Dünyanın bir yeri acıyorsa senin de bir yerin acıyor mu?
“Bugün Bize Kim Geldi”, Sezgin Kaymaz’ın “mektupkardeşim” dediği okurlarıyla yazışmalarından oluşuyor.
Bir kitap okursunuz ve karakterleriyle uzun süre yaşarsınız ya, işte Sezgin Kaymaz’ın gerçek kahramanlarıyla bir süredir beraberim. O kadar naif ve gerçek ki etkilenmemek imkansız. “Bugün Bize Kim Geldi”, yazarın “mektupkardeşim” dediği okurlarıyla yazışmalarından oluşuyor. Kaymaz hayatından an’ları anlatıyor, bizi yer yer güldürüp yer yer de hüzünlendiriyor. Hayatın gerçeklerini de adeta yüzümüze vuruyor. Yeniden baskısı yapılan kitabını konuştuk, bolca dertleştik. İyi ki varsın Sezgin Kaymaz.
- Ülkemiz yanıyor. İçimiz yanıyor. Müthiş bir dayanışma ile çözümler üreterek yangını söndürmeyi başardık. Devletten çok yurttaş sahadaydı. Kimse anlamlandıramıyor. Sizin de eviniz yandı değil mi?
Bizim ev de yandı, evet. Hem de iki sefer. İlkinde sağlamca, ikincisinde yarım yamalak. Bayağı da öğretici, eğitici yangınlardı bunlar. Meselâ, ateşimiz bir iyi harlansa da şöyle alevli diliyle etrafına hoh diye hohlasa, sağımızdaki solumuzdaki karşımızdaki apartmanlar çıra gibi tutuşacaktı. Ama komşularımız balkonlara, pencerelere çıkmış yangının seyrine bakıyor, kimisi de biz hayvanatı kurtaracağız diye kan ter içinde o yana bu yana deli gibi koşarken telefonla video çekiyordu. Bir çekirdek çitlemeleri eksikti. Hadi onlar komşu, biz evde kediyle köpekle yaşıyoruz diye gıcık kapmışlar, "Yanacakları kadar yansınlar da def olup gitsinler güzide mahallemizden." diye heves ediyorlar diyelim, yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmeyen, kuş uçuşu on beş dakikalık mesafede oturan Ömer Faruk'a ne diyeceğiz? O mu koşmalıydı imdadımıza, İstanbul'da yaşayan dostlar mı?
Bu eğitim iyi geldi bize. Bu sayede benzerlikler kurmayı öğrendik.
Misâl: Ormanlarımız yandı gitti değil mi? Kim koşmalıydı evi ocağı yanan vatandaşların, ağacı kovuğu yanan kurdun kuşun imdadına? İstanbul'da yaşayan dostlar mı?
- “Bugün Bize Kim Geldi” tekrar okuyucuyla buluştu. Okurken hem hüzünlendim hem de kahkahalarla güldüm. Sabiş, Hülya ve diğerleri ile birlikte nefes aldım adeta. Okurlarınıza, sizin deyişinizle “mektup kardeşlerinize” anlattığınız gerçekle kurmacanın birbirine geçtiği hikayeler var… Fikir nasıl doğdu?
Aslında hikâye yazarı olma hevesim hiç yoktu. Kendimi oldum olası roman yazarı olarak görüyordum. Fakat zamanla başka bir şeyler çıktı ortaya.
Şöyle anlatayım: Çok sayıda mektupkardeşim var benim. Bana yazan herkesle mektuplaşıyor, ağzımda lâf kalmadığı zaman da bir hikâye yazıyor veya başımdan geçmiş bir olayı hikâyeleştirip mektupkardeşlerimin dostluklarına ve samimiyetlerine mukabele etmeye çalışıyorum. Bu hikâyeler giden posta klasöründe birikiyor doğal olarak. Sonra an geliyor, "Bakayım ne yazmışım?" diye dönüp bakıyorum, hoşuma gidenleri dosyalayıp yayınevine gönderiyorum.
Yani benim hikâye kitaplarımın tamamı mektuplaşmalarımdan doğuyor. "Oturup da bir hikâye kitabı yazayım!" dediğim hiç olmadı, olmuyor, sanırım olmayacak.
- Yaşadığımız yangında gördük ki devlet insan dışında bir canlı tanımıyor. Doğaya karşı büyük suç işleniyor. İnsanlar yerini yurdunu kaybederken hayvanlar canlı canlı ölüyorlar. Çığlıkları hepimizin kulaklarında. Kahredici bir tablo. Mektupdaşlarınıza iç dökseniz ne dersiniz?
Galiba şöyle bir şeyler derdim:
"Bilim, insan vücudunda yüz trilyon civarında hücre olduğunu söyler. De ki, dünya yüzünde yaşayan insan sayısının on üç bin katı nüfusun var senin. O ölçekte hesap edersen, beyin hücrenle böbrek hücren arasındaki mesafe bir milyar ışık yılı falan. Hâl bu iken böbreğin ağrımayagörsün, beyninin aklı başından gider, ne kadar organ, organel, kas, kiriş, hücre, hücre çekirdeği varsa hepsini harekete geçirir: "Çabuk yardıma koşun, böbreğin başı dertte!"
Hiçbir hücre de omuz silkip "Amaan, bana ne yaa, böbrek nere ben nere!" demez. "Hepimiz biriz, bir'den gelir bir'e gideriz." diye felsefe yapmak güzel de, sen bu felsefenin neresindesin, onu sor kendine. Dünyanın bir yeri acıyorsa senin de bir yerin acıyor mu meselâ? Yuvada kalan yavrularını taşıyamayacağını bile bile alevlere pike yapan bıldırcınları, toyları, ardıç kuşlarını, çığlık atarak koşan sırtı tutuşmuş tavşanları, tilkileri, domuzları, çatırdayan, patlayan, cayır cayır yanan ağaçları, kavrulup büzülen bitki örtüsünü, o örtüyü yurt bellemiş nice çaresiz yılanı, solucanı, peygamberdevesini, uçuç böceğini, arıyı, kelebeği hatırına getirdiğin zaman sen de cayır cayır yanabiliyor musun? Bunu sor."
- Satırlarınızdan çok etkilendim. En çok da parmaklarınızı kaybettiğinizi açıkça yazdığınız öykünüze… Her şey insana dair’den yola çıkarsak kibirli tarafınızı keşfedip bu illetten nasıl kurtuldunuz?
Kibir, içinde çok fazla tarif barındıran devâsâ bir kavram, ancak muhakkak ki tariflerden en bilineni şu: "Üzen, ağlatan, acı veren, can yakan, kayıpla sonuçlanan her şeyi başkasından, sevindiren, mutlu eden, güldüren, kazançla sonuçlanan her şeyi kendinden bilme illeti." Parmaklarımı kaybettiren o kaza, bir biçimde Çolağın da devreye girmesiyle içimdeki kibri buldurdu bana. O andan sonra önümde iki yol belirdi: 1. Kafamı çevirip görmemiş gibi yapacaktım, 2: Becerebildiğim kadar hakkından gelecektim. İkinci yolu seçtim.
- Becerebilmiş miyimdir?
Umarım, dilerim, niyaz ederim, ama emin olamam.
- Hayatın size smaç atıp altında ezdiği dönemler oldu mu? Tekrar ayağa kalkmak zor muydu?
Kurt Cobain'in güzel bir sözü var, "Sevinç Kuşları" üçlemesinde alıntılamıştım; burada dile getirmeyeyim, ayıp olur. Ama şu kadarını meâlen söylemek isterim: Hayat kimseyi es geçmez, şamarını her surata "ille de" indirir. Bana da indirdi elbette. Kaç defa indirdiğini saymak için çetele tutmaya kalksam beş ortalı defter az gelir. İndirdi de ne oldu dersen: Hiç. Acıttı, sonra geçti gitti. "Fekat aslolan aslanlarrr gibi ayağa kalkabilmektir." edebiyatının şehvetine kapılmadan söylüyorum bunu. Zaman içinde yaralarını yalamayı öğreniyor insan.
- Bunca tecrübeden sonra bu noktada hayattan ne öğrendiniz?
Gençken sık sık yaşlı bakımevlerine giderdik Hülya'yla. Özellerine de giderdik devletin işlettiklerine de. Anlı şanlı politikacıları, büyük büyük devlet adamlarını, burnu yere düşse eğilip almayacak kadar havalı işadamlarını, şânı arşı kürsü tutmuş artistleri, aktrisleri, sporcuları görürdük oralarda. İçimiz sızım sızım sızlar, bir sürü şey geçerdi aklımızdan. Vay bunların ne biçim çocukları varmış, vay atmış gitmişler şuraya, vay bu ne biçim vefaymış, vay bu nasıl bir nankörlükmüş, ve saire. Ama içten içe de şunu öğrenirdik: "Benim olduğunu sandığım hiçbir şey benim değildir. Şunum var, bunum var, pek de özelim, pek de güzelim, pek de başarılıyım, âlâyım, yüceyim, etrafım beni sevip sayanlarla çevrili deyip gerine gerine dolaşmak tam bir soytarılık. Upuzun, depderin, sonsuz bir varoluşun içinde minnacık birer noktayız ulan. Havamız kime?" İşte öğrendiğim, öğrendiğimiz budur.
- Hülya hanım, Sabiş hep güçlü kadınlarla çevrilmiş etrafınız. Hayat daha kolaylaşıyor sanki. Ne dersiniz?
Doğrusu, hayat hiçbir zaman kolaylaşmıyor veya zorlaşmıyor; o hep aynı. Sevinciyle, kederiyle deprem gibi geliyor insanın üstüne. Yıkılan senin evinse bahtına keder düşüyor, başkasının eviyse utangaç bir sevinç. Ama hangisi düşerse düşsün, afet geçince dönüp sağına soluna bakıyorsun. En kıymetlilerin oradaysa çirkinlik bile güzelleşiyor. Hülya'yla Sabiş'in varlıkları sâfi güzellik benim için.
- “Yanlış Anlama Ömer Faruk” öykünüzden hareketle dostluk nedir sizin için? Yüksek beklentili bir kandırmaca mı? “İnsan gerçeği”ni anlayınca kolayca “olur böyle şeyler” diyebiliyor musunuz?
Diyorum tabii, ama ne fayda? "İnsan gerçeği" dediğin şey illâ ki bir kere daha dedirtiyor sana bunu, sonra bir kere daha dedirtiyor, sonra bir kere daha. Daha, daha ve daha...
Dostluk, kabûl edildiğin gibi olmak mecburiyeti hissetmeden, olduğun gibi kabûl edilmektir. Kısacası: Anlaşılmak.
- İnci Birinci, evinizin yanması, ablanızı istemeye gelmeleri, parmaklarınızı nasıl kaybettiğiniz… Kendiniz dahil en fantastik kahramanlarınızı bu kadar açıklılıkla anlatırken hiç çekindiğiniz ya da acabaya düştüğünüz bir an oldu mu?
Yoo. Niye olsun ki? Ben zaten o hikâyeleri kalbimi sere serpe açtığım mektupkardeşlerime yazmışım. O mektuplaşmalarda temel düsturumuz samimiyettir bizim. Belki hayat boyu yüzünü görmeyeceğin biriyle mektuplaşıyorsun ve o sana her şeyini anlatıyor, sen ondan bir şeyini saklar mısın? Ben ki zaten kimseden hiçbir şeyimi saklayamam.
- Her gün başka bir felaketle karşılaştığımız ülkemizde kadınlar tek tek öldürülüyor. İsyan ediyoruz, çığlıklar atıyoruz. Ama nafile. Yine sessiz kalınıyor. Ne yapılmalı?
Öğretmen Okulundan taze mezun ablam, elektriği suyu olmayan bir dağ köyünde öğretmenlik hayatına başlayacaktı. Sabiş, ablam o köyde yaşamaya alışıncaya kadar beni yanında kalmaya memur etti.
Gittim ve köyün diline düştüm. Beni birbirlerine gösterip gösterip gülüyorlardı. Çünkü ev işlerinde ablama yardım ediyor, o sabahtan akşama kadar iki derslikli okulda beş sınıfı birden çekip çevirmeye çalışırken ben pınardan su dolduruyor, kırdan bayırdan yakacak çalı çırpı topluyor, ablamın leğende yıkadığı çamaşırları köy evinin önüne gerdiğimiz ipe falan asıyordum.
Bu çok ayıptı.
Kadını kızı insan yerine koymayan erkekler akşama kadar kahvede tavla, pişti oynayıp dedikodu yapar, erkeği lüzûmundan fazla adam yerine koyan kadınlar sabahın şafağından akşamın alacasına kadar tarlada bağda bostanda ahırda ağılda çalışır, akşam da çok iş yapmış da yorgunluktan gebereyazmış gibi elleri artlarında efelene efelene gelen heriflerinin önüne yemek koyar, gönlünü yapacağız diye uğraşırlardı. Erkekler kurban bayramından kurban bayramına -o da sadece hayvanı boğazlayıncaya kadar- çalışırdı. Ben şahidim. Erkekler kadınların efendisiydi ve köleler varken efendiler çalışmazdı. Gelenek, örf, âdet, zihniyet, ne dersen de.
Bu zihniyet sonra sonra köyden şehire göçle veçhe değiştirip şöyle bir şeye dönüştü: "Köleler evde oturur, çünkü çıkarlarsa namus elden gider, doğal olarak efendiler namus belasına kerhen çalışır, ve işte buna çok sinirlenir, hınçlarını kölelelerden çıkarır."
Görüyorum ki gayet de hakkını vererek çıkarıyorlar hınçlarını.
Kadın evde oturmasını bilemedi mi? Kesin yolludur. Düş peşine, isteyeceğini iste, vermezse döv, gebert. Bir kere seni insan sanıp gönül indirdi, sonra ne mal olduğunu anlayıp uzaklaşmak mı şistedi? Zaten hemen gebert!
"Ne yapılmalı?" diye sormuşsun. Bunun çok basit iki cevabı var. BİR: Devletsen, yerde gökte kanun aramaya gerek yok; birbirinden ağır hükümler Ceza Kanunu'nda inci gibi dizilmiş. Gözünün yaşına bakmadan uygula. İyi hâline, pişmanlık pozlarına bakmadan uygula. "Senin örfün, âdetin, erkeklik kitabın öyle yazıyorsa benim kanun kitabım böyle yazıyor." deyip indirimsiz, afsız, toleranssız, harfi harfine uygula. Can yakmanın, kan dökmenin, can almanın neye mâl olacağını hem ona göster, hem de bunlara niyetlenmeye kalkan öteki manyaklara.
VE İKİ: Kadınsan, seni sahiplenmeye, sana horozlanmaya, efelenmeye, tahakküm etmeye kalkan heriflere "DUR!" de. Kızlarına "DUR!" demeyi, oğullarına da durmayı öğret.
- Hülya hanımı çok merak ettim. Arkanızda, yanınızda böyle güçlü bir kadın olması şahane. Nasıl tanıştınız? Hayatın getirdiklerini ve götürdüklerini beraber karşılamak size neler kattı?
Hukuk Fakültesi'nin spor salonunda avare avare geziniyor, antrenman saatinin gelmesini bekliyordum. Sahada kabadayı kabadayı dolanan bir kız vardı. A Milli Takımın kalecisi Fatih Uysal'a şut atıyor, kaleyi tutturmuşsa ağları deliyor veya Fatih'in elini kolunu acıtıyor, tutturamamışsa kalenin arkasındaki duvarın sıvalarını döküyordu. Ben böyle bir deli kuvveti görmemişim. Gittim yanıma, "Sen de mi hentbolcusun?" diye sordum, "I ıh..." dedi, "Cimnastikçiyim ben."
Hülya'yla böyle tanıştık.
Herhâlde işin sırrı işe başlamada yatıyor. Arkadaş olarak başladık biz ve hayatımız boyunca da arkadaş kalmayı başardık. Ee, yanında bu kadar sağlam biri varsa, hayat istediği kadar götürsün, şunu biliyorsun ki onu götüremiyor, o hep senin yanında oluyor.
- Peki Çolak sizi aynalıyor mu? Kızgınlığınız ona mı yoksa kendinize miydi? Çolak’la barışınca hayat da size özünüzü geri vermiş olabilir mi?
Çolak'la hiç küsüşmemiştik ki biz; ben onu kırmış, bir miktar da küstürmüştüm. Beni bağışlaması, çok heves ettiği bir çanta dolusu spor malzemesini lütfedip vermemden değil, onun yüceliğindendir. Elbette aynalıyor beni. O günden bu güne, aralıksız.
4. Minik dostlar edebiyatınızın vazgeçilmez karakterlerinden. Hayvanlarla İlişkinizden bahseder misiniz? Şu an evde hayat nasıl?
Evde hayat bal kaymak. Kediyle köpekle kuşla yaşamak nasıl anlatılır ki? Tüyleri insanoğlu tarafından kolonya dökülüp tutuşturulmuş, yapış yapış yara içindeki bir kediyi yalayarak sağaltmaya, acılarını azaltmaya çalışan, o ağladıkça kendi de ağlayan, yaralı bir kargaya şefkat gösteren, onu ürkütmemek için yanına sürüne sürüne giden, Hülya'nın sokaklardan kurtardığı öksüz kedi yavrularını koynunda uyutup koruma altına alan elli kiloluk, dev gibi köpekler nasıl anlatılır?
Ama şunu sorsaydın: "O hayvanlar Hülya'ya ve sana ne anlatıyor?" Cevabım hazırdı: "Onlar bize nasıl eşref-i mahlûkat olunurmuş, onu anlatıyor."
En Çok Okunan Haberler
- Futbolda pis kokular yükseliyor
- Son seçim anketinde çarpıcı sonuç!
- TÜPRAŞ'ta patlama: 12 kişi yaralandı
- 'Erdoğan bize göre tek seçenektir'
- CHP’de çelişen başkanlara uyarı
- Hekimlerin istifaları hızlandı
- 'Erdoğan ömür boyu Cumhurbaşkanı olacak diye...'
- Beyoğlu'ndaki cinsel saldırı dehşetinde yeni gelişme
- Türkiye'de bir sağlık skandalı daha!
- Napoli'den Galatasaray'a Osimhen yanıtı!