Ersin Karabulut, öykü anlatmak için her yolu deniyor!
Çizgi romanları ülke sınırlarını aşıp basılan, onlarca dergide çizip özgün karakterler yaratmış Ersin Karabulut, karınca gibi çalışkanlığıyla üretmeye doymuyor, hedefini sinema ve televizyona odaklamış, karakterlerini ve hikâyelerini orada görmek istiyor. Beklerken sergisini Fransız Enstitüsü’nde gezebilirsiniz.
Ersin Karabulut, bir 9. sanat yolcusu. Anlatacağım. “Seni ne diye tanıtmalıyım” sorusunu sorduğumda, “Çizer” diyor. “Öykü anlatıcısı” diye ekliyor. “Karikatürist değilim” diyor. 24 yıllık bir kariyer, 5-6 dergide, bazen iki dergide birden sürekli bir çalışma içinde. Yoluna devam etmek için gözünü sinemaya dikmiş, senaryo yazmak, film yönetmek istiyor. Çünkü aslında bir zanaatkâr gibi film yapıyor. Nasıl mı? Çizgi roman yaparak! Öykü anlatmayı seviyor ya sinema yapmak ekip ve para gerektiriyorsa, o tek başına yapıyor sinemasını, çizerek!
Çizgi romanları 2016’dan beri Fransa’da da yayımlanıyor, Belçika’da da Fransızca, Brezilya’da Portekizce, Türkçe 8 kitabı var ama sanki Fransa ve Belçika’da Türkiye’dekinden daha çok ilgi çekiyor, çünkü bu iki ülke, çizgi romanı çok sever, basar, yayar, okur. Evet, ben de sizin gibi hemen aklıma geleni soruyorum, ya Japonya? “Çizgi romanların milyonlarla ifade edilen baskı sayılarıyla niye girmedin Japonya’ya?” “Orası ayrı bir dünya, yazı karakterinden balonların yerleştirilmesine kadar farklı ve bizim dünyayla uyuşmuyor” diyor.
ÇOCUKKEN BAŞLADI!
Dönelim Ersin Karabulut’un kariyer yolculuğunun nasıl geliştiğine: Çizmeye, anlatmaya meraklı bütün gençler gibi çok erken başlamış (16 yaşında) karalamaya ve kolunun altındaki çizgileriyle mizah dergilerinin rahlesinden geçmiş. Gırgır, Fırt okuyarak tanıdığı o erkek dünyasının içinde büyümüş, hani hepsinin bir küçük ofiste duman altı olarak espri ve karikatür yaratmak için çalıştığı ortamda. “Pişmiş Kelle” ilk dergisi. “Uykusuz” ise kendi çıkardığı, editörlüğünü yaptığı!
“Penguen” uzun süre çalıştığı. “Sandık İçi”, onun kafasının içi biraz, çok sevdiği köşesi. Sarı siyah çizgili tişörtü, alameti farikası. “Yeraltı Öyküleri”, film yapmak istediği öyküler. Çizgileri, kitap kapakları, bantlarının sergilendiği Fransız Enstitüsü’nün bahçesinde oturup konuşurken saçları hafiften ağarmaya başlamış bu genç adamın arkasında uzun bir yol, önünde daha uzun bir yol olduğunu görüp heyecanını paylaşıyorum, o kadar dolu ki! “Anlatmak istediğim o kadar çok hikâyem var ki kafamda” diyor! Bu ne büyük bir servet. Yazarlar, çizerler, kâğıdın, bilgisayarın başında bir hikâye bulmak için kıvranırken, büyük yetenek ya anlatacağı hikâyesi olsa, çok güzel anlatacak, yazmayı, çizmeyi biliyor çünkü ama o esin perisi gelmiyor, hikâye yok. Ersin Karabulut’ta ise hikâye çok, sandığın içi, çeyizi dolu! Çizecek, anlatacak, filmini çekecek. “Ekiple çalışıyor musun” diye soruyorum. Öyle ya o 16 günde “Lombak Dergisi” için yaptığı, serginin de en karmaşık ve güzel eserlerinden biri olan resim değil, karikatür değil, ne diyeceğimi bilmiyorum, “Panaroma” isimli 9. sanat eseri.
Bir köşeden kafasını çıkarmış kendisi ve arkadaşları dahil o kadar çok ayrıntı var ki içinde, sanki birileri ona yardımcı olsa, gölgeleri, karalamaları, rötuşları yapsa, o da vaktini daha çok yaratmaya harcasa? Düşünmüyor değil. Nasıl çalıştığını merak edenlere Instagram’ında anlatmış: Kurşunkalemle eskiz, çini, yani mürekkepleme, renk, renk katmanları ekleme ve gölgeler, en son da ışıklar. Bunu bir kitaptaki her kare için yaptığınızı düşünün, müthiş bir işçilik!
Zaten yeteneği ve yaratıcılığı olduğu kuşkusuz da onu asıl o yapan, karınca gibi çalışkanlığı, enerjisi! Dumanı çekip yatmıyor! Ya öyküleri? Z kuşağına da hitap eder, sana bana da. Bazen kendi başından geçenleri, bazen kurguladıklarını anlatıyor ama bu ülke öylesine bereketli ki öykü konusunda, çık sokağa dinle, herkesin hayatı roman! Bak üçüncü sayfaya, haberlerin hepsi birer senaryo, sosyal medyayı karıştır, yok yok! Görmeyi, dinlemeyi, anlatmayı becereceksin! Ben onun için çok kızıyorum ya bizde konu yokmuş gibi çekilmiş filmleri adapte etmelerine! Onun için ilk kez tanıştığım Ersin’i çok seviyorum, kafamda o kadar çok hikâyem var dedikçe...
NİYE KADIN YOK?
Hep aklımdakini soruyorum sonunda; “Niye kadın çizer çok yok? Niye o dergiler hep birer erkek kulübü gibi?” Niye sonunda Ramize Erer, “Bayan Yanı’nı çıkardı da orada toplaştılar? Sevmiyor musunuz kadınları?” “Olur mu hiç, çok seviyoruz, kadınların olduğu ortam, güzelleşir, biz de yumuşar, toparlanırız. Ama onlar gelmiyor! Biz istiyoruz, onlar yoklar!” Acaba?
Kitapları İnkilap Kitabevi’nde, sergi Fransız Enstitüsü’nde, 26 Eylül’e kadar. Filmi çekilirse dijitalde!
En Çok Okunan Haberler
- Ünlü ton balığı markalarında 'yasaklı' madde!
- Ünlü peynir markasından 'konkordato' kararı
- Diyanet'in rekor ihalesi 'Cengiz'e verildi
- Demokrat Parti Kurultayı’nda adaylık krizi!
- AKP'nin 'asgari ücret' formülünü duyurdu
- Narin cinayetinde 'demir kapı' ayrıntısı
- Süleyman Soylu 'tarafını' seçti
- Grip nedeniyle hastaneye gitti, hayatının şokunu yaşadı
- Muazzez İlmiye Çığ hayatını kaybetti
- Dünya’nın bütün çöplerini neden Güneş’e fırlatmıyoruz?