Venezuella: Gerçeğin grisi
Yaşananları analiz etmek kolay değil. Devrimcilik, sosyalizm, kapitalizm, kamulaştırmalar, liderler, halkın yaşananlara bakışı bir karmaşayı gösteriyor.
Sevgili okur; benden Venezuella’ya ilişkin bir zafer yazısı bekliyorsanız bu yazıyı boşuna okumayın. Bu analiz ne siyah ne de beyaz, sadece olgular üzerinden yazılmaya çalışan bir analizdir. Üniversitede ders verirken, -öğrenciler devrim oldu zannediyordu- “Şimdi siz Venezuella hükümetisiniz, ne yapacaksınız?” diyordum. Mesela toprak reformu? “Hemen yapalım” diyordu çoğunluk. Fakat köylüler üzerinde çok örgütlü değilsiniz. Bu durumda oligarşi, yanına kiliseyi de katarak, Komünistler her şeyinizi elinizden alacak diye saldırtırsa? Yüzde 50’den biraz fazla bir oyla iktidarsanız ve oylarınızın çoğu kent yamaçlarında gecekondulardansa... Önce devlet topraklarını dağıtarak başlasanız? “Öyle yaparız o zaman?” diyorlardı. Fakat o zaman büyük toprak sahipleri bir süre sonra küçük toprak sahiplerini yeniden yutar. “Kooperatifler kurarız” diyorlardı. “Anlatmıştınız ya, işgal fabrikaları…” Ama kredileri verdiğinizde, üretimi tam örgütleyemediğinizde, krediler bürokrasi koridorlarında yok olur, üretime yansımaz, sadece arada toprağa karışır uçar ve çoğunlukla bürokrasiye… Böyle devam ediyordu. “Siz de her şeye bir şey diyorsunuz” diyorlardı. Haklıydılar ama ben de haklıydım çünkü hayat hiçbir zaman kağıt üzerinde olduğu gibi yürümüyordu. Bu saydıklarımı ve çok daha fazlasını yapmaya çalışmıştı Chavez ve Bolivarcı devrim...
Chavez ve Lula
Chavez hakkında birkaç kez yanıldığımı itiraf etmeliyim. İlk yanılgım Arjantin’de büyük isyandan hemen sonra Buenos Aires uluslararası terörizm cezaevinde, İtalyan Kızıl Tugayların liderlerinden Leonardo Bertulazzi’nin hücresindeydi. O gün tartışırken Leonardo da, ben de Venezuella’dan Chavez yerine Brezilya’da Lula’nın sol için çok önemli olduğunu düşünüyorduk. Buenos Aires sokaklarında 8 günde 3 hükümetin kovulduğu, 2 devlet başkanının sarayın çatısından helikopterle Miami’ye kaçtığı günlerdi. Lula, cuntaya karşı direnen işçi, sendika lideri, Brezilya gibi dev bir ülkenin başkanı olmuştu. Buna karşın Chavez ise asker kökenli popülist bir liderdi. Fakat tarih başka türlü yürüdü. Chavez ABD’nin baş belası olurken (!), Lula koca bir ittifakın üzerinde durabilme umuduyla, tartışmasız sağa sürüklendi. Buna rağmen Chavez, Lula gibi yapmadı. Kendisi üzerindeki baskıları sola ve halka dayanarak çözmeye çalıştı. Bir diğer yanılgım, Venezuella’da askeri cunta günü gecekondu mahallesi La Vega’dan aşağı çok kalabalık bir şekilde yürürkendi. Askeri araçlar, yol kontrolleri, her şeyin bittiğini söyleyen televizyonların aksine gittikçe toplanan halk Chavez’i geri aldı. Bense daha çok “Cuntayı protesto edecek gösterilerle geçecek günlerimiz” diye düşünüyordum. Chavez götürüldüğü adadan geri döndüğünde, gerçek bir değişim başladı Venezuella’da. Bir süre sonra Chavez sosyalist olduğunu dile getirdi. Bir kopuşu örgütlemesi gerektiğinin farkındaydı.
Yoksa ABD’ye ve oligarşiye karşı duramazdı. Bazen Troçki’den bazen İsa’dan söz ediyordu. Küba ile ilişkiler iyice yoğunlaştı. Sağcıların dediği oluyordu. Komünist yapacaktı Venezuella’yı bu adam. Douglas Bravo ile konuşuyordum. Venezuella’nın üç nesil gerilla komutanı. Caracas’ta yüksek katlardan birindeki ofisindeydik. Muhtemel dağ alışkanlığıydı: “Venezuella demek petrol demek. Yüzde 50’sinin uluslararası şirketlere satılmasının altına imza atıldı, bir tane bile protesto olmadı! Bu nasıl bir devrimci süreç? Bak Bolivya’da sadece bir tane anlaşmanın altına imza atmaya kalktılar. Halk hareketleri parlamentoyu onların başına yıktı. Burada bu soruyu soruyorum. Nerde burada anti-emperyalist bir mücadele? Sosyalist bir devrim? Esas emperyalistler için enerji ve hammadde önemlidir. Bolivya’da hiçbir hükümet, halkın direnişi karşısında, bir tane anlaşma bile imzalayamadı. Diğer nokta ise Venezuella’nın finans piyasası. Küreselleşme bütün hükümetleri bu noktada idare ediyor zaten. Sen kapitalist finans dünyasına bağlı olduğun anda nasıl anti-emperyalist olabilirsin?”
Burada devrimci bir süreç var mı?
Chavez ve Bolivarcı devrimin en güçlü ve hızlı olduğu dönemlerdi. “Burada devrimci bir süreç var mı?” diye sormuştum. “Bir yerde devlet var ama öbür tarafta da özel mülkiyet var. Eğer özel mülkiyet varsa, orada kapitalizm vardır. Kesinlikle ve kesinlikle. Avrupa’dan birçok kişi Venezuella’da sosyalizm olduğunu söylüyor ama özel mülkiyet varsa nasıl sosyalizm olabilir ki? Esas önemli olan petrolün kamulaştırılması, onu kamulaştırmadan nasıl sosyalist olabilirsin ki? Herkes bana soruyor, ABD neden Venezuella’ya saldırmıyor? ABD neden saldırsın ki? Stratejik ve politik olarak şu anda bu durum daha çok işine geliyor. Çünkü şimdi mesela diktatörlük olsaydı burada, petrol politikası olarak aynı şeyleri yapacaktı ama ona bir tepki olacaktı. Şimdiyse bir burjuva demokrasisi var, adına sosyalizm deniyor ve şimdi bu duruma muhalefet bile edilmiyor. Hangisi daha iyi? Bu politik ve stratejik olarak onlar için daha iyi çünkü sosyalistler, devrimciler hiç seslerini çıkartamıyorlar.” Sonra gidip bize kahve yapıyordu. Kaldığı yerden pencerenin kenarına gidip “Hadi bana bir işçi gösterisi göster” diyordu. Douglas Bravo’nun dediğini gidip başkanlık sarayında bakanlara söylüyordum. Üniversite kantini gibi, bolca kahve, sigara içip dünyayı değiştirdiğimiz zamanlar oluyordu. “Ama henüz bu kadar gücümüz yok” diyorlardı. Sonra bunu dönüp ona söylüyordum. “Nasıl yok! Chavez her gün televizyona çıkıyor. Bütün toprak köylülerin desin, bütün fabrikalar işçilerin desin’’. Sonra tekrar kahve içerken “Böyle dedi Douglas Bravo” diyordum. “Douglas Bravo efsanevi gerilladır ama o konuşur, Chavez yapar” diyorlardı. Yapmıyor da değillerdi.
Bir yasa vardı mesela, hâlâ geçerli. Herhangi bir yerde çalışanların yüzde 51’i imza toplarsa, orayı devlet kamulaştırıp işçilere veriyordu. Küçüklü büyüklü onlarca işyeri işçilere devredildi. Sadece küçük yerler değil, mesela Sidor gibi 30 bin kişinin çalıştığı demir-çelik fabrikası bile… Venezuella Ticaret Bakanı Eduardo Saman’la konuşuyorduk: “Burada iki durum söz konusu. Biz 21. yüzyıl sosyalizmi uyguluyoruz. İki formda üretim var. Bizim üretim formumuz sosyal üretim. Çünkü özel işletmeler de var burada. Hem özel işletmeler, hem de kamu işletmeleri var. Biz sosyal üretimde bulunuyoruz ve bunun da iki biçimi var doğrudan ya da dolaylı olarak. Yani bir işletme kamunun ise bu dolaylı olarak sosyal bir üretimdir. Çünkü kamunun kazancı sosyal bir durumdur. Bu sosyal bir üretim formudur. Bir de sosyal üretimin doğrudan yapılması var ki bu doğrudan halk için yapılamasıdır. Aracısız olarak. Yani bu topluluk için doğrudan yapılandır. Diğeri kamunun kazanması aracılığı ile halkın kazanmasıdır. İşte sosyal üretim için biz üretimi kamuya dönüştürüyoruz ve ayrıca doğrudan sosyal üretime dönüştürüyoruz. Biz devlet üretimini, doğrudan sosyal bir üretime çevirmek istiyoruz ama bazı temel hizmetler yani çok büyük üretim yerleri vardır. Mesela elektrik, telefon, çimento, petrol gibi topluluğun bunu doğrudan işletebilme, modernize edebilme şansı yok. Diğer işletmeler ise yani daha küçük fabrikalar, üretim yerleri atölyeler gibi yerleri doğrudan sosyal üretime çeviriyoruz. Doğrudan topluluğun yürüttüğü, doğrudan insana yönelik işletmelere dönüştürüyoruz. Biz kooperatif deneyi yaşıyoruz. Kooperatif deneyimi, diğer yandaki patronlu üretimin dışında patronun olmadığı bir üretim biçimi. Biz şu anda bu deneyimi destekliyoruz.
