Aslı Gibidir
Murat Özyaşar, Cumhuriyet okurları için "Aslı gibidir" öyküsünü kaleme aldı.
“İyi bir film, ayakkabının içindeki taş gibidir.” Trier
“Sonra n’oldu?” “Sonra bana bi kâğıt verdiler. Ben de doldurdum. İşte adı, soyadı, ana baba adı, ikametgâh, eğitim durumu felan...” “Eee?” “Soykun ağbi çağırdı sonra, ‘Oğlum sana nasıl iş versinler otelde,’ dedi, ‘bi de resepsiyonda iş istiyorsun? Sittin sene geçse sana iş vermezler otelde, markette hamallığa devam’ deyip postaladı beni. Ama var ya, belim kopuyor, götümden ter eksik olmuyordu. Migros’un bütün yükü omuzlarımda, kasalar geliyor dolu, kasalar gidiyor boş. Ha babam indir, ha babam bindir, insan işi değil.
Zaten marketin ön tarafına da sokmuyorlardı bizi, insan yüzü gördüğümüz yok. Tamam bazenleri koladır, gazozdur, bisküvittir yiyorduk içiyorduk, aynı böyle kusana kadar, hayfımızı yerde bırakmıyorduk. Ama hergün hergün beş on kamyon malı indirmek, bindirmek, yerleştirmek kolay değildi. Biraz insan yüzü görsek aslında mesele de değildi. Artık imanım gitmişti işten. Bi gün, kasalardan birini değil ha, boş bir poşeti yerden alırken baktım belimde ‘çıt’ diye bi ses, ha siktir dedim, şerefime bel gitti.
Bel mel ağrısı demedim, bi tekme geçrdim kasalardan birine, sikerim lan ben böyle işi, dedim. Sen demiyorsun ben o tekmeyi atarken ustabaşı da beni seyrediyor. Kulağımdan tuttuğu gibi beni arka kapıya bıraktı. Ne anasını bıraktım ne avradını. Dedim ne yapayım ne yapayım, direkt Soykun ağbinin yanına gittim. Dedim ağbi böyle böyle, hal mesele bu, n’olur beni bi otele sok. Turizm bölgesinde çalışıyorsan otelde çalışacaksın ağbi, gelen giden oluyor, her hafta başka başka insanlar, kimisi Rus, kimisi Alman, kimisi Fransız, bahşiş vereni de oluyor, kafanı koyacağın bi yastık da var, hele bi de resepsiyonda oldun mu, öp başına koy. Neyse, ağbi bu Soykun ağbi var ya, sokakta bi yürüdü mü, sağ eli sol göğsünden inmez. İmanıma herkes korkusundan selam veriyor ona, Bodrum’da ona işi düşmeyen yok.
Bakma sen, icabında herkesten alıyor istikakını, yeri geldi mi bizim gibi garibanlara da bi sakal parası uzatıyor, yemin içerim Soykun ağbi var ya.....” “Siktin lan kafamızı Soykun ağbi Soykun ağbi diye diye. Madem o kadar ağbi soksaydı seni bi otele?” “Yaw nasıl diyim, ben o kâğıda adımı soyadımı, ana baba adımı yazdım, sonra o eğitim durumu kısmına gelince durdum. Ne yazacağımı bilemedim, sonra aklıma geldi, ben de eğitim durumu “Normal” yazdım. Sonra Soykun ağbi çağırıyor dediler, kalktım gittim yazıhanesine. Baktım ağbi yakmış çiftliyi, ortalık dumanaltı, mis gibi bizim Lice kokuyor. Elinde benim kâğıt, hem sinirli hem gülüyor. ‘Normal ha, demek normal, normal ha!’ deyip siktiri çekti. Tam kapıdan çıkacaktım, ağbi marketteyken prefabrik evde kalıyordum, şimdi kalacak yerim de yok, dedim. Ama var ya korkudan elim ayağım titriyor, dilim kekeliyor. ‘Şurdan yarım kilo baklva al, benim gönderdiğimi söyle’ dedi. Nasıl gittim, nasıl geldim, bi ben bi de Allah biliyor. İş bulamazsam yarrağı yedim, Lice’ye de dönemem, bilyorsun zaten, kül ettiler köyü. Neyse. Ağbi yarım kilo da şöbiyet koydular, dedim dönerken. Soykun ağbi cigaradan bi duman aldı, ağbi bahtan düştüm, kalacak yerim ... diyordum ki, yüzüme üfledi dumanı. “Süzme bi oruspu çocuğuymuş desene bu Soykun.” “Yok öyle deme, iyidir Soykun ağbi. Sonra yekten ‘Şimdi tamam oldu, şimdi tamam,’ dedi Soykun ağbi. Bi dilim baklavayı lop diye mideye indirdi. ‘Demek normal ha, demek normal!’ deyip gülme krizine girdi. Ağbi walla başımı sokacak bi delik yok, toruna düştüm, dedim. ‘Tamam lan,’ dedi. Ayağa kalktı. Dedim bu sefer tekmetokat girecek.
Başımı eğip öptü. ‘Biz de insanız oğlum, halden anlarız,’ dedi. Yere düşürdüğü tespihini masaya bıraktım. Bi dilim baklava uzattı. ‘Barlar Sokağı’nda bizim Hamdullah’ın ayakkabıcı dükkânı var, selamımı söyle, mırın kırın etmesin, hemen işe başla,’ dedi. Eline eğildim. Siktiri çekti. O gün, bugündür buradayım işte. Bu ayakkabıcı dükkânında. Yedi gün mü oldu, yedi yıl mı oldu, hatırlamıyorum. Gece oldu mu ayakkabıların hepsini içeri almak zor oluyor. Hem yer yok zaten. Bi perde çekiyorum ayakkabıların ön tarafına, kasaları çekiyorum içeri, uzanıyorum üstüne. Hem ayakkabılara bekçilik ediyorum, hem kimse beni görmüyor. Sokak lambasının ışığı gelip geçenin gölgesini perdeye düşürüyor. Oluyor aynı böyle sinema. Kusanlar. Kavga edenler. Bira şişesini duvara çarpanlar. Ana avrat dümdüz küfredenler. Öpüşenler.... Geçen günkü film tam iki saat sürdü. Tatile gelen iki sevgili.
Oğlan kıza ‘Sen eskiden böyle değildin,’ dedi. Kız ‘Nasıl değildim,’ dedi. ‘Bugün dolmuşta gelirken hep dışarıya baktın,’ dedi Oğlan. ‘Ben eskiden de böyleydim,’ dedi kız. Sonra birden oğlan sinirlendi, ‘O zaman Facebook’ta Orkun’un fotoğrafını niye beğendin,’ dedi. Kız önce bi sustu, sonra da ‘Güzeldi, ben de beğendim, taaam mı,’ dedi. Oğlanın eli kalktı, büyüdü, büyüdü... Tam o ara, onların yanından iki kişi geçti. Biri diğerine ‘Sen bu gece ölmek istediğin için bana vurdun, bir ayı gibi hırlıyordun, ama ben seni öldürmeyeceğim,’ dedi. Birbirlerine sarılıp gittiler. Onlar gidince bizim Oğlan tekrar göründü. Hüngür hüngür ağlıyordu. Kız sigarasını içiyordu. Sırtı oğlana dönüktü. Oğlan ağlamaklı sesiyle, hıçkıra hıçkıra ‘Yavarırım gitme!’ diyordu. Sonra ortadan kayboldular. Peşlerinden iki kişi daha geldi. ‘Ben bu denizlerin dalgasını sikeyim, ‘ dedi biri. Ötekisi ‘Ağbi sikin büyük, elhamdüllilah’ dedi. İngilizce konuşanlar da vardı, onların ne dediğini anlamadım. İşte böyle, sabaha kadar biri