaşama dair değil midir? Ya da mutluluk kadar mutsuzluk da doğal değil mi?
Mutluluğu doğru tanımladığımızı düşünmüyorum. Kısa süreli, anlık mutluluklara belki sevinç desek daha doğru olur. Yaşam boyu mutluluk ise kişinin yaşadığı hayattan, eşinden, işinden, çevresinden razı olması demektir.
Biraz daha açacak olursak mutluluk, iyi ya da kötü bir şey olmadığı halde kişinin kendini yaşadığı hayatla ve kendisiyle barışık hissetmesi, zaman zaman “iyi ki varım, iyi ki yaşıyorum, çok şükür” diyebilmesidir. Bunu diyen insanlar da hayatın içinde bazen acı çeker, mutsuz olur, yas tutarlar. Mutsuzluk ise hayatın ona getireceği her türlü olumlu ya da olumsuz gelişmeye rağmen mutsuzluğun devam etmesi, kişinin her durumda mutlaka şikayet edecek bir şeyleri arayıp bulmasıdır.
Bunları da maalesef kader motiflerimiz belirler. Doğduğumuz evlerde hayat bize ya “her şeye rağmen mutlu olmayı” ya da “her şeye rağmen mutsuz olmayı” öğretir. Yani bizi mutlu ya da mutsuz eden sadece yaşadığımız olaylar, başımıza gelen iyi ya da kötü şeyler değildir. Olaylar geçer gider ama sürekli bizimle kalan duygu değişmez.
Hayatımızda bizi sevindirecek bir gelişme olmadığı halde sabah uyandığımızda hayata yaşama sevinciyle başlayabiliyor, “oh çok şükür” diyebiliyorsak, mutluyuz demektir.
Kararlarımızda suçluluk duygusu ne kadar etkin?
Suçluluk duygularıyla küçük yaşta, en çok da annelerimiz yoluyla tanışır ve kendimizi suçlu hissetmeyi öğreniriz. Son derece evrensel bir duygudur. Sadece yaptıklarımızdan değil, düşündüklerimizden bile suçluluk hissedebiliriz. Aldığımız pek çok karara suçluluk duygusunun gölgesi düşer.
Her gün bir kadının öldürüldüğü topraklardayız. İstanbul antlaşması fesh edildi. Kadına şiddet günbegün artıyor. Neler söylemek istersiniz bu konuya dair
İstanbul antlaşması yürürlükteyken de ülkemizde her gün kadınlar öldürülüyordu ancak bu antlaşmanın fesh edilmesi biz kadınları çok olumsuz etkiledi. Sanki devlet elini kadınların üstünden çekiverdi gibi bir duyguya kapıldık. Şu andaki yasalar zaten kadınları yeteri kadar korumuyor. Kadın ne yapsa öldürülmekten kurtulamıyor. Yaptığı yasal başvurular hiçbir işe yaramıyor. Öldürülen kadınların bir kısmı bu yollara başvurmuş zaten.
Kadınların şikayetlerinin çok daha ciddiye alınması gerekiyor. Erkekler, kadınlara şiddet göstermekten korkmuyor. Bunu yaparken ciddi bir suç işlediğini fark etmiyor, hissetmiyor. Devlet yeni yasalarla bu korkuyu kadına şiddet gösteren erkeklere hissettirmelidir. Bunu ancak devletler yapabilir.
Bu arada çocuklara aileleri tarafından gösterilen şiddet de bir an önce kamuoyu tarafından fark edilmeli ve bu konuda da ciddi tedbirler alınmalıdır. Hayvan haklarının konuşulduğu bir ülke haline geldik. Bunu da uygarlık anlamında çok önemli bir gelişme olarak görüyorum ama çocuklara gösterilen şiddet gözlerden kaçmamalı. Ben bütün kitaplarımda ve televizyon dizilerinde bunun altını çizmeye çalışıyorum. Çocukken yaşadıklarımız bizim kaderimizi belirliyor. Çocukluğunda şiddet gören kişiler şiddeti göstermeye de şiddet görmeye de daha fazla meyilli oluyorlar.
Devlet bu konularda şiddete meyilli insanların bir an önce peşine düşmeli ve onlar için özel tedavi programları hazırlanmalıdır. Bir insan bir kere şiddet gösterdiyse, bunu tekrar yapma ihtimali çok yüksektir.
Bunca kadın vahşice öldürülürken bu konuda hiçbir adım atılmamasına inanmak istemiyor insan. Üstelik mecliste az da olsa kadın milletvekilleri varken…
İnsanların kaderi geçmişte yaşadıklarına bağlı diyorsunuz. Geçmişten ders alarak geleceği yani kaderimizi şekillendiremez miyiz? Sonuçta kaderimizi seçimlerimiz belirlemiyor mu?
Sorunun cevabını zaten sorunun içinde vermişsiniz. Kaderimizi seçimlerimiz belirliyor ve bize o seçimleri de geçmişte yaşadıklarımız yaptırıyor. Bizler hayatı doğduğumuz evlerde öğreniriz. Doğrular yanlışlar, ayıplar günahlar, tepkiler tepkisizlikler, bağırmalar susmalar, öfkeler sinmeler, acılar sevinçler. Yeni doğan bir bebeğin zihni çok donanımlı bir bilgisayar gibidir ve hızla öğrenmeye programlıdır. İlk 7 yaşa kadar bilgisayar temel bilgileri kaydeder, 15 yaşa kadar bunları doğrular ve bizler işte o programda ne varsa o doğrultuda yaşar ve öyle hissederiz.
Huzurlu ya da kaygılı biri olmamızı bile, annelerimizle ile kurduğumuz o ilk ilişkilerimiz belirler.
Eşlerimizi seçerken de bilgisayar devrededir ve alışkın olduğumuz duygular devreye girer. Bize ya doğduğumuz evlerde en çok yaşadığımız duyguyu yaşatacak olanı, ya da bunun tam tersini seçtirir. Yani kendi irademizle aldığımız kararları bile bilinçdışına kayıtlı bilgiler doğrultusunda alırız.
Hayri, Nalan, Türkan ve Laz kızı… Hayri gerçekte kendini mi yoksa kadınları mı aldatıyor?
Hayri karakteri tam olarak içimizden birini temsil ediyor ve bence çok gerçek bir karakter. Toplumumuz Hayrilerle dolu. Zaten kitaba aldığım karakterlerin içimizden biri olmasına çok özen gösteriyorum. Hayri’yi iyi tanır, iyi anlarsak, çevremizdeki Hayrileri de anlama şansımız olur.
Hayri aslında ne kadınları aldatıyor, ne de kendini. O içinden geldiği gibi, doğduğu evde öğrendiklerini ve özlemlerini olduğu gibi hayata akıtıyor. Kimseyi terk etmek, aldatmak gibi bir niyeti yok. O hepsini seviyor ve hiç biri onu terk etmesin istiyor. Çok istese de kadınlarla empati yapamıyor, onların acılarını anlamıyor ya da anlamak istemiyor.
Dışardan baktığımızda ise Hayri hem kendini hem de kadınları aldatıyor.
Nalan özel bir kadın. Ama esas etkilendiğim karakter Türkan. Bize hayatın görmediğimiz bir yüzünü gösteriyor sanki. Bu durumda Türkan’ın bu şekilde davranmasının altında yatan neden nedir? Saflık mı? Akıllılık mı?
Türkan bence de toplumda var olan karakterlerden biri. Onun tek hedefi çocuklarıyla birlikte duruma uyum sağlayarak eşini yani Hayri’yi kaybetmemek. Bunun adı ne saflık, ne de akıllılık… Yokluğu, sahipsizliği, acıyı doğduğunuz evler size öğrettiyse hayata karşı daha dayanıklı oluyorsunuz. İlk darbede çekip gitmenin bedelini önceden iliklerinize kadar hissedebiliyorsunuz.
İnsanların hayata uyum yapabilme derecesi, kişinin zeka seviyesinin en önemli ölçütlerinden biridir.