Bizim kooperatiflerimiz aslında bir okul ve şimdi biz daha iyi formda kooperatifçilik yaratmak istiyoruz halk için. Doğrudan sosyal bir üretim gerçekleştirebilmek için. İşte bu formda doğrudan sosyal bir üretim örgütlüyoruz” diyordu. Ancak enflasyon yüzde 800’lere vardı. Bunu önlemek için üç çeşit kur uygulanıyordu. Mesela sağlık ve eğitim malzemeleri için devletten dolar alırsanız, çok düşük kurdan alıyordunuz. Gıda için ikinci kademe kurdan, diğer şeyler için daha yüksek bir kurdan ama hiçbiri neredeyse işlemiyordu. Çünkü doları alıp karaborsada sattığınız anda mesela yüzde 500 kazanıyordunuz. Bu kadar rant varsa yolsuzluk olmaz olur muydu? Orada yaşayan bir İspanyol kadın arkadaş anlatıyordu. “Hiçbir şey üretilmiyor Metin, düşünsene ekmek bile. Her şey dışarıdan alınıyor. Ekmek nedir ki suyla unu alıp karıştırıyorsun…” Oligarşi hükümeti zor durumda bırakmak için gıda ambargosu uygulamaya başladığında Chavez döneminde halk marketleri kuruldu. Temel ihtiyaç maddeleri devletin desteklemesi ile o günlerde 5’te biri fiyatına satılmaya başladı. Bir süre sonra o malzemeleri karaborsada buluyordunuz. Yukarıda konuştuğumuz bakan Eduardo Saman bir davete gittiğinde restoranın mutfağının halk marketi malzemeleri dolu olduğunu görünce doğrudan restoranı kapattırmıştı. Sonra patentsiz ilaç üretimini savunduğu için başını Kübalı doktorların çektiği lobi tarafından görevden uzaklaştırıldı.
Kafanız karıştı değil mi? Onun için yazıyorum zaten. Maduro dönemi ise Chavez zamanından da mutlaka ayrı tahlil edilmeli. Öncelikle Chavez’in uluslararası etkisinin rüzgarını kaybetti Maduro. Chavez sadece Venezuella’da yaptıkları için değil dünyayı sarsmasıyla da Venezuella’da efsaneydi. Garip ama Lübnan’da bile Chavez posterinin taşınması, okyanusta kelebek kanadı etkisi yapar politikada. Peşpeşe birçok kamu kurumu darbeyi engellemek için askerlerin yönetimine devredildi. Bunun diğer manası, yolsuzluk imkanlarının askerlere devredilmesiydi. Pazar günü yapılan kurucu meclis meselesine, birçok yerde yazıldığı için pek girmedim ama kağıt üzerinde oldukça demokratik bir yöntemdi. Daha ne olsun! Yeni anayasayı doğrudan halkın, işçilerin ve öğrencilerin yapmasını öngörüyordu.
Fakat her fırsatta saldıran bir sağın, bir uzlaşma metni olarak ortaya çıkması gereken kurucu anayasa çalışmalarına katılması beklenemezdi. Maduro’nun yapabileceği en iyi hamleydi. Ancak bunun pek bir şeyi değiştirebileceğini sanmıyorum ve tabii ki ABD artık kesinlikle Maduro rejimini yıkmaya çalışıyor. Görünen ve yasal olarak 60 milyon doları, bu iş için Venezuella’ya yatırdı. Geçen hafta CIA Başkanı açıkça bunu dile getirdi ama benim anlamadığım, bu bir neden olarak gösterilemez! ABD tabii ki bunu yapacaktır ve devrim zaten bu, her şeye rağmen gerçekleşebilen bir şeydir. Bakınız Küba… Yazıyı tartışılabilecek bir cümle ile bitirmeliyim: Örgütlü bir muhalefet her zaman çöken bir iktidardan daha iyidir... Ve son söz olarak mı? Venceremos, yani tabii ki kazanacağız.
En Çok Okunan Haberler
- İlber Ortaylı canlı yayını terk etti!
- İBB, Bilal Erdoğan dönemindeki taşınmazları geri aldı
- Erdoğan'dan flaş 'Suriyeliler' açıklaması
- ATM'lerde 20 gün sonra yeni dönem başlıyor
- Lütfü Savaş CHP'den ihraç edildi
- 'Onun ne olduğunu iyi biliyoruz'
- WhatsApp, Instagram ve Facebook'ta erişim sorunu!
- Hamaney 'Suriye' sessizliğini bozdu!
- O ülke Suriye büyükelçiliğini açıyor!
- ABD basınından Esad iddiası