Aysel Gürel'in dizeleri
Aysel Gürel, Türk popüler müziğine damgasını vuran çok önemli bir söz yazarı. Müziği bir yana, şarkı sözlerinde büyük bir şiirsel yük var. Veysel Öztürk’ün Sabahattin Eyüboğlu Deneme Yarışması’nda, 2005 yılı Birincilik Ödülü’ne değer görülen ve Aysel Gürel’in “Ne Kavgam Bitti Ne Sevdam” adını taşıyan kitabında da yer alan yazısını sunuyoruz.
‘Ben şair Aysel Gürel, nasılım?’
Ezra Pound ve onun Türkiye şubesi olmaya aday İsmet Özel’i saymazsak şair imgesi hakkında birtakım genel laflar edebileceğimizi sanıyorum. Şair her şeyden önce muhaliftir, sürgündür, yersiz yurtsuzdur. Şairin bedeni iktidarı elinde tutan nesir sevdalıları tarafından sürgün edilememişse bile dili her daim gönüllü bir sürgündedir. Şairin sürgünlüğü, onun azık çıkını olan şiir dilinin kaygan zeminini, daha doğrusu zeminsizliğini hep bir tehlike olarak gören her çeşit erkin çoğu zaman katı ve sabit düzyazı aşkı ile büyük bir savaşa girişir. Komünist blokla kapitalist bloğun, yirminci yüzyılın ikinci yarısında karşılıklı dayılanmalarla biz yitik nesle terennüm ettirdikleri soğuk savaş balonu, bu savaş yanında pek sönük kalıyor. Elbette şairin muhalifliği dil düzeyinden önce yaşantısında görünür ya da dil, düzeyinden yaşantıya sirayet eder. Değil mi ki dil “öncelenmez”, “önceler”; bir şekilde dilin sürgünlüğü şairin sürgünlüğüne de yol verecektir. Gündüz nesrin iktidar sahası ise gece mutlaka şiirin uçsuz bucaksız toprağıdır. Şair yalnızlıkları yaşar, bundan da pek gocunmaz. Yalnızlığa bu gönüllü sürgünlük, nesirden kopuşun görünür hâlidir. Yine de bir noktaya değinmeden geçemeyeceğim: Modernizmin öğrettiği her şeyin ikili bir karşıtlık içinde olduğu fikri postmodern açılımla birlikte büyük darbe yedi. Oysa deminden beri şair-diğerleri, nesir dili-şiir dili gibi zıtlıklar kurup duruyorum. Sanırım bu daha çok böylesi bir ayrıma inanmak istediğimden. Yoksa her şeyi zıtlıklar hâlinde kurmak bir çeşit renk körlüğüne neden olabiliyor. Ama gelin bu seferlik, hepimizin Aysel Gürel’i için, bu ikili zıtlıkların varlıklarını olduğu gibi kabul edelim.
“1919 DÜNYA GÜZELİMİZ”
Türk şiirinde nesir dili-şiir dili ayrımını hakkıyla yapan bir iki şairden birisi İlhan Berk’tir. “… Öte yandan, dilin tüketim aracı olmaktan çıktığı, kendine geldiği an belki de yalnız şiirdedir. Varlığını neredeyse yalnız onda doğrular. Yalnız şiirde kendi dilini arar, tüketici, verili dili yadsır. Şiirin asıl savaşı da buradadır. Düzyazının verili dilin dışında bir dili yoktur hem”(1). Sürgünlüğü bütün anlamlarıyla yaşayan “Celâli” Cemal Süreya ise şiir dilinin kudretini türkülerde aynıyla vaki görür: “Jandarma daima nesirde kalacaktır/ Eşkıyalar silahlarını çapraz astıkça türkülere” (2).
Gerçekte şiir dili yalnız şiir metninde hüküm süren, bütün kentlerden ama önce başkentten sürülmüş bir dil değildir. Kapıdan kovulan şiir bacadan, müziğin sihirli örtüsüne bürünerek saraya girer. Evet, malum reklamda söylendiği gibi: “Efsaneler asla ölmez, sadece şekil değiştirir.” İşte bu yazı şiir efsanesinin -efsane kelimesinin gerçekdışı yanını bir yana bırakarak- nasıl biçim değiştirdiğini ve bu değişimde Aysel Gürel’in etkisini konu ediniyor.
Cazın, klasik müziğin, bluesun, hatta arabeskin karşısında pek çok bakımdan temelsizmiş gibi duran, tüketim toplumu hâline gelişimizin verili örneği popüler müzik, entelektüel olduğunu iddia eden veya olmadığına bin yemin etse de bal gibi entelektüel(!) sosyal sınıf için “tuu, kaka” olmaktan ileriye gidemiyor. Bu tavırda doğru bir taraf olduğunu yadsımaya gerek yok. Kaldı ki, bu yazının amacı sabah programlarında “hit” olan, öğle arasında “yok” satan, davar ağıla dönmeden eskiyip unutuluveren sözde genç yetenekleri savunmak değil.
Geçenlerde televizyonların reklam kuşaklarında “en çok izlenen”(!) bir reklam filmi vardı. Sürekli saçlarını pastel renklere boyayıp duran, cıvıl cıvıl, yerinde duramayan tavırlarıyla zihnimizdeki nine imgesini yerle bir eden “1919 dünya güzelimiz” Aysel Gürel, malum güzelliğine pek uymayan burnunu bir parça kaldırtmak için estetik cerrahi yaptıracaktır. Alışveriş kartında biriken puanlar sayesinde operasyondan sonra bir de bakarız ki ortaya Venüs heykellerine taş çıkaran bir Aysel Gürel çıkmış. Doğrusu güzel bir reklam. Aysel Gürel’in renkli kişiliği değilse bile, Deniz Akkaya’nın sırt dekoltesi ve bir iki rötuşla kapatılmaya çalışılmış “daha aşağıları” için izlenmeye değer.
Aysel Gürel, Türk popüler müziğine damgasını vuran çok önemli bir söz yazarı. “Firuze”, “Sen Ağlama”, “Ünzile” gibi 90’ların en popüler parçalarında hep onun imzası var. Müziği bir yana, şarkı sözlerinde kendi hesabıma büyük bir şiirsel yük görüyorum. Dahası, küstahlığım bağışlansın, kalkıp Aysel Gürel’i Ahmet Muhip Dıranas’la, Turgut Uyar’la veya başka bir “cins” şairle karşılaştıracak kadar ileri bile gittiğim oluyor. Nasıl mı? Aysel Gürel’in “Firuze”si ile Dıranas’ın “Fahriye Abla”sını ve Turgut Uyar’ın “Yalnız Dürdanecik”ini şöyle müziksiz yan yana bir koyalım:
“Kıskanır rengini baharda yeşiller
Sevda büyüsü gibisin sen Firuze
Sen nazlı bir çiçek, bir orman kuytusu
Üzüm buğusu gibisin sen Firuze
Duru bir su gibi, bazen volkan gibi
Bazen bir deli rüzgâr gibi
Gözlerinde telaş, yıllar sence yavaş
Acelen ne bekle Firuze(...)
Eviniz kutu gibi küçücük bir evdi
Sarmaşıklarla balkonu örtük bir evdi
Güneşin batmasına yakın saatlerde
Yıkanırdı gövdesi kuytu bir derede
Yaz kış yeşil bir saksı ıtır pencerede
Bahçende akasyalar açardı baharla
Ne şirin komşumuzdun sen Fahriye Abla
Ne güzel komşumuzdun sen Fahriye Abla
(...)
Geceleri kocası kahveye çıkardı
Yalnız bırakıp Dürdaneciği.
O hanım kadın, o annesinin bir taneciği
Hoyrat ellerde körpe karanfil
Pencerelerde sardunyalar gibi yalnız
Kocası kahvede o evde
Alışmışlardı…”
Aslında ilk iki “şiir” de hece ölçüsü dikkate alınarak yazılmış: “Firuze”de 12’li ölçü kullanılırken “Fahriye Abla” 13’lü ölçüye dayanıyor. Dahası kimi bakımdan “Firuze” “Fahriye Abla”dan daha fazla “şiir:” Her iki şiiri imge yükü açısından ele alırsak en yüklü iki dizenin de Firuze’de olduğunu görürüz. “Üzüm buğusu gibisin sen Firuze” ve “Acelen ne bekle Firuze.” Diğer taraftan “Firuze”deki kadın imgesi, Turgut Uyar’ın Dürdaneciğine melodramatik bakımdan değilse de hüznü, sessizliği yani bütün bir romantikliği bakımından ne kadar da yakın! Özellikle “üzüm buğusu gibi” olan Firuze ile “hoyrat ellerde körpe karanfil” Dürdaneciğin birbiriyle dertleştikleri o resmi göremiyor musunuz? Üstelik bu resimde Firuze -Uyarcılar sinirlenmesin ama- Dürdanecik’ten daha imge yüklü olarak yer almıyor mu?
Aşağıdaki dizeler ise “Değer mi”den:
“Bir rüya görür gibi seninle bulutlara uçtuğumda
Bir ateş yakar beni sevginle tutuştuğumu sanırdım
Yağmur olup damla damla öperdim öperdim dudaklarından
Bir nehir gibi çağlar akardım akardım damarlarından”.
Dizelerdeki şiir yükünü görmemek olası mı? Lafı getirmek istediğim yer tam da burası. Şiir dili her zaman zihnimizdeki bir şair imgesine içkin değil. Geçenlerde bir televizyon programındaki mülakatında Aysel Gürel yalnızlığından bahsediyordu. Hayatı boyunca yalnız yaşamış, yatağının başucunda kalem-kâğıt hazır bekliyormuş. Olur da aklına bir dize gelirse hemen kalkıp yazıveriyormuş. Yalnızlıksa işte yalnızlık. Aradaki tek fark birisinin kendisini popüler kültürün bir ajanı kılması, diğerlerinin ise muhalifliklerini sürdürmesi mi sadece? Eğer öyleyse bu Aysel Gürel’e ve onun nezdinde popüler kültüre haksızlık ettiğimiz anlamına geliyor. Çünkü popüler kültürün şiirden bu kadar kopuk olduğunu kim iddia edebilir ki? Madem şiir olan şey, bir biçimde, en azından dil alanında muhaliftir, öyleyse birçok söz yazarı gibi fakat hepsinden daha fazla olmak üzere Aysel Gürel popüler kültürü besleyen dizeleriyle “sistemi içeriden yıkıyor.” Dahası Aysel Gürel zaten pek çok bakımdan popüler kültüre dâhil edilemeyecek kadar da aykırı birisi. Bunu giyiminden kuşamına, halinden tavrına kadar her şeyinde kendisini açık eden o muhteşem umursamazlığında görmek mümkün.
HER ZAMAN HAZIR KÂĞIT-KALEM
Şairin bir kaderi varsa ve bu kader daha çok gönüllü bir sürgünlükse Aysel Gürel’in patlayan flaşlar ve sürekli gülümseyen yüzünün arkasında da bir şairin sürgünlüğünün olduğu açık. Görünüşün çok şey, kimi zaman “her şey” olduğu bir toplumda şiir sevenlerin kıymet verdiği sürgünlük hâlinin kendisini görünüşün ötesinde de gösterebileceğini görmemiz gerekiyor. Bu durumda “Ben nerdeysem yalnızlığın başkenti orası” diyen şairle, başucunda yakaladığı imgeleri yazmak için kâğıt-kalemi hazır tutan, “Ünzile insan dölü, on kardeş beşi ölü” gibi modernist şiirde bile kolay rastlanmayacak bir mısrayı yazabilen “söz yazarı” arasında pek de bir fark yok sürgünlük açısından.
İkinci Yeni’nin büyük şairlerinin; Turgut Uyar’ın, Cemal Süreya’nın ve Edip Cansever’in şiir kitaplarındaki resimlerini bir an gözünüzün önüne getirin. Saçları hafifçe seyrelmiş, birinin elinde “cigara”, ama hepsi bizi bir yerlere çekmek isteyen bakışlarla objektiflere bakıyorlar. Bir yandan da Ayselimiz Gürelimiz’in pastel saçları, ağır makyajı, pembe gözlükleri ve püsküllü kıyafetleriyle objektiflere fırlattığı o “cartlak” bakışı anımsayın. İlk resimlerle son resim arasında aslında “şairlik” bakımından o kadar da büyük bir fark yok. Şimdi siz söyleyin; bu ülkede İsmet Özel şair de Aysel Gürel değil mi?
Ne Kavgam Bitti Ne Sevdam / Aysel Gürel / Tekin Yayınevi / 272 s.
(*) Boğaziçi Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü.
(1) İlhan Berk, “Logos” (İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2017), s. 13.
(2) Cemal Süreya, “Göçebe”, “Sevda Sözleri” (İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2001), s. 61.
En Çok Okunan Haberler
- Ünlü ton balığı markalarında 'yasaklı' madde!
- Ünlü peynir markasından 'konkordato' kararı
- Demokrat Parti Kurultayı’nda adaylık krizi!
- Diyanet'in rekor ihalesi 'Cengiz'e verildi
- Narin cinayetinde 'demir kapı' ayrıntısı
- Süleyman Soylu 'tarafını' seçti
- AKP'nin 'asgari ücret' formülünü duyurdu
- Grip nedeniyle hastaneye gitti, hayatının şokunu yaşadı
- Muazzez İlmiye Çığ hayatını kaybetti
- Hangi suçlara tutuklama geleceği belli oldu