Bence de bu hikayenin görünmez kahramanı Türkan. Bunu siz de iyi tespit etmişsiniz.
Kitapların senaryolaştırması genelde çok zordur ve yazarlar haklı olarak çok da tatmin olmazlar. Senaryolara ne kadar dahilsiniz ve sonuç sizi memnun ediyor mu?
Dizi olan kitaplarımın senaryolarına olabildiği kadar dahil olmaya gayret ediyorum. Zaten benim onayımdan geçmeden yayınlanmıyor ancak senaryo yazmak çok farklı bir sanat dalıymış. Senaristlerin işi gerçekten çok zor. Ben onlara köstek olmak yerine, elimden geldiğince destek olmaya çalışıyorum.
Dizilerde benim asıl hedefim seyirciye doğru mesajları verebilmek ancak öncelikle diziyi beğenip izleyecekler ki, ben bu mesajları onlara iletebileyim. Şu ana kadar işinin ehli, çok iyi senaristlerle çalıştık. Ve benim amacım insanları bu diziler aracılığıyla şiddetten uzaklaştırıp sevgiye, barışa, paylaşmaya, yakınlarıyla empati yapmaya, kendileriyle barışmaya doğru yönlendirebilmek.
Hatta en büyük hayallerimden birini de sizinle paylaşmak isterim. Benim kitaplarımdan televizyona uyarlanan dizilerin ekrana geldiği akşamlar, o evlerde hiç kavga, küslük, dargınlık olmasın ve insanlar televizyonlarını kapatıp yatmaya huzurla, içleri sevgi dolarak gitsinler.
Şiddet kadar depresyonunda çok arttığı bir dönemdeyiz. Bunu önlemenin ya da değiştirmenin bir yolu var mı?
Depresyon artmasın da ne yapsın? Dünyanın haline baksanıza… Pandemi bir yandan, pandemiye bağlı artan işsizlik ve yoksulluk bir yandan, şiddetin her türlüsü bir yandan…
Dünyamız zor bir dönem geçiriyor ve bizler de bu karanlık döneme hep birlikte tanıklık ediyoruz. Sadece sosyal ilişkilerin sonlanması, işe gidememe, günlük rutin aktivitelerin değişmesi bile ciddi depresyon nedenidir. Ve şimdilik bu konuda dünyanın elinden başkaca bir şey gelmiyor. Üstelik süreç giderek uzuyor ve hiçbir şey iyiye gitmiyor.
Bu konuda bir tek iyi şey söyleyebilirim.
Depresyon diğer bedensel hastalıklar gibi savaşlar gibi çok özel durumlarda hafifler ya da durur. Asıl depresyonları pandemi sonrasında göreceğiz.
Kederimizle vedalaşmadan ya da yas sürecimizi tamamlamadan aydınlık günlere ulaşmak çok mümkün değil sanki. Ne dersiniz?
Yas, belli bir süre tutulması gereken bir süreçtir. Kayıplarımızdan sonra hiçbir şey olmamış gibi hayatımıza devam etmek, biz insanların zihin yapısına aykırıdır. Biz kendimize ya da çevremize bunu hissettirmesek de, zihnimiz bunun acısını yaşamak ister.
Yaşanamayan yaslar, sonradan bedensel hastalıklar olarak da ortaya çıkabilirler. Ancak bu sürecin çok uzaması da ruhsal bir hastalık oluştuğu anlamına gelir.
En Çok Okunan Haberler
- Erdoğan belayı satın aldı
- Protesto eden yurttaşlara polis müdahalesi!
- ‘Kar leoparı’ neden cezaevinde
- Ünlü kebapçının kardeşi 20. kattan aşağı düştü!
- Kayyum belediyeyi kapattı!
- Trabzonspor'da ayrılık!
- Elazığspor'dan maça çıkmama kararı!
- Ali Koç'tan çok sert Kayserispor açıklaması!
- Al Nassr'dan Talisca açıklaması!
- Yetki kısıtlayan teklif komisyondan geçti