“Çevrimiçi zindanlar! ”

.

“Çevrimiçi zindanlar! ”
Abone Ol google-news
Yayınlanma: 15.12.2020 - 11:31

1.

Bilişim olanaklarının gelişmesi ilk bakışta sevindirici görünüyor insana. Hayatın daha kolay akacağını sanıyoruz. Oysa kolaylaştırıcı özelliklerinden öte etkisi var bu aygıtlarla örülü evrenin. Salgın günlerinde, zorunlu tıkıştığımız evler dar geliyor çoğumuza, başkalarıyla iletişim kurmak için sürekli sinyal gönderiyoruz sanal âlemden. Oturduğumuz yerden tüm dünyayı izlediğimiz, bildiğimiz yanılgısına düşüyoruz, oysa hakikatte sadece bu yanılgıyla oyalanarak tüketiyoruz ömrümüzü. Dünyanın başka yerinde “zaman öldürmek” diye bir kavram var mıdır, bilemiyorum. Sarsıcı tümce bu; kişinin kendini aşağıladığı, işlevsiz saydığı, biricik değer olan yaşamını hiçleştiren… Tam da sanal dünyanın içine düşen kişi, bu tümceye uygun davranıyor, her an zaman öldürüyor! Ürkütücü…

2.

Artık “çevrimiçi hayat” diyeceğimiz garip süreçteyiz. Bu yolla alışveriş yapıyoruz, bilgi ediniyoruz, eğitimden faydalanıyoruz, dostluk ediyoruz! Öyle mi sahiden? Sanal ortamda, ekran karşısında birbirine bakmak, sahiden görmek midir, işitmek midir, hisset midir? Eğer öyleyse, bu güne dek insan eylemlerinin tümünün değiştiğini kabul etmeliyiz, yeni ruh durumu yerleşene kadar da “çöküntü” içinde kıvranarak beklemeliyiz. Bilimsel gelişim, ancak insanın ve elbette doğanın varlığını daha iyi hale getirirse “anlamlı” sayılabilir. Yarattığınız robot sizi tutsak alıyorsa, “yapay zekâ” denen duygusuz varlık(!) yeni bir hakikat doğuruyorsa, orada bildik anlamda “kişi”den, “kimse”den söz açmak mümkün değildir. Birinden söz etmek için,  onun bilinçli varlık olmasını isteriz. Salt düşün yetisinden oluşmaz bu tarif, aynı zamanda duyuşla, duyumsamayla ilgilidir. O halde “çevrimiçi” kimse bu özelliğe sahip midir, diye sormak hakkımızdır.

3.

Her buluş, hele de bu tür süreçlerde, bizi olumlu, olumsuz etkisiyle sınar. Anlıyoruz ki bambaşka “etik” değerleri tartışmaya koyulacağız. Başka türlü söylersek “ev hapishane ile tımarhane karışımı bir yer” olarak tarif edilecek yakın gelecekte. Ancak bu hapislik, delilik halini bilmeyen kişilerden oluşacak toplum. Her şeyin kolayına kaçan, hiçbir konuda derinleşme kaygısı duymayan, elbette beş duyusunun çoğunu rafa kaldırmış “kimse”lerden söz ediyor olacağız. Örneğin “özlem” kavramı yeniden tarif edilecek muhtemelen. Birini görmediğimiz, zamanı onunla paylaşmadığımız için yokluğundan dolayı hissettiğimiz duygudur “özlem”.  O halde soralım; ekranda gördüğümüz kişiyle, bu biçimde özlemimizi gidermiş olur muyuz? Eğer mesele görmekse, aynı zaman diliminde bulunmak, konuşmaksa, karşımızda kanlı canlı duran kimseyle bunu paylaştığımızı düşünebiliriz. Peki, hakikat bu mu? 

4.

Eğer robot olsak, yapay zekâ sahibi olarak varlığımızı sürdürsek, bu kadarıyla yetiniriz. “Anne özlemi” dediğimizde, anneliğin içine koyduğumuz ne varsa, bunu açıktan dile getirmesek de, hissetmek isteriz. Sevgi, şefkat, sığınma, korunma arzusu gibi. Bu duygular ekran üzerinde giderilebilir mi? Kokusunu almadığımız, göğsüne başımızı koymadığımız, saçımızın okşanmadığı ilişki özlemi dindirir mi? Tıpkı elini tutmadığımız, sevişmediğimiz birinin “sevgili” olamayacağı gibi. Bilişim olanakları bize ekrandan gördüğümüz biriyle, bedenimize bağlayacağımız çeşitli aygıt yoluyla cinsel haz olanağı da sağlıyor. Soru şu, ekranda gördüğümüz, beynimizin de doyuma ulaşmak için gereken uyarıları aldığı bu durumda, eksik olan nedir?

5. 

Sorun; insan olmanın ne anlama geldiğiyle ilgilidir. Kahveye gidip, eş dostla tavla atıp, söyleşen birinin “çevrimiçi” olarak bu gereksinimini gidermesi mümkün müdür? Bir dostun acısını, kaygısını, ona derinlemesine bakıp, sarılıp, varlığını tüm biçimde hissetmeden paylaşmak mümkün müdür? Örnekleri çoğaltabiliriz. Kişinin yaşam içinde hangi ödevleri olduğundan başlayıp, sorumluluk tarifine farklı tartışma konuları çıkacaktır karşımıza. “Çevrimiçi Eğitim” alan öğrenci, bilgi açısından eksiklik hissetmese bile, bilişsel gelişimini sağlamış olur mu? Bahçesinde top koşturmadığımız, kantininde atıştırmadığımız, sıra arkadaşıyla silgimizi paylaşmadığımız yere okul diyebilir miyiz?

6.

İçinde bulunduğumuz sürece “bıkkınlık”, “yılgınlık” çağı diyebiliriz. En güzel tanım “üşengeçlik” olacaktır. Artık derinlemesine okumaya, düşünmeye, konuşmaya, paylaşmaya kimsenin tahammülü yok! Sürekli uyarılan, farklı biçimlerde dürtülen kimse, kendini başkalarıyla iletişim halinde sayıyor, oysa giderek zindana dönen yalnızlığı içinde boğuluyor. Düzen de tam bunu istiyor, birbiriyle hiçbir şekilde yan yana gelmeyen insanları yönetmek kolaydır. İnsansız miting olur mu? Şarkısız, slogansız itiraz? Yanımızdakinin soluğunu hissetmeden, gövdesine yaslanmadan yoldaş sayabilir miyiz kendimizi? Kadehlerin “şerefe” kalkmadığı meyhaneden söz edebilir miyiz?

7.

Önümüzde çok seçenek yok, ya bu intihara kapılıp sessizce öleceğiz, ya aldığımız soluğun farkına varacağız.

“Neden şiirler yaralı?” düşündünüz mü?



Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler