Atilla Dorsay: 'Kendine özgü yaşadım'

Farklı zamanlarda yapılmış ve bileştirerek sunduğumuz bu nehir söyleşi; Atilla Dorsay’ın elli beş yılı aşan kariyeriyle koşut ülkemizin ve sanatın yakın tarihine de tanıklık niteliğinde…

Atilla Dorsay: 'Kendine özgü yaşadım'
Abone Ol google-news
Yayınlanma: 16.06.2020 - 23:15

Mimarlık, gazetecilik, sinema ve müzik yazarlığı, başta sinema üzerine olmak üzere pek çok alanda yazdığı ellinin üzerinde kitabı… Dünyaca ünlü sinemacılarla yaptığı söyleşileri, televizyonda sinema ve müzik programları… Legion d’Honneur-Palmes Academiwues Nişanı, TDK Basın Ödülü, İstanbul, İzmir ve Antalya festivalleri Emek Ödülü gibi sayısız ödülü, birçok festival ve yarışmalarda jüri üyeliği… 

Bütün bunları elli beş yılı aşan kariyerine sığdıran bir emekçi Atilla Dorsay. Ömrünü sansürü ve diktayı eleştirmek, bu yılda mücadele vermeye adamış aktivist bir aydın. Cumhuriyet, Milliyet, Hürriyet, Yeni Yüzyıl, Sabah gibi ulusal gazetelerde sayısız eleştiri yazısına imza atmış bir tükenmez kalem ve basın ve sinema sektörünün Atilla ağabeyi. 

Söyleşinin ikinci bölümünde konuştuğumuz, kendisini idealize etmeden kaleme aldığı “Bir Ömürden Seçilmiş Tablolar”da da gerçeklere teğet geçmiyor Dorsay. 

Fransa, uyuşturucu, deprem, mimarlık, 68’ler, dağarında Sinematek’te iyice bütünlenen ve hayatının hemen her alanında müzikle başa baş giden sol ve sinema, aşk, eşi Leman Dorsay, Babıâli, Emek ve Gezi mücadelesi, SİYAD, Antalya Altın Portakal, 2014 TÜYAP Onur Yazarı Ödülü gibi yaşamındaki bütün değişim ve gelişimler, bu anılar silsilesinde de ezber bozan bir açıklıkla buluşuyor okurlarla. 

Dolayısıyla farklı zamanlarda yapılmış ve bileştirerek sunduğumuz bu nehir söyleşi; Atilla Dorsay’ın elli beş yılı aşan kariyeriyle koşut ülkemizin ve sanatın yakın tarihine de tanıklık niteliğinde…

- Sizin için yazının çok az öncesinde başlıyor sinema.

- Tabii, İlkokulda tutmaya başladığım sinema defterlerim vardı. Sevgili Sadık Karamustafa’ya teslim ettiğim bu defterlerin büyük bir bölümü, Onur Yazarı seçildiğim yıl TÜYAP’ta benim için açılan sergide sunulmuştu. 

İlk önce İzmir’in Karşıyaka semtinde oturuyorduk. 1940’ların bu ilk yarısında insanların neredeyse tek eğlencesi sinemaydı. Annem İkbal Rahime ve babam Hüseyin Avni Dorsay sinemayı çok severdi. 8 yıl boyunca tek çocuktum ve 4-5 yaşlarımdan itibaren beni de sinemaya götürdüler. 

Babam frankofondu ve beni kesinlikle Galatasaray Lisesi’nde okutmak istiyordu. Bunun için 1949’da Karşıyaka’daki kurulu düzenlerini bozarak İstanbul’a taşındılar. 

Galatasaray’a girince hayatımda tabi çok şey değişti. Özellikle 10 yaşımdan itibaren filmler dahil yazı gibi çeşitli alanlara daha bilinçli yaklaşmaya başladım. Yazı yazma yeteneğim de o yıllarda ortaya çıkmaya başladı, özellikle de ilkokulun dördüncü sınıfından itibaren gelişti. 

Galatasaray’da edebiyata çok teşvik ettiler. İlkokulda bile iki grup oluşturarak münazaralar yapılırdı. Tüm bunlar hem Türkçemi hem de yazıya olan yeteneğimi ve arzumu çok geliştirdi. 10-11 yaşlarımdan itibaren sinema defterleri tutmaya başladım.

“YAZI VE SİNEMA BENDE PARALEL OLUŞTU”

- Neler yazıyordunuz o defterlere?

- Filmin orijinal ve Türkçe adını, renkli olup olmadığını, rejisörünü, oyuncularını yazıyordum. En son bölümde de o yıllarda “fevkalade”, “çok güzel”, “orta”, “kötü”, “çok kötü” gibi değerlendirmeler ve bir iki cümleyle başlayıp, üç beş yıl sonra yedi sekiz cümleye dönüşen ilkel, çocuksu eleştiriler yer alıyordu. Bir eleştirmenin fiilen nasıl yetiştiğini o defterlere bakarak görmek mümkün. 

Yine Galatasaray’ın dört ve beşinci sınıfında okuduğum yıllarda, ailem, arkadaşlarım, günlük hayatım hakkında günlük tutmaya da başlamıştım. Şu kesin ki, bu iki yetenek, yazı ve sinema bende paralel biçimde oluştu.

- Bunda ailenizin ve hocalarınızın payı, katkısı nasıldı?

- Ailemden gelen yetenekler kuşkusuz vardı. Babamın İzmir’deyken, o dönemin Demokrat İzmir gazetesinde - Atilla İlhan’ın da ilk yazdığı gazetedir - “Menekşe” adlı bir romanı tefrika edilmişti. O romanın kupürleri hala bir zarf içinde bende durur. Babam bir gün kitap olarak bastırmaya çalışmamı vasiyet etmişti ama maalesef yapamadım. 

Sonra yatılı okuduğum Galatasaray’da liseye geçtiğimde dönemin ünlü ve popüler edebiyatçılarından oluşan öğretmenlerim oldu; Ahmet Kutsi Tecer, Zahir Güvemli, Esat Mahmut Karakurt gibi. 

Beyoğlu’nun göbeğinde olmak da zaten başlı başına kültürün ortasında olmak demekti, tiyatro ve sinema son derece canlıydı. Bu kişiliğimin gelişmesinde çok önemli olmuştur. Beyoğlu’na birçok kitabımda bu nedenle de eğilmişimdir.

“DİPLOMAT OLMAK İSTERKEN ÖNCE MİMAR SONRA YAZAR OLDUM!”

- Başlarda sinema yazarı olmaya ise hiç niyetiniz yokmuş öyle mi?

- Diplomat olmak istiyordum ben. Liseden sonra sınava girdim çünkü o yıllarda genel bir üniversite sınavı yoktu. Hangi fakülteye girmek istiyorsanız, onun sınavından geçmeniz gerekiyordu. 

Ankara’da Siyasal Bilgiler okumak istiyordum. Fakat babamın bir vasiyeti hayatımı etkilemiştir; “devlet memuru olma.” Babam bir devlet memuruydu. Devlet Demiryolları’ndaki kariyerine müfettiş olarak başladı, müfettiş olarak emekli oldu ve kısa süre sonra da vefat etti. 

Diplomat olmak istediğimi söylediğimde de “diplomasi her açıdan çok daha iyi bir meslek ama ne de olsa memurluk. Doktor, mühendis, mimar ol ya da iş adamı ol ama memur olma” demişti. 

Onu dinledim ve kendime en yakın gördüğüm mimarlığı seçtim. Çünkü yazı çizide hep çok iyi olagelmiştim. Devlet Güzel Sanatlar Akademisi (Mimar Sinan Üniversitesi) Yüksek Mimarlık bölümüne girdiğimde yıl 1957’ydi. Okul beş yıldı ve sonrasında bir yıl Paris’te okumuştum. 

1957’de girdiğim okuldan 1964’te çıktığımda ise fiilen yedi yıl okudum ve nitekim de hemen İstanbul Belediyesi’nde ve İmar ve Planlama Müdürlüğü’nde iki buçuk yıl şehirci mimar olarak çalıştım. Onun da İstanbul ilgime ve sevgime büyük bir katkısı oldu.

- Tüm bunlar olurken sinemaya verilen bir ara yok.

- Asla, aklım fikrim sinemadaydı. Rüyalarıma bile giriyordu. Sinema defterlerimi genişleterek tutmaya da devam ediyordum.

“İLK YAZILARIM CUMHURİYET’TE YAYIMLANDI”

- Hayatınızın Cumhuriyet gazetesi sayfasını açtınız derken.

- Mezun olduktan iki yıl kadar sonrasına denk gelir. Cumhuriyet’te o yıllarda bir arkadaşım, Ural Birand, (Mehmet Ali Birand’ın da yeğeni) yazıyordu. Bizim eve de hep Cumhuriyet gazetesi girerdi. Fakat bir ara o dönemdeki deyişle Eylül ayında sezon başladığında birkaç ay süreyle yazıları çıkmamaya başladı. Sordum soruşturdum, bir burs kazanmış ve Brüksel’e gitmiş. Bunu bir fırsat saydım. 

O hafta hiç unutmam bir İsveç yapımı “Bir Aşk Gecesi” ve bir de  Sean Connery ile Gina Lollobrigida’nın başrolde oynadıkları “Esrarengiz Dilber” adlı filmleri izledim. O yıllarda aldığım daktilomda bu iki film üzerine yazdım ve Cumhuriyet Gazetesi’ne gittim. 

Önce Ecvet Güresin’in yanına çıktım, o beni Yazıişleri Müdürü Erol Dallı’ya yolladı. Erol Dallı, dosyamı inceledi ve herhalde beğendi ki “Biz bunları sanırım kullanırız, size de haber veririz” dedi. Bana haber verilmedi ama Cumartesi günü Cumhuriyet’i aldığımda yazılarım tek bir düzeltmenin dışında olduğu gibi yayınlandığı gördüm.

- Yazı diliniz kabul görüyor daha ilk kertede.

- Hiç sahte bir tevazuya kapılmadan söyleyebilirim ki, gazeteciliğe başladığı anda dile en hakim olanlardan biri de herhalde bendim. Çok okumuştum çünkü.

- Kimleri ve hangi yapıtları okudunuz daha çok?

- Küçük yaştan beri ömrüm okumakla geçti. Her türde roman okudum. Daha gençken Abdullah Ziya Kozanoğlu’nun tarihi romanlarını, Arsen Lüpen’in Fransızcadan Selami İzzet Sedes’in çevirdiği polisiye romanlarını, yine Fransız edebiyatının Fantomalar serisini okumuştum. 

Sonraki yıllarda bütün Agatha Christie külliyatını okudum ki Fransızcasından üstelik, hala durur o kitaplarım. Le Marsk E La Plüm diye bir seri vardı, Paris’te yaşadığım bir buçuk yıl zarfında onları edinmiştim, Agatha Christie’nin işte tüm Miss Marple ve Hercule Poirot serüvenleri... 

Ufak ufak bizim edebiyatımıza da giriyor, yazarlarımızı takip ediyordum. Reşat Nuri Güntekin çok genç yaşta okuduğum yazarlardan biriydi. Ahmet Hamdi Tanpınar, Halide Edip Adıvar, Refik Halit Karay başta olmak üzere ciddi edebiyat okumalarına başladım. 

Karay’ın o olağanüstü Türkçesiyle kaleme aldığı “Nilgün” adlı romanı evimize giren gazetelerden Hürriyet’te de tefrika olarak çıkmıştı. Biz aylar, yıllar boyu Türk Prensesi Nilgün’ün Türkiye’deki ve Hindistan’daki serüvenlerini okuduk.


“TÜRK FİLMLERİ YAZMADIĞIM İÇİN BANA ‘DORSEY’ DEDİLER””

- Cumhuriyet’e yazılar nasıl devam etti?

- İlgiyle karşılandı yazılarım. Fakat ilk yıllarda şöyle bir ayrım vardı: Gerçekten bir ağabey gibi çok sevdiğim, mesleğe benden çok daha önce başlamış, sinema yazarı, arşivcisi, belgecisi Turhan Gürkan, Türk filmlerini, ben de yabancı filmleri yazıyordum. Zımni bir anlaşma vardı aramızda. Pratikte öyle başladı, öyle gitti. 

Yazılarım ilgiyle okunuyordu ama Türk filmlerine değinmiyordum. Tabi 1960’ların sonları da Türk Sinemasının gayet iyi bir dönemiydi ve yerli sinemacılar bana kızdılar bu yüzden.

- “Dorsey” olayı değil mi? Size “Atilla Dorsey” denilmesi...

- Beni çok üzmüştür. Dorsey, savaş yıllarında ünlü olan iki caz orkestrasının Amerikalı şefleri Jimmy Dorsey, Tommy Jorsey’den geliyordu. Yani bana “sen Türk değil Amerikalısın” diyorlardı. 

Aşırı milliyetçi değilim ama Türkiye’yi ve Türk olan her şeyi, İstanbul’u, Anadolusu, Doğusu, Batısı, dili, türküsü, edebiyatı, sanatıyla her zaman çok sevdim. Dışarıda yaşama fırsatlarım oldu ama hep bu kente ve bu ülkeye dönmeyi yeğledim. Neymiş? Türk filmleri yazmıyormuşum!

- Ve iyi yanıltınız onları.

- Sanıyorum (gülerek).

“NADİR NADİ İLE YILMAZ GÜNEY’İ İZLEDİK!”

- Yılmaz Güney’in filmiyle başlıyorsunuz Türk filmlerini yazmaya. Onu anlatır mısınız?

- 1970’te Yılmaz Güney’in o harika “Umut” filmini hep beraber izledik. Sinematek’in o yıllarda Mis Sokak’ta bulunan küçük gösteri salonunda filmin özel bir gösterimi yapıldı. Cumhuriyet’ten simalar da geldi, Nadir Nadi bile vardı. Nadir Bey’le “Umut”u izliyoruz, düşünebilir musun? 

Gösterimin sonunda Yazıişleri müdürü ne derse desin “ben bu filmi yazacağım” dedim ve güzel bir eleştiri yazdım. Alıp hemen yazıişlerine götürdüm daha doğrusu sayfa sorumlularına teslim ettim ve benim “Umut” filmi eleştirimi çarşaf gibi yayınladılar. 

O tarihten itibaren Türk filmlerini de yazmaya başladım. Başlayış o başlayış... Filmleri ve yönetmenleriyle biraz daha magazin yanıyla Türk Sinemasına adeta daldım.

“CUMHURİYET’E 27 YAŞIMDA GİRDİM, 27 YIL YAZDIM!”

- Cumhuriyet’te 27 yıl yazdınız.

- Evet, sürekli. 27 yaşımda girmiştim: 1966’da... Demek bu sayının o ilişkide özel bir yeri var!... Sonra neler neler yaşadık... Bir yazarla bir gazete arasında oluşabilecek en ilginç ilişkilerden biri. 

Elbette bir Cumhuriyet ve Uğur Mumcu ya da Milliyet ve Abdi İpekçi kadar değil. Ama kendine özgü bir romantizmi, bir hüznü olan, kendi içinde oya gibi örülmüş bir ilişkiydi. Hep gururla, kıvançla, özlemle anacağım... Ama biraz da yüreğimi acıtan... Ve sonuç olarak iyi ki yaşanmış, iyi ki o soğuk Aralık günü yazılarımı koltuğumun altına alıp oraya gitmişim dediğim!...

TRT DÖNEMİ...

- TRT 2 döneminiz… 1985’ten itibaren sinema üzerine programlarınız hafızalardaki yerini koruyor.

- Evet ve yıllar boyu sürdü.

- Özel olarak beklenirdi o programlar.

- Bu çok iftihar ettiğim bir konudur. “Sinema Tarihinden Bir Yaprak”, “Sinema 100 Yaşında”, “Sinema Büyüsü” gibi kuşaklarla, TRT’yi de bazen almaya zorladığım kaliteli filmler aracılığıyla yıllar boyu sinemaseverlere çok şey verdiğimi düşünüyorum. 

Eski filmleri hatırlatmak, klasikleri tanıtmak, sinema sanatının temellerini açıklamak adına ciddi bir emekti. Kültür açısından iyi dönemlerdi, bugün birçok alanda yaşanan yozlaşma olayı yoktu.

“BUGÜN ORTALIK SINCLAIR’İN ŞİKAGO MEZBAHALARI’NDAN FARKSIZ”

- Kalemin de baş belası sansür mücadelesiyle temasınızı anlatır mısınız?

- 1970’lerde, ben o yıllarda televizyonda bir şey sunmuyordum ama Milliyetçi Cephe iktidarları nedeniyle ciddi bir sansürün farkına varmamak mümkün değildi. Birçok film gösterilemiyor, kuşa çeviriliyor veya hiç gösterilemiyordu. 

1980’lerde görece bir özgürlük hakim oldu. Bu sefer de 12 Eylül’ün kendine özgü koşulları devreye girdi. İşte “devrimci” lafını kullanamazdınız, sol filmler gösteremezdiniz, Yılmaz Güney zaten yasaklıydı gibi. 1990’lardan sonra biraz daha özgürlük geldi ama sol da iyice silindiği için kapitalizm ülkede aldı başını gitti. 

Gerçi kapitalizmin Türkiye’de bugünkü uygulamasına bakıyorum da -ki en iğrenç, en ilkel halini yaşıyoruz-, neredeyse Upton Sinclair’in “Şikago Mezbahaları” (“The Jungle”) romanında çizdiği dönemi hatırlatan bir baskı, zulüm hakim, emekçi kesim ve işçiler üzerinde.

“1977 YÜRÜYÜŞÜ, TÜRK SİNEMASININ YAPTIĞI EN İYİ HAREKETTİ!”

- Hayatınız sansürü eleştirmekle geçti.

- Tabi, hatta bir ara “Sansür Üzerine Yazılar” diye bir kitap tasarım bile vardı. Bütün dosyaları hazırdı ama bir türlü çıkaramadık. Sansüre tepkinin en parlak örneği 1977’de, yine Milliyetçi Cephe koalisyonlarının en baskı yaptığı yıllarda yaşandı. Ankara’da Meclis’e, ünlü sansürü protesto yürüyüşü yapıldı. 

İstanbul’dan yola çıktık, ben de katıldım. Aralarında Türkan Şoray, Hülya Koçyiğit, Tarık Akan, Cüneyt Arkın, Fatma Girik, Vedat Türkali, Uğur Mumcu, gibi pek çok önemli oyuncu ve yazarın yanı sıra geniş bir emekçi kesiminin de bulunduğu büyük bir grupla yapıldı. 

Bizi karşılayan o dönemin Belediye Başkanı Vedat Dalokay’a sansürün kalkması için dilekçe verildi. Türk Sinemasının bir araya gelerek yaptığı en muhteşem hareketti.

- Bir sonuca varamadı yazık ki.

- Varamadı. Hemen sonrasında Bülent Ecevit iktidara geldi, 1978-1979’da Ecevit dönemi yaşandı. Ama tuhaftır, Ecevit’in iktidara geldiği yıl yapılan Antalya Film Festivali çok ağır bir sansüre sahne olduğu için iptal oldu. 

O kadar çok film yasaklandı ki festival yapılamaz hale geldi. Ecevit’in şahsını kesinlikle suçlamıyorum ama arka planda dönenler, birtakım işgüzar refleksler buna neden oldu. Festival 1980’de zaten yapılamazdı zira 12 Eylül oldu.

“SABAH’INKİ BİR BİZANS TARİHİ!”

- Cumhuriyet’ten ayrıldıktan sonra Milliyet’te yazdınız ve...

- 48 yıllık meslek yaşamımda, hiçbir gazeteden kovulmadım, ilke kararlarım doğrultusunda hep ben ayrıldım. Kolay da çıkmam, bak Cumhuriyet’te 27 yıl kalmışım, Sabah’ta sonra 15 yıl yazdım. Oradan oraya sıçrayan bir Mehmet Barlas olmadım. 

Cumhuriyet’ten çıktıktan sonra maddi açıdan güçsüzdüm, bir gazeteden teklif bekledim doğrusu. Bir süre teklif gelmedi. Ancak o günlerde arkadaşım olan -bugünlerde artık değil- Emre Aköz’den bir teklif aldım ve 1994’te onun çıkardığı “Q” adlı kadın dergisinde aylık yazılar yazmaya başladım. 

Aynı yıl teklif gelen Milliyet’te haftalık sinema eleştirilerime başladım. Fakat kısa süre sonra Hürriyet’ten de teklif geldi ki o dönem patronları aynıydı biliyorsunuz. Doğan Hızlan Hürriyet’te yazmamı istedi. Kalkıp gittim ama Ertuğrul Özkök ile yıldızlarımız barışmadı. Bir süre çalıştık ama soğuk bir şekilde ayrıldık. 

Bunun üzerine bir yıl kadar Milliyet’te yazdım hiç de mutlu olmadan. Küçücük bir yer verilmişti, geniş yazılar yazamıyordum, sinema dışı yazılar hele hiç yazamıyordum, artık onu da istiyordum bir parça. 

1995’te Okay Gönensin, Dinç Bilgin grubunun o dönem yeni çıkan Yeni Yüzyıl gazetesinde yazmamı istediğini söyledi. Önce tereddüt ettim ama sonra çok cazip geldi. Çünkü hem Okay Gönensin’i çok severim Cumhuriyet’ten, hem de yeni bir gazeteyi çıkaran kadronun içinde yer almak, hayatta kalmasına katkıda bulunmak duygusunu yaşamak, öyle bir misyonu paylaşmak istedim.

- Yeni Yüzyıl’da demin bahsettiğiniz çeşitli alanlardan yazma arzunuz gerçek oldu.

- Evet. Sinema, tefrika yazılar, televizyondaki filmleri yazdım. Ayrıca haftada bir kere sinema dışı konular yazdığım geniş bir köşe de verilmişti. Ama sonra Dinç Bilgin benim hâlâ bilmediğim nedenlerden dolayı Yeni Yüzyıl’ı gözden çıkarttı ve kapattı. 

Bir ay kadar sonra Dinç Bilgin grubunun ana gazetesi Sabah’tan teklif aldım ve 1998 sonları itibariyle orada başladım. Sabah’ta 15 yıl kaldım ve 8 Nisan 2013’te yazılarımı sona erdirdim. 

Sabah maceramı şu cümleyle özetleyebilirim; Sabah’ta yazı yazmak İsmet İnönü’nün ünlü deyimindeki gibi “bir kaplanla aynı kafese girmek gibi”ydi. Çünkü her an ısırılabilirsiniz. 

Nitekim Sabah’ta mutlu anlarım da oldu ama ısırıldığım, yaralandığım anlar da oldu. Bir Bizans tarihidir Sabah’ın tarihi. Bunları ileride bir anılar kitabında yazmak istiyorum.

“EMEK’İ ACIMADAN YIKTILAR, YAHU ORASI MÜZE OLUR!”

- 2012 tarihli “Emek Yoksa Ben de Yokum” başlıklı yazınız da epey ses getirmişti.

- Evet, hayatımdaki önemli bir dönüm noktasıdır. Kamuoyuna söz konusu yazımda; “Emek Sineması yıkılırsa ben de gazeteciliği ve Sabah’ı bırakırım” diye bir söz vermiştim. 

Çünkü Dinç Bilgin ve Korkmaz Yiğit’in ardından gazeteyi satın alan Başbakan Tayyip Erdoğan’ın dünürü Ahmet Çalık’ın Sabah’ı iktidarla iyiden iyiye yakınlaşmıştı. Tarafsız bir kitle gazetesi olma özelliğini kaybetti, iktidarın borazanı haline geldi. 

Hakkında dünya kadar yazı yazdığım bir yol arkadaşı, sayısız sinemaseverin de ortak bir anıt mekânıydı Emek Sineması. Yahu orası müze olur! Kimler geldi kimler geçti oradan; ne yıldızlar, ne ustalar, ne ödüller, festivaller, gösterimler yapıldı. Umurlarında değildi, acımadan yıktılar. 

- Hatta darp edildiniz. İnanamamıştık diyeceğim ama.

- Gezi’de insanlar öldü, tartaklanmak yanında hiçbir şey değil tabi ama o hakaret de nasıl unutulur Gamze? Birdenbire Emek’in önüne tahta perdeler koyup yıkmaya başladıklarında ne oluyor diye içeri girip bakmak istedim topu topu. 

Asıl kaybeden kendileridir, Emek, Gezi Direnişinin öncüsü oldu. Halk kısa süre sonra artık yeter dedi. Ben de Beyoğlu’nu ve Emek Sinemasını adeta hastalık derecesinde seven biri olarak okurlara verdiğim sözü tuttum ve ayrıldım. 

Kaldı ki Emek’i yıkmasalardı da ayrılacaktım zira iktidar yandaşı bir gazetede kalmam zaten düşünülemezdi.

- Yazı sizi pek çok alandan kuşattıysa da asal olarak kültür ve sanatla koşut gitti. Bunlardan biri de müzik. Radyo 3’te müzik programları yaptınız.

- Evet, “Yaşamdan Dakikalar.” 1987’de başladım 1994’e kadar sürdü. Yedi yıl boyunca her pazar yazdım. Müzik tutkum da ailemden gelir. Babam Yanya göçmeni olduğu için Rumca şarkılar söylenirdi evimizde. 

Yanı sıra Fransızca şarkılar -özellikle de savaş sonrası çok ünlü olan Tino Rossi’nin şarkıları- söylenirdi. Ayrıca İstanbul Radyosu’ndan gelen bir duygu da var; çocukluk yıllarımda alaturkayı bana çok sevdiren fasıl heyetlerini unutamam. 

Kısa süre sonra çok sesli müziği seçtiysemde, tek sesli olsa da kendi musikimize karşı daima büyük bir ilgi beslemişimdir.

“FİLMLERİ NAİF BİR SEYİRCİ KİMLİĞİYLE İZLEMEYE ÇALIŞIRIM”

- Ciddi bir müzik arşiviniz olduğu da bilinir. Bir önceki söyleşimizde de bizzat incelemiştik. İddialı bir arşiv!

- Öyle. Yirminci yüzyılın en geniş Türk ve yabancı pop müzik arşivlerinden biri bende diyebilirim. Bu tutkum yazılı olarak “Ne Şurup-Şeker Şarkılardı Onlar- Kişisel Bir 20. Yüzyıl Pop Müzik Tarihi” adlı bir kitabımda da somutlaştı. 

Pop müzik arşivim içinde caz, Amerikan standartları dediğimiz özellikle 1930’ların, 1940’ların, 1950’lerin çok ünlü şarkıları, Rock’n Roll, İngiliz pop müziğinin hemen tüm örnekleri, Fransız ve İtalyan şansonları, İspanyol ve Latin müziği yer alır. Bu alanlarda hâlâ CD almaya ve getirtmeye devam ediyorum. 

Günümüzün pop müziğini de Türk popu dışında izlemeye çalışıyorum çünkü benim Türk popu anlayışım yirminci yüzyılda kaldı.

- Sinemada öyle değil tabii.

- Klasiklerden vazgeçmiyorum bu doğrudur ama günümüzün sinemasını da çok seviyorum, yazıyorum ve kitaplaştırıyorum. “Benim Hayatımızı Değiştiren Filmler” adıyla başlayan serimin ilk iki cildi 1985-1995 ve 1995-2005 arası filmleri konu alıyordu. Üçüncü cilt 2005-2015 arasını kapsıyor. Toplamda 525 yabancı filmin eleştirisi yer alıyor. 

Klasikler süper tamam ama sinemanın en iyi günleri geride falan da kalmadı yani. Hâlâ çok güzel şeyler yapılıyor, çok yetenekli insanlar çıkıyor. Mesela o kadar suyu çıkmış bir olay olmasına rağmen hâlâ harika, yaratıcı aşk filmleri yapılabiliyor; Michael Heneke’nin “Aşk” (“Amour”) ve Spike Jonze’nin bizde “Aşk” adıyla gösterilen “Her” adlı filmleri çok güzel iki örnektir.

- Bir filmi nasıl bir bakış açısıyla izler ve yazarsınız?

- Eski masumiyet günlerine dönmeye, temiz bir kalp ve arı bir zihinle, bildiği her şeyi unutmaya, naif bir seyirci kimliğine bürünmeye çalışarak. 

Yine de bunca yıldır artık öyle bir profesyonellik hakim olmuş ki, film süresince beni en çok ilgilendiren, mutlaka kullanacağım kişilikleri, sözleri, temaları saptamaya çalışmaktan da kendimi alıkoyamam. 

Bazen bir cümle öyle can alıcıdır ki onu yanımda bulundurduğum küçük bir kâğıda not ederim.

‘HAYAT VE SİNEMA TUTKUM BENİ AYAKTA TUTUYOR’

- Peki, favorileriniz ve sinemada görmeyi umduklarınız?

- Aksiyon, klasik filmler, tarihi filmler, korsan filmleri, western, aşk, ya da bilim kurgu hiçbir türü dışlamam ama sorunu şu tek örnekle yanıtlayabilirim; kara film. Hayatın kara yanlarını polisiye gerilim, entrika, suç ve psikoloji bağlamında ele alan bu türe bayılıyorum. 

Her alanda sinemayı yenileme özelliği taşıyan, bize taze bir bakış getiren filmler izlemeyi yürekten diliyorum. Günümüzde de bunun örnekleri yok değil şükür ki. Birkaç yıl önce izlediğim David Fincher’ın “Gone Girl”ü (Kayıp Kız) kara film türünün çağdaş bir başyapıtı niteliğinde meselâ. 

Öte yandan sayısı 6 bine yaklaşan çok geniş bir DVD arşivim var. Onları düzenli izliyorum ve ayda bir tanesini de Milliyet Sanat’a “Sinemanın Unutulmaz Hazineleri” başlığında yazıyorum. Onlar da bir kitaplaştı. 

Elbette düş kırıklığı yaratan filmler de var günümüzde. Gırla! Hatta beşte üçü öyle ama ben kalan beşte ikiyle ilgiliyim. Hayat ve sinema benim açımdan birbirini besleyen iki şeydir. Hayata karşı sevgim ve sinemaya olan tutkum beni birlikte ayakta tutuyor.

“AMERİKALILAR SENARYO KONUSUNDA MÜKEMMEL!”

- Metne yani senaryoya önem vermemeniz düşünülemez.

- Kesinlikle. Bence sinemamızın en büyük eksikliklerinden biri de budur. Türkiye’de senaryo her zaman zayıf olageldi. Amerikalılar bu konuda rakipsiz diyebilirim. Amerikan sinemasındaki senaryo mükemmeliyeti hiçbir ülkede yok. 

- Hiç senaryo yazdınız mı?

- Hayır.

“ AGÂH ÖZGÜÇ ÖYLE DESE DE VATANDAŞ RIZA’YI BEN YAZMADIM!”

- Rivayet odur ki “Vatandaş Rıza”yı siz yazmışsınız!

- O konu evet. Böyle yanlış bir bilgi dolaşıyor farkındayım. O da şöyle oldu: O yıllarda ahbap olduğumuz Cüneyt Arkın bana filmin senaryosunu yolladı, şöyle bir baktım düzeltilecek bir şey yoktu aynen geri yolladım. Ama nedense bunu Sevgili Agâh Özgüç bir kitabında “Senaryo: Atilla Dorsay” diye kullanmış.

- Senaryo yazmayı hiç düşündünüz mü?

- Düşündüm ama o vaktim olmadı, yok. Çok büyük vakit istiyor. Ayrı bir tekniği var tabii, öyle kaleminizin ucuna geldiği gibi yazamazsınız. Bu yetmez. Uymanız gereken bir sürü kural var. Ben de kurallara çok bağlı kalarak yazamıyorum. 

Ama senaryo ya da bir zamanlar düşündüğüm gibi tiyatro oyunu yazacak olsaydım da kara film entrikası ya da benzeri olurdu kesin. Hikâyelerim de kara film tadındadır. 

Hatta “Hepsi Senin İçin” adlı hikâye kitabım hakkında en doğru teşhiste, “bu kitaplarda kara film ruhu var, polisiyenin kendine özgü tadı var” diyen Ahmet Ümit bulunmuştur.

“İLK RÖPORTAJIM WILLIAM WYLER’LAYDI; TEYP YOK, FOTOĞRAFLAR B*KTAN!”

- Yaptığınız röportajlardan bahsetmezsek size haksızlık etmiş olurum. Bir de öyle böyle isimler yok skalanızda.

- 1970’te ilk defa Cannes’a gittiğimde, sudan çıkmış balık gibiydim. Kötü bir fotoğraf makinem vardı, teybim ise yoktu. “Ben-Hur”, “Korkunç Koleksiyoncu” gibi filmlerle bilinen ünlü Amerikalı yönetmen William Wyler’la yaptım ilk röportajımı. Ünlü Carlton Hoteli’nin terasında yaptığım röportajım Cumhuriyet’te tam sayfa yayınlandı. 

Bir de adam teyp bekliyor fakat ben de teyp yok. “Teybiniz yok mu?” diye sordu, “Yok, not almayı tercih ediyorum” dedim kıpkırmızı olarak hiç unutmam. Çektiğim ve birisine verip çektirdiğimiz gayet b*ktan resimler de (gülüyoruz) gazetede mecbur yayınlandı. 

1972 ve 1973’te gittiğimde iyi bir teybim ve daha iyi bir fotoğraf makinem vardı. 1972’de özellikle şanslıydım ki Milliyet adına gelen Arda Uskan da oradaydı ve gayet güzel fotoğraflar çekti. 

Yine Carlton Hoteli’nin terasına gittik, bir baktık John Huston, Sergio Leone orada. Hemen yanlarına yaklaşıp küçük bir söyleşi yaptım, Arda da çekti. Alfred Hitchcock da aynı oteldeydi ama terasa çıkmıyordu. Daha sonraları Hitchcock’un adresini, telefonunu buldum. Aradım, yardımcısı Fransız bir kadın çıktı. Güzel bir Fransızcayla derdimi anlattım, teklifimi iletti ve Hitchcock kabul etti. Arda ile gittik ve ünlü Hitchcock röportajımı yaptım. 

Sonra Cannes’a 10 yıl kadar gidemedim fakat arada 1978’de Berlin Festivaline gittim, 1980’lerden itibaren yavaş yavaş bütün dünya festivallerine gitmeye başladım. 1985’ten itibaren de Cannes’a başladım hiç ara vermemecesine. Baş başa röportaj yaptığım ünlüler arasında Robin Williams, Sophie Marceau, Juliet Binoche, Charles Aznavour, Atom Begoyan, David Carradine, Harvey Keitel, Faye Dunaway gibi dünya kadar insan oldu.

“FRANSIZ ELEŞTİRİSİNE YAKINIM”

- Uluslararası alanda sinema eleştirmenlerinin yazılarını nasıl buluyorsunuz?

- Ülkelere göre değişmekle birlikte Amerikan eleştirisi daha basit, sade, yönetmenin bütün kariyerine değil, son filmine yönelen daha pragmatik bir eleştiridir. Ama bu işi iyi bilirler. 

Fransız eleştirisi daha temelli, daha makro, sanatçının bütün kariyerini söz konusu eden, her filmin yönetmen veya sanatçının kariyerinin içindeki yerinin de araştırılıp saptandığı bir eleştiridir. Beni eleştiride esas etkileyen de Fransız eleştirisi olmuştur.

İngilizlerin Sight and Sound dergisine yeniden aboneyim, o da çok sağlam bir eleştiri sunuyor. İngiliz tarzı eleştiri Fransız eleştirisinden de öğeler almakla birlikte Amerikan eleştirisine de yakındır. 

Beni etkileyen eleştirmenler arasında ilk anda yıllarca izlediğim Marcel Martin veya Michel Simon gibi isimleri sayabilirim. Amerika’dan Roger Ebert gibi popüler isimler doğrusu beni çok etkilemedi. İngiltere’den bir Nick James tabi kayda değerdir. David Robinson gibi iyi sinema tarihçileri de öyle. 

Bizden Tuncan Okan bir dönem de eleştirmenliği popüler kılan adam olması açısından 50’lerin sonlarından itibaren çok etkili olmuştur. 

Sinematek döneminde beraber olduğumuz, birbirimizden etkilendiğimiz başta Onat Kutlar, hemen arkasından Rekin Teksoy, Jak Şalom gibi sinema eleştirmenleri, Türk sinemasını çok iyi bilen ve iyi arşivcilik çalışmaları yapan Agâh Özgüç, Burçak Evren de kuşkusuz çok önemli isimlerdir.

“MÜZE PROJEM BEKLEMEDE”

- Atilla Dorsay Müzesi projeniz vardı..

- Hala tasarı aşamasında Gamze. 5 bin dvd, 5 bine yakın popüler müzik cd’si, sayısız kitap, aldığım onlarca ödül, yazdığım kitapları sunmayı planlıyorum orada. Ama özellikle dvd ve cd arşivimin 20. yüzyıl sinema ve müzik tarihi açısından çok önemli olduğunu düşünüyorum.

İnsanların hele bizde bu filmlere özellikle klasik filmlere, bu müzik arşivine ulaşmaları mümkün değil. Biz de o anlamda müzikal kitaplıklar da yok. Dışarıda çıkmış olan bütün eski longplay’lerin ve cd’lerin türlerine göre belki toplandığı yerler var, biz de bunlar yok. 

Dolayısıyla ben kimseye de yük olmadan, bana ait bir katta sergilemeyi planlıyorum. Bir vakfın, bir kurumun nezareti altında, meraklıları için kayıtların ve gösterimlerin yapıldığı özel bölümlerle birlikte hizmet verebilen bir mekân haline getirilmesini istiyorum. Çalışmalarımdan fırsat bulur bulmaz hayata geçirmeye çalışacağım. Bakalım..

BİR ÖMÜRDEN SEÇİLMİŞ TABLOLAR

- Dile kolay 50’nin üzerinde kitap yazdınız. “Bir Ömürden Seçilmiş Tablolar” adlı kitabınızın payına neler düştü?

- En çok ailemin hikâyesi ve de 53 yıllık uzun yazarlık/gazetecilik kariyerimin dökümü. Ailemin Yanya’da başlayıp Afyon ve İzmir’den geçerek İstanbul’a uzanan öyküsü neredeyse bir Ayşe Kulin romanını hak ediyordu. Ben onun gibi bir romancı olmadığım için, ancak elimden geleni yaptım!... Ama okuyanlar bunun bile etkileyici olduğunu söylediler. Bir de 27 yılı Cumhuriyet’de, 6 yılı Yeni Yüzyıl’da, 13 yılı da Sabah’ta geçen basın maceramın aşamaları. Andığım birçok ünlü gazeteci, yazar, sanatçı ve de kimi kaçınılmaz polemiklerle birlikte.

Benim karıştığım düzinelerce polemik var, içinde Onat Kutlar, Atilla İlhan, Aziz Nesin; Murat Belge gibi çok saygın, sevdiğim isimler de var. Bunlar keyifle okunur sanırım. 

SİYAD üyesi olan sinema yazarlarıyla ise aram iyi değil. Bu kitapta çok yer vermedim, o tartışmanın bütünü polemikler kitabıma kalacak. Ciddi bir ihanete uğradığım kanısındayım. Kendimi bıçaklanan Jül Sezar gibi hissettim. 

- Başka hangi yeniler bekliyor okurları?

- Bir ikinci ciltte özellikle sanatçı ve sanat dışı dostlukları, onca kitapla ilişkili anıları, asıl tüm dünyaya uzanan gezileri anmak istiyorum. Ve de yıllar boyu karıştığım onca tartışmayı; kimi zaman hiç beklenmedik ünlülerle giriştiğim asıl uzun ve karmaşık polemikleri. Ama bunlar da bir cilde sığmayabilir. Ve belki birkaç kitaba uzanmak gerekebilir.

“BİR TÜR GÜNAH ÇIKARTMAK İSTEDİM”

- “Bir Ömürden Seçilmiş Tablolar”ın, “yalnızca güzel anıları anlatan aseptize kitaplardan biri olmasını istemediğinizi” ifade ediyorsunuz, Zaaflar, yanlışlar, hatalar, kusurlara dair bir hesaplaşma olduğunu imliyorsunuz. 

- Belli yeteneklerim ve erdemlerim olsa da kusursuz bir insan değilim. Kimse değildir. Kusur ve zaaflarımız en az erdemlerimiz kadar bizi, kişiliğimizi oluşturur. Ve ne denli parlak günler yaşayıp en güzel anıları istiflemiş olsak da, en acı, üzücü, hatta utanç verici şeyler de yaşamışızdır. Bunları da anlatmak ve sanki bir tür günah çıkarmak istedim.

O çılgın gençlik dönemimde esrar çekmemi, olur-olmaz yalanlar söylememi, rehberlik veya gazetecilik çabalarımda gereksiz bir gururun bana kaybettirdiklerini de anlatmaya çalıştım. Bana bugün utanç verseler de bu tür olaylar bana çok şey öğretti, çok dersler verdi. 

Hayatta yapılacak şeyler kadar yapılmaması gereken şeyler de önemli. Belki asıl dersler onlardan alınıyor. Bunları özellikle gençlere anlatmak bence iyi oldu.

- Kültür sanatla ilk tanıştığınız, kanınıza ilk girdiği yer Karşıyaka ve aile ortamınız. Bu bağlamda kitabınızda özgeçmişinizden sizi bugününüze getiren; kültür ve sanatın hemen her alanında biçimleyen, özellikle hangi anıları paylaşıyorsunuz?

- Daha Karşıyaka’da ilk kez karşılaştığım sinema olayı; yine çocukluğumda evlerdeki tek eğlencemiz olan radyolardan gelen seslerle başlayan müzik merakım. Önce alaturka sevgim - ki hep kaldı - sonra evet, Türkçe tangolar ki hâlâ severim.

Ve de pop müziği: özellikle ilk gençliğimizi sarsan o Rock’n Roll olayı; sonrasında İngiliz grupları, Fransız chanson’ları, İtalyanca şarkılar ki eşim Leman’la ilişkimizde büyük rol oynamışlardı. Biraz geç gelse de Türkçe pop. Ve de elbette caz... Hepsini hala sever, izlemeye çalışırım.

Ve elbette edebiyat. Çocukluktan itibaren çok okuma alışkanlığı. Galatasaray’da Ahmet Kutsi Tecer, Zeki Ömer Defne, Esat Mahmut Karukurt gibi ünlü yazar-hocalardan edinilen okuma tutkusu, edebiyat sevgisi. Ki hep devam etti.

‘KENDİNE ÖZGÜ YAŞADIM’

- Hey gidi Fransa, uyuşturucu, deprem, mimarlık, 68’ler… Dağarınızda Sinematek’te iyice bütünlenen ve hayatınızın hemen her alanında müzikle başa baş giden sol ve sinema… Aşk, eşiniz Leman Hanım ve evlâtlarınız… Babıâli, Emek ve Gezi mücadelesi… SİYAD, Antalya Altın Portakal, 2014 TÜYAP Onur Yazarı Ödülü... Yaşamınızdaki bütün değişim ve gelişimler, bu anılar silsilesinde ezber bozan bir açıklıkla buluşuyorlar okurlarla. 

- Elbette öyle oldu. Tüm bunlar kitabın içinde gelip yerlerini aldılar. İlla da kronolojik olmayan biçimde ve gerçek yüzleriyle... 

Bir yandan bir Fransız ‘gay’ sayesinde girdiğim tercüman rehberlik mesleği. Ya da bir pavyon kadınına aşık olup onu o hayattan ‘kurtarma’ saplantısı. Veya her gün sallanan bir kentte bir buçuk yıl askerlik yapmanın tuhaflığı. Daha neler neler...

Tüm bunları yaşadığım için, bana doğal gelen şeyler. Ama sonradan göz attığımda, özellikle gelen tepkilere de bakarak görüyorum ki, hayli orijinal ve kendine özgü bir hayat yaşamışım. İniş-çıkışları olan, sürprizlerle dolu. Ne mutlu bana!...

- Gençleri nasıl buluyorsunuz?

- Çok iyi buluyorum. Sinema yazarlığı konusunda bayağı iyi bir kuşağın geldiğini düşünüyorum. İftihar ediyorum çünkü bütün bu yeni kuşağın oluşumunda benim de küçük de olsa bir payım oldu. Sinema yazarlığının kurumsallaşmasında da katkım olduğunu düşünüyorum.

Teknolojinin sağladığı pratiğin gençlere katkısı olduğu kadar bir zararı olduğunu da düşünüyorum. Öyle bir takım da türedi ki eski filmlere ulaşılması artık çok daha kolay olduğu halde seyretme zahmetine katlanmıyorlar. 

Ve meselâ sinemayı Tarantino’yla başlatıyorlar, çok önem verdiğim bir yönetmen ama bu nasıl bir bakıştır? Sinema eleştirmenliğinde de uzmanlaşma önemli. Uzmanlaşsınlar ve o alanda daha çok yazsınlar ve kitap çıkarsınlar.


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler