Gece ormanları, cadılar ve kadınlar
British Council’ın, zaman ve mekandan bağımsız bir sanat deneyimi sunan "Duvarları Olmayan Müze" dijital sanat platformunun üçüncü sergisi "Cadılarla Dans Etmek" online erişimle ziyaretçilerini bekliyor. British Council Türkiye Sanat Müdürü Su Başbuğu ve sergi küratörü Mine Kaplangı'yla sanat ve erişilebilirlik, bir sanat alanı olarak dijitalin kullanılması ve cadıları konuştuk.
(CANAN / Gece, 2014)
Küratör Mine Kaplangı’nın, "Kadın" teması üzerinden yola çıkarak geliştirdiği sergi, bir cadı/kadın olmanın güç sembolü olarak değerlendirilmesine odaklanıyor ve özellikle İngiliz edebiyatının kadınların hak ve eşitlik arayışlarına öncülük eden eserlerinden ilham alıyor.
Sergide, British Council Koleksiyonu’ndan seçilen Batı sanat tarihi yazımında kadınların gizli rollerinin ve gizlenmiş, üstü örtülmüş izlerinin altını çizen eserlerle, Türkiye’den çağdaş sanatçıların eserleri bir arada yer alıyor. Mitler ve Hikayeler, Ritüeller ve Semboller, Aşinalar ve Doğa ile Protreler adlı dört gizemli odadan oluşan sergi; gece ormanda yürürken dikkatlice dinlerseniz uzaktan duyabileceğiniz tekerlemelere, tekrarın ve ritüellerin gücüne, balta girmemiş ormanların ve korulukların gece bekçilerine, sırlarını ve büyülerini beraberinde taşıyan kadınlara adanıyor.
Üç yıldır 'Duvarları Olmayan Müze' başlığı altında dijital sergi anlayışını insanlarla buluşturuyorsunuz. Sanata erişimi herkes için eşit kılmak ve yeni izleyici kazanmak açısından önemli bir dönüşüm bu, üç ayrı serginin ardından gözlemlerinizi paylaşır mısınız?
Su Başbuğu: Yola çıkarken amacımız görsel sanatları, müzelerin veya galerin dört duvarından çıkarıp, hatta İstanbul Avrupa Yakası’ndan çıkarıp, herkesin bir tıkla ulaşabileceği yeni bir platforma taşımaktı. Kağıt üzerinde planlanırken aslında çok da zor olmayacağını düşünmüştük. Ancak dijital size çok farklı imkanlar sunuyor, yeni bakış açıları öneriyor ve bir yandan da daha evvel düşünmediğiniz kısıtlamalar da getiriyor. O yüzden ilk günden beri sürekli yeni bir şeyler öğrendiğimiz bir deneyim oldu. Üç sergiyi ziyaret ettiğinizde, üçünün de birbirinden çok farklı olduğunu göreceksiniz. Üç bambaşka sergi mekanı. Üç bambaşka yaklaşım. Üç bambaşka içerik. Elif Kamışlı ile ilk sergiyi yaparken, hepimiz için yeni bir serüvendi. Hem küratör, hem dijital ajans, hem de bizim açımızdan. Mesela o sergi gerçekte var olabilecek bir mekanın dijitalde yaratılması üzerinden kurgulandı. Ulya Soley’in küratörlüğünü yaptığı Tanışıyor muyuz? sergisi ise tamamen o mekan algısını kırmak, mekansızlaşmak üzerine dururken, Mine Kaplangı ile yaptığımız son sergimiz ise tamamen bir konsepte paralel bir atmosfer yaratma üzerine gelişti. Bütün sergiler için seyirci ile bir araya gelmeye, seyircinin tepkisini ölçmeye ve yorumlarını dinlemeye çalıştık. Başta amaçladığımız hedeflere ulaştığımızı gördük
Sergi, Türkiye’nin her yerinden ve hatta dünyanın çok ülkesinden ziyaret edildi. Ziyaretçiler, eserlerle etkileşime geçtiler. Her sene serginin küratörünü seçerken bir açık çağrı yapıyoruz. İlk sene İstanbul’da yaşayan 20 kişinin başvurduğu çağrıya, bu sene Türkiye’nin 6 ilinden ve yurt dışından 50 küsur başvuru oldu. Seyirci sayımız ve dijital serginin bilinirliği her sene ciddi şekilde yükseldi.
Sanatın dijitale taşınması klasik sergi deneyimiyle kıyaslandığında erişilebilirlik olanağının daha fazla olduğu bir alan sağlıyor. Bu kıyasa dair siz neler söylersiniz?
S.B. : Sanatın dijitalde olması elbette özellikle bu teknoloji ve cep telefonu çağında onu erişilebilir kılan noktalardan biri. Ancak aslında herkese eşit erişim hakkı sunmak sadece dijital bir platform yaratarak olmuyor. İçeriğin de erişilebilir olması gerekiyor. Bizim açımızdan erişilebilir olmak ortak bir dil, ortak bir platform, ortak bir deneyim yaratmaktan geçiyor. İlk kez sergi gezecek birine, karmaşık, yabancı ve o dört duvarın içinden seslenen bir dijital sergi sunarsanız, o ziyaretçi o siteyi 30 saniye geçmeden kapar ve bir daha da açmaz. Dolayısıyla hem teknik altyapıyı geliştirmek hem de görselliği ve kullanılan dili erişilebilir kılmak gerekiyor. Biz bu sergimizde erişilebilirliği her yönden ele alabilmek adına bu konuda uzman bir danışmanla, Erol Taşgın ile birlikte çalıştık. Hem bilgisayar hem de mobilden sitemizin tüm kullanıcılara erişilebilir olması için geliştirmeler yaptık. Teknik olarak sunduğumuz olanaklar arasında sitenin her tür program ve bilgisayar/telefon ile ulaşılabilir olması, özellikle görme engellilerin veya az görenlerin kullandığı programlarla uyumlu olması, sergide yer alan bütün metinlerin işaret diline tercüme edilmiş olması ve bütün eserlerin profesyoneller tarafından betimlenmesi bulunuyor. Ancak yukarıda da bahsettiğim gibi, o dört duvarın insanların üzerinde yarattığı çekingenliğini kırmak istiyorsak bunu, elbette içeriğe müdahale etmeden görsel olarak da yapmalıyız, metinsel olarak da. Tüm bunlar da ciddi bir mesai ve ekonomik model üzerine kuruluyor. Dijitalin bize burada sunduğu şey, reel bir sergi mekanıyla kıyaslanınca, sonucu daha kolaylıkla kitlelerle yayma imkanı. Ancak sergi mekanları da bahsettiğim bu araçları ve vizyonu kendi işlerine ve mekanlarına yansıtabilirler, yansıtmalıdırlar. Ancak o yolla daha kapsayıcı ve erişilebilir hale gelebilirler.
Eserleri dijitale aktarırken nasıl bir yol izliyorsunuz?
S.B: British Council Koleksiyonu’ndan ödünç aldığımız işlerin yüzde 80’i dijital ortama aktarılmış durumda. Bu sene ilk kez Türkiye’den sanatçılara yer verdik, onların da arşivleri dijitaleştirilmişti, o yüzden bu sene eserleri dijitale aktarma konusunda bir sıkıntı çekmedik diyebiliriz. İlk iki yılda seçkilerimizde heykeller vardı. Geçen Gece Bir Rüya Gördüm sergisinde Elif Kamışlı, Richard Long’un “İlkbahar Çemberi” adlı eserine yer vermek istedi. Eser, sanatçının yürüyüşleri sırasında topladığı büyük taşlardan oluşturduğu 3 metre çapında bir daire yerleştirmesiydi. Eserin dijital kopyası yoktu ve eseri kurup fotoğraf çekmek imkansız olacaktı. Elif bunun üzerine Long’a bir mektup yazdı, projeyi ve sergisini anlattı ve eseri üç boyutlu olarak modelleme izni istedi. 10 gün sonra Long’dan yardımcı olmak istediğini belirten bir cevap geldi. Sonrasında yazışmalar, örnek paylaşımları ve tasarım ajansının özenli çalışmasıyla Long kabul etti ve eserin 3 boyutlu modelini kullandık.
'Ormanların derinliklerinde neler olabileceğine dair merakımız hâlâ sönmedi'
Mitler ve Hikayeler, Ritüeller ve Semboller, Aşinalar ve Doğa ile Protreler adlı dört gizemli odayla karşılaşacağınız sergide Aubrey Hammond'un 1920 civarı üretilmiş "Bolshewitches" adlı eserinden, CANAN'ın 2014 yılında ürettiği "Gece" adlı eserine kadar farklı tarihlerden ve kültürden sanatçıyla buluşacaksınız.
Bu yılki sergide British Council sanat koleksiyonundan birçok yabancı sanatçının yanında Türkiye'den sanatçıların eserlerine de yer verdiniz. Birbirlerinden çok farklı tarihlerde, farklı kültürlerde üretilmiş bu eserleri bir araya getiren nedir?
M.K : Duvarları Olmayan Müze projesinde bu sene ilk defa sergiye koleksiyon dışından eserleri davet etme şansı tanındı. Sergi metninde de özellikle belirtmek istediğim bir konu, sergi temasının aslında farklı coğrafyalardan da okunabileceği ve sınırlarının çok daha geniş olduğu idi. Bu nedenle,Türkiye'den sanatçıların eserlerini davet ederken öncelikle bu konuya dikkat etmek istedim. Öte yandan cadılık tarihinin ve cadının bir nicelik olarak çağdaş sanata etkileri, gerek semboller gerek tema olarak ilgi duyarak incelediğim bir konu. Türkiye'den tüm sanatçıların da eserlerinin bu alanda tekrar yorumlanabilecek, ana temaya hem eleştirel yaklaşan hem de alt metinlerini besleyen, başka açılardan irdeleyen eserler olduğunu düşündüm. Zaman üzerinden ilerlersek, aslında koleksiyonda da bu çeşitliliği görebilmemiz mümkün. Öte yandan serginin en eski tarihli eseri, Tate Collection'dan izin alarak sergilediğimiz William Blake'in 1795 tarihli Enitharmonun Mutluluk Gecesi (eski ismiyle Büyü Tanrıçası) adlı eseriyken, koleksiyondan seçtiğim eserler arasında 1920'lerden 2015 yılına kadar geçen sürede üretilmiş farklı eserler de bulunuyor. Elbette Türkiye'den sanatçıların eserlerini seçerken özellikle konuya daha güncel pratiklerden yaklaşmış olan eserleri seçmeye çalıştım, bir açıdan hem eserlerin öne çıkardıkları konular itibariyle sınırları biraz olsun genişletmek, hem de farklı okumalara yer verebilmek adına.
Ortaçağ'da bilge kadına duyulan öfkeyle ortaya çıkar kadının cadılaştırılması ve cadı avı; kadını odağına alarak oluşturduğunuz sergi nereden kuruyor kadın ve cadı ilişkisini?
Mine Kaplangı: “Kadın” teması, British Council'in Duvarları Olmayan Müze projesi için yapmış olduğu açık çağrıda yer alıyordu. Ben de öncelikli olarak koleksiyon üzerinde “kadın” temalı bir sergi yapmanın problematik olacağını düşünüyordum. Bu nedenle aslında koleksiyona bir soru ile yaklaşmak istedim. Hali hazırda cadılık tarihi, cadıların dünya tarihindeki yerleri ve farklı betimlemeleri ve tüm bu tarihin, hikayelerin ve mitlerin edebiyat ve sanata olan etkileri üzerine araştırma yapmak istediğim bir süreçte karşıma çıktı bu açık çağrı. Dolayısıyla, ben de bu soru ile koleksiyona yaklaştım. Elbette ki koleksiyon İngiltere odaklı, bu nedenle de süreç içerisinde daha çok Orta ve Kuzey Avrupa, özellikle de İngiltere tarihinde cadı mahkemelerini, idamlarını, cadı temsillerini incelemeye çalıştım. 18 yüzyıla kadar devam eden bu dönemin elbette ki edebiyata ve sanata dolaylı ya da dolambaçlı etkileri olmuştu. Sergi de özellikle bu baş kaldırışın, bir cadı/kadın olmanın nasıl bir güç sembolü olabileceğine yönelik sorgulamalar yapıyor. Neden bu dönemde özellikle ve sistematik olarak çoğunluğu kadın olan bu cadılar toplumun gözleri önünde öldürüldüler, işkence gördüler, yakıldılar? Elbette sadece Ortaçağ'da da değiş süregelen devam eden ve etkilerini şiddetle hissettiğimiz bir baskıdan bahsediyoruz. Konu oldukça katmanlı, dolayısıyla ben de araştırmaya devam ediyorum.
Serginin küratörü olarak sizin kadınlık ve cadılıkla bağınız nasıl? Dört gizemli odayı tasarlarken bu bağın nasıl etkileri oldu?
M.K.: 2015 yılında Naz Cuguoğlu ile birlikte kurduğumuz Kolektif Çukurcuma adlı küratöryel bir kolektifin kurucu üyesiyim. Belirli bir süredir yaptığımız tüm araştırmalarda ve sergilerde özellikle kolektif üretime ve düşünmeye önem veriyoruz. Bu süreçte de kolektif üzerinden özellikle çağdaş sanat alanında temsil konusu üzerine çok düşündük. Bence bu tartışmaların da Cadılarla Dans Etmek sergisini derinden etkilediğini düşünüyorum. Sadece (sanat) tarih yazımında değil ama günümüzde Batı sanat akımlarında, kurumlarında, etkinliklerinde ve yazımlarında görünmez olanların temsili üzerine çalışmalıyız. Bu kategoriye sadece cadı ya da kadın girmemekte ama bu konunun üzerine düşünmek başka bir çok kapı açtı bizlere ve dolayısıyla benim araştırmama. Hataya yer vermeyen, fazla temiz, çeşitlilikten korkan, beyaz erkek egemen bir tarih ve sanat tarihi yazımından bahsediyoruz. Elbette ki içine cadıları koymak isteyeceğim, cadılık tarihinin bir çok açıdan bu konuya baş kaldırabilecek kadar güçlü yanları olduğunu düşünüyorum. Öte yandan evet, ilk sorunuzun cevabı olarak ben de korku hikayeleri dinleyerek büyüdüm. Ailemin farklı ülkelerden, kültürlerden gelen bir çok üyesi olduğu için sanırım farklı dillerden, mitlerden masalları dinleyerek, merak ederek büyüdüm… O yüzden kişisel bir bağım var her zaman. Neden hep kadın olarak betimlenmişti cadılar? Ne gibi güçleri vardı ki herkes onlardan korkuyordu? Ormanların derinliklerinde neler olabileceğine dair merakımız hala sönmedi sanırım.
Günümüzde 'cadı avı'nın hâlâ devam ettiğini söylemek mübalağa olmayacaktır, serginizi gören görmeyen kadınlara neler söylemek istersiniz?
M. K. : Sanırım cadı avları için sergilerden çok daha fazlasını yapmamız gerekli ama en azından ziyaretçilere hayal kurabilecekleri ve tartışabilecekleri bir kaç dakikalık bir deneyim sunabildiysek ne mutlu bizlere. Tüm eleştiri ve önerilere açığız, diledikleri gibi serginin ana menüsü üzerinden sergi anketini doldurarak bizlerle fikirlerini paylaşabilirler. Ne kadar farklı şekillerde var olabileceklerini unutmasınlar demek isterim sadece, tüm kısıtlamalara ve sınırlamalara baş kaldırabilecek kadar güçlüyüz.
Küratör Mine Kaplangı’nın, "Kadın" teması üzerinden yola çıkarak geliştirdiği sergi, bir cadı/kadın olmanın güç sembolü olarak değerlendirilmesine odaklanıyor ve özellikle İngiliz edebiyatının kadınların hak ve eşitlik arayışlarına öncülük eden eserlerinden ilham alıyor.
Sergide, British Council Koleksiyonu’ndan seçilen Batı sanat tarihi yazımında kadınların gizli rollerinin ve gizlenmiş, üstü örtülmüş izlerinin altını çizen eserlerle, Türkiye’den çağdaş sanatçıların eserleri bir arada yer alıyor. Mitler ve Hikayeler, Ritüeller ve Semboller, Aşinalar ve Doğa ile Protreler adlı dört gizemli odadan oluşan sergi; gece ormanda yürürken dikkatlice dinlerseniz uzaktan duyabileceğiniz tekerlemelere, tekrarın ve ritüellerin gücüne, balta girmemiş ormanların ve korulukların gece bekçilerine, sırlarını ve büyülerini beraberinde taşıyan kadınlara adanıyor.
Üç yıldır 'Duvarları Olmayan Müze' başlığı altında dijital sergi anlayışını insanlarla buluşturuyorsunuz. Sanata erişimi herkes için eşit kılmak ve yeni izleyici kazanmak açısından önemli bir dönüşüm bu, üç ayrı serginin ardından gözlemlerinizi paylaşır mısınız?
Su Başbuğu: Yola çıkarken amacımız görsel sanatları, müzelerin veya galerin dört duvarından çıkarıp, hatta İstanbul Avrupa Yakası’ndan çıkarıp, herkesin bir tıkla ulaşabileceği yeni bir platforma taşımaktı. Kağıt üzerinde planlanırken aslında çok da zor olmayacağını düşünmüştük. Ancak dijital size çok farklı imkanlar sunuyor, yeni bakış açıları öneriyor ve bir yandan da daha evvel düşünmediğiniz kısıtlamalar da getiriyor. O yüzden ilk günden beri sürekli yeni bir şeyler öğrendiğimiz bir deneyim oldu. Üç sergiyi ziyaret ettiğinizde, üçünün de birbirinden çok farklı olduğunu göreceksiniz. Üç bambaşka sergi mekanı. Üç bambaşka yaklaşım. Üç bambaşka içerik. Elif Kamışlı ile ilk sergiyi yaparken, hepimiz için yeni bir serüvendi. Hem küratör, hem dijital ajans, hem de bizim açımızdan. Mesela o sergi gerçekte var olabilecek bir mekanın dijitalde yaratılması üzerinden kurgulandı. Ulya Soley’in küratörlüğünü yaptığı Tanışıyor muyuz? sergisi ise tamamen o mekan algısını kırmak, mekansızlaşmak üzerine dururken, Mine Kaplangı ile yaptığımız son sergimiz ise tamamen bir konsepte paralel bir atmosfer yaratma üzerine gelişti. Bütün sergiler için seyirci ile bir araya gelmeye, seyircinin tepkisini ölçmeye ve yorumlarını dinlemeye çalıştık. Başta amaçladığımız hedeflere ulaştığımızı gördük
Sergi, Türkiye’nin her yerinden ve hatta dünyanın çok ülkesinden ziyaret edildi. Ziyaretçiler, eserlerle etkileşime geçtiler. Her sene serginin küratörünü seçerken bir açık çağrı yapıyoruz. İlk sene İstanbul’da yaşayan 20 kişinin başvurduğu çağrıya, bu sene Türkiye’nin 6 ilinden ve yurt dışından 50 küsur başvuru oldu. Seyirci sayımız ve dijital serginin bilinirliği her sene ciddi şekilde yükseldi.
Sanatın dijitale taşınması klasik sergi deneyimiyle kıyaslandığında erişilebilirlik olanağının daha fazla olduğu bir alan sağlıyor. Bu kıyasa dair siz neler söylersiniz?
S.B. : Sanatın dijitalde olması elbette özellikle bu teknoloji ve cep telefonu çağında onu erişilebilir kılan noktalardan biri. Ancak aslında herkese eşit erişim hakkı sunmak sadece dijital bir platform yaratarak olmuyor. İçeriğin de erişilebilir olması gerekiyor. Bizim açımızdan erişilebilir olmak ortak bir dil, ortak bir platform, ortak bir deneyim yaratmaktan geçiyor. İlk kez sergi gezecek birine, karmaşık, yabancı ve o dört duvarın içinden seslenen bir dijital sergi sunarsanız, o ziyaretçi o siteyi 30 saniye geçmeden kapar ve bir daha da açmaz. Dolayısıyla hem teknik altyapıyı geliştirmek hem de görselliği ve kullanılan dili erişilebilir kılmak gerekiyor. Biz bu sergimizde erişilebilirliği her yönden ele alabilmek adına bu konuda uzman bir danışmanla, Erol Taşgın ile birlikte çalıştık. Hem bilgisayar hem de mobilden sitemizin tüm kullanıcılara erişilebilir olması için geliştirmeler yaptık. Teknik olarak sunduğumuz olanaklar arasında sitenin her tür program ve bilgisayar/telefon ile ulaşılabilir olması, özellikle görme engellilerin veya az görenlerin kullandığı programlarla uyumlu olması, sergide yer alan bütün metinlerin işaret diline tercüme edilmiş olması ve bütün eserlerin profesyoneller tarafından betimlenmesi bulunuyor. Ancak yukarıda da bahsettiğim gibi, o dört duvarın insanların üzerinde yarattığı çekingenliğini kırmak istiyorsak bunu, elbette içeriğe müdahale etmeden görsel olarak da yapmalıyız, metinsel olarak da. Tüm bunlar da ciddi bir mesai ve ekonomik model üzerine kuruluyor. Dijitalin bize burada sunduğu şey, reel bir sergi mekanıyla kıyaslanınca, sonucu daha kolaylıkla kitlelerle yayma imkanı. Ancak sergi mekanları da bahsettiğim bu araçları ve vizyonu kendi işlerine ve mekanlarına yansıtabilirler, yansıtmalıdırlar. Ancak o yolla daha kapsayıcı ve erişilebilir hale gelebilirler.
Eserleri dijitale aktarırken nasıl bir yol izliyorsunuz?
S.B: British Council Koleksiyonu’ndan ödünç aldığımız işlerin yüzde 80’i dijital ortama aktarılmış durumda. Bu sene ilk kez Türkiye’den sanatçılara yer verdik, onların da arşivleri dijitaleştirilmişti, o yüzden bu sene eserleri dijitale aktarma konusunda bir sıkıntı çekmedik diyebiliriz. İlk iki yılda seçkilerimizde heykeller vardı. Geçen Gece Bir Rüya Gördüm sergisinde Elif Kamışlı, Richard Long’un “İlkbahar Çemberi” adlı eserine yer vermek istedi. Eser, sanatçının yürüyüşleri sırasında topladığı büyük taşlardan oluşturduğu 3 metre çapında bir daire yerleştirmesiydi. Eserin dijital kopyası yoktu ve eseri kurup fotoğraf çekmek imkansız olacaktı. Elif bunun üzerine Long’a bir mektup yazdı, projeyi ve sergisini anlattı ve eseri üç boyutlu olarak modelleme izni istedi. 10 gün sonra Long’dan yardımcı olmak istediğini belirten bir cevap geldi. Sonrasında yazışmalar, örnek paylaşımları ve tasarım ajansının özenli çalışmasıyla Long kabul etti ve eserin 3 boyutlu modelini kullandık.
'Ormanların derinliklerinde neler olabileceğine dair merakımız hâlâ sönmedi'
Mitler ve Hikayeler, Ritüeller ve Semboller, Aşinalar ve Doğa ile Protreler adlı dört gizemli odayla karşılaşacağınız sergide Aubrey Hammond'un 1920 civarı üretilmiş "Bolshewitches" adlı eserinden, CANAN'ın 2014 yılında ürettiği "Gece" adlı eserine kadar farklı tarihlerden ve kültürden sanatçıyla buluşacaksınız.
Bu yılki sergide British Council sanat koleksiyonundan birçok yabancı sanatçının yanında Türkiye'den sanatçıların eserlerine de yer verdiniz. Birbirlerinden çok farklı tarihlerde, farklı kültürlerde üretilmiş bu eserleri bir araya getiren nedir?
M.K : Duvarları Olmayan Müze projesinde bu sene ilk defa sergiye koleksiyon dışından eserleri davet etme şansı tanındı. Sergi metninde de özellikle belirtmek istediğim bir konu, sergi temasının aslında farklı coğrafyalardan da okunabileceği ve sınırlarının çok daha geniş olduğu idi. Bu nedenle,Türkiye'den sanatçıların eserlerini davet ederken öncelikle bu konuya dikkat etmek istedim. Öte yandan cadılık tarihinin ve cadının bir nicelik olarak çağdaş sanata etkileri, gerek semboller gerek tema olarak ilgi duyarak incelediğim bir konu. Türkiye'den tüm sanatçıların da eserlerinin bu alanda tekrar yorumlanabilecek, ana temaya hem eleştirel yaklaşan hem de alt metinlerini besleyen, başka açılardan irdeleyen eserler olduğunu düşündüm. Zaman üzerinden ilerlersek, aslında koleksiyonda da bu çeşitliliği görebilmemiz mümkün. Öte yandan serginin en eski tarihli eseri, Tate Collection'dan izin alarak sergilediğimiz William Blake'in 1795 tarihli Enitharmonun Mutluluk Gecesi (eski ismiyle Büyü Tanrıçası) adlı eseriyken, koleksiyondan seçtiğim eserler arasında 1920'lerden 2015 yılına kadar geçen sürede üretilmiş farklı eserler de bulunuyor. Elbette Türkiye'den sanatçıların eserlerini seçerken özellikle konuya daha güncel pratiklerden yaklaşmış olan eserleri seçmeye çalıştım, bir açıdan hem eserlerin öne çıkardıkları konular itibariyle sınırları biraz olsun genişletmek, hem de farklı okumalara yer verebilmek adına.
Ortaçağ'da bilge kadına duyulan öfkeyle ortaya çıkar kadının cadılaştırılması ve cadı avı; kadını odağına alarak oluşturduğunuz sergi nereden kuruyor kadın ve cadı ilişkisini?
Mine Kaplangı: “Kadın” teması, British Council'in Duvarları Olmayan Müze projesi için yapmış olduğu açık çağrıda yer alıyordu. Ben de öncelikli olarak koleksiyon üzerinde “kadın” temalı bir sergi yapmanın problematik olacağını düşünüyordum. Bu nedenle aslında koleksiyona bir soru ile yaklaşmak istedim. Hali hazırda cadılık tarihi, cadıların dünya tarihindeki yerleri ve farklı betimlemeleri ve tüm bu tarihin, hikayelerin ve mitlerin edebiyat ve sanata olan etkileri üzerine araştırma yapmak istediğim bir süreçte karşıma çıktı bu açık çağrı. Dolayısıyla, ben de bu soru ile koleksiyona yaklaştım. Elbette ki koleksiyon İngiltere odaklı, bu nedenle de süreç içerisinde daha çok Orta ve Kuzey Avrupa, özellikle de İngiltere tarihinde cadı mahkemelerini, idamlarını, cadı temsillerini incelemeye çalıştım. 18 yüzyıla kadar devam eden bu dönemin elbette ki edebiyata ve sanata dolaylı ya da dolambaçlı etkileri olmuştu. Sergi de özellikle bu baş kaldırışın, bir cadı/kadın olmanın nasıl bir güç sembolü olabileceğine yönelik sorgulamalar yapıyor. Neden bu dönemde özellikle ve sistematik olarak çoğunluğu kadın olan bu cadılar toplumun gözleri önünde öldürüldüler, işkence gördüler, yakıldılar? Elbette sadece Ortaçağ'da da değiş süregelen devam eden ve etkilerini şiddetle hissettiğimiz bir baskıdan bahsediyoruz. Konu oldukça katmanlı, dolayısıyla ben de araştırmaya devam ediyorum.
Serginin küratörü olarak sizin kadınlık ve cadılıkla bağınız nasıl? Dört gizemli odayı tasarlarken bu bağın nasıl etkileri oldu?
M.K.: 2015 yılında Naz Cuguoğlu ile birlikte kurduğumuz Kolektif Çukurcuma adlı küratöryel bir kolektifin kurucu üyesiyim. Belirli bir süredir yaptığımız tüm araştırmalarda ve sergilerde özellikle kolektif üretime ve düşünmeye önem veriyoruz. Bu süreçte de kolektif üzerinden özellikle çağdaş sanat alanında temsil konusu üzerine çok düşündük. Bence bu tartışmaların da Cadılarla Dans Etmek sergisini derinden etkilediğini düşünüyorum. Sadece (sanat) tarih yazımında değil ama günümüzde Batı sanat akımlarında, kurumlarında, etkinliklerinde ve yazımlarında görünmez olanların temsili üzerine çalışmalıyız. Bu kategoriye sadece cadı ya da kadın girmemekte ama bu konunun üzerine düşünmek başka bir çok kapı açtı bizlere ve dolayısıyla benim araştırmama. Hataya yer vermeyen, fazla temiz, çeşitlilikten korkan, beyaz erkek egemen bir tarih ve sanat tarihi yazımından bahsediyoruz. Elbette ki içine cadıları koymak isteyeceğim, cadılık tarihinin bir çok açıdan bu konuya baş kaldırabilecek kadar güçlü yanları olduğunu düşünüyorum. Öte yandan evet, ilk sorunuzun cevabı olarak ben de korku hikayeleri dinleyerek büyüdüm. Ailemin farklı ülkelerden, kültürlerden gelen bir çok üyesi olduğu için sanırım farklı dillerden, mitlerden masalları dinleyerek, merak ederek büyüdüm… O yüzden kişisel bir bağım var her zaman. Neden hep kadın olarak betimlenmişti cadılar? Ne gibi güçleri vardı ki herkes onlardan korkuyordu? Ormanların derinliklerinde neler olabileceğine dair merakımız hala sönmedi sanırım.
Günümüzde 'cadı avı'nın hâlâ devam ettiğini söylemek mübalağa olmayacaktır, serginizi gören görmeyen kadınlara neler söylemek istersiniz?
M. K. : Sanırım cadı avları için sergilerden çok daha fazlasını yapmamız gerekli ama en azından ziyaretçilere hayal kurabilecekleri ve tartışabilecekleri bir kaç dakikalık bir deneyim sunabildiysek ne mutlu bizlere. Tüm eleştiri ve önerilere açığız, diledikleri gibi serginin ana menüsü üzerinden sergi anketini doldurarak bizlerle fikirlerini paylaşabilirler. Ne kadar farklı şekillerde var olabileceklerini unutmasınlar demek isterim sadece, tüm kısıtlamalara ve sınırlamalara baş kaldırabilecek kadar güçlüyüz.
(Aubrey Hammond / Bolshewitches, 1920)
En Çok Okunan Haberler
- Barış Atay’dan Özgür Özel'e sert yanıt
- Gaga Bulut'tan skandal pedofili yayını!
- Köyüne dönmek isteyene 5 gebe düve verilecek
- AYM o maddeyi iptal etti, tazminat yolu doğdu
- Rusya'dan, Bakan Fidan'ın Suriye açıklamalarına yanıt
- Bakan Yerlikaya'dan 'kayyum' açıklaması
- Cemal Enginyurt'tan, Soylu'ya büyük taş
- Kürsüde Erdoğan'a çok sert 'İsrail' tepkisi
- Araç satışında yeni dönem: 1 Ocak'ta başlıyor
- Sahte içkiden 17 kişi hayatını kaybetti