Bitmeyen ‘Son Portre’

Stanley Tucci’nin, Amerikalı yazar James Lord’un yazdığı Giacometti kitabından yola çıkarak senaryosunu yazıp yönettiği ‘Son Portre’ bugün gösterimde.

Bitmeyen ‘Son Portre’
Abone Ol google-news
Yayınlanma: 17.08.2017 - 22:25

Bugün başlayan filmlerden “Final Portrait-Son Portre”, 20 yüzyıl heykel sanatını uzun ve incecik figürleriyle derinlemesine etkilemiş, sonradan İngiliz ressam Bacon’ın da sürdüreceği, yoğun ışık huzmeleri altındaki görünür görünmez çizgilerle karmaşıklaştırılmış o renkler hengamesi tarzındaki portreleriyle resim sanatına da bulaşmış, İtalyan asıllı İsviçreli ünlü heykelci ve ressam Alberto Giacometti’nin (1901-1966) son dönemini anlatan bir İngiltere- Fransa ortak yapımı.

Sanat tarihine geçmiş ressam bir babanın (Giovanni Giacometti) oğlu olup gençliğinde ilkel sanatlarla Kübizm’den etkilenerek yalınlaştırılmış biçimlere yönelmiş, 1935’ten sonra da heykellerinde modelden insan figürleri (ayakta duran, yürüyen figür, vb. gibi) çalışıp işlemiş, bu arada portre ve desenler çiziktirmeyi de ihmal etmemiş Giacometti, boşlukta yerleştirdiği bu figürleri giderek belirgin özelliği olacak şekilde alabildiğine inceltip uzattı sonradan malum.

1950’lerden sonraysa daha dolgun ve gerçekçi bir tavrı benimseyen, yaratıcılığı kadar sarsak, umursamaz, bohem yaşam tarzıyla da bilinen ustanın son döneminde yaptıklarında hep bir bunalımlı ve bitmemişlik hali göze çarpar.

Hollywood’un kalburüstü aktörlerinden olup kimi kenar-köşe rollerdeki parlak performanslarıyla zaman zaman radarımıza girmiş ama son dönemde yönetmenliğe kafayı takmış, ‘kel kafa’ oyuncu Stanley Tucci’nin, Amerikalı yazar James Lord’un yazdığı Giacometti kitabından yola çıkarak senaryosunu yazıp yönettiği “Son Portre”, Paris seyahatindeki Amerikalı genç romancı James Lord’un (Armie Hammer), hem karısı Anette’le (Sylvie Testud) yaşadığı hem de çalışıp ürettiği atölyesinde Giacometti’yi (Geoffrey Rush) ziyaretiyle başlıyor 1964’te.

Ağzından sigarası eksik olmayan, içkici ve hayat kadınlarına düşkün Giacometti bir de metres (Clemence Poesy) tutmuş, karısını da aldatıyor ama herkes kabullenmiş durumu.

1960’ların Paris’i...

Yardımcılığını yapan kardeşi Diego’nun (Tony Sholhoub) çekip çevirdiği atölyesinde ağırladığı, ilginç bir yüze sahip Amerikalı yazarın mutlaka bir portresini yapmak istiyor 60’lı yaşlarını süren, üretken ama bir çeşit bitirememek sendromu yaşadığı olgunluk dönemindeki Giacometti usta. Ancak usta bir türlü portresini tamamlayıp bitiremediği için New York’a dönüşünü habire erteliyor James- Jim. Usta, Jim’i bir gün, bir hafta daha Paris’te kalmaya ikna ederken, çalışma saatleri dışına taşıp meyhanekafe muhabbetleriyle süren dostlukları da iyice pekişiyor ama Jim’in hep telefonlaştığı New York’daki sevgilisi de bekleme ağacına dönüşüyor.

Nihayet 18. günde, bitse de bitmese de portresini alıp ABD’ye yollayan Jim’in sözcükleriyle izlediğimiz “Son Portre”, alışılmış sanatçı biyografilerinden farklı olmaya çalışırken yer yer tekdüzeleşip sıkıcı olabilmekten kurtulamayan, 1960’ların Paris’ini perdeye taşımak iddiasındaki dekor- kostüm, sanat yönetimi çabasından ve kameraman Danny Cohen’in görüntüleriyle Evan Lurie’nin müziklerinden medet uman, çareyi büyük ölçüde Giacometti’ye oldukça benzetilmiş Geoffrey Rush’ın performansına bel bağlamış bir ‘olağanüstü sanatçı’ filmi.

20 yıl kadar önce, yine bir büyük sanatçıyı konu edinen, ağır ‘baba baskısı’na maruz kalarak azıcık kafayı sıyırmış, piyanist David Helfgott’ın hikayesini anlatan, Oscar ödüllü “Shine” filmiyle tanıştığımız, zaten her zaman derinden ve büyük oynamaya meyyal Geoffrey Rush, galerilerden, eser satışlarından gelen paralarını bankaya yatırmayıp atölyesinde, sifonun üstü gibi, sonradan nereye koyduğunu unuttuğu köşelere atıveren, ünlü sanatçı rolünde yine sürüklüyor.


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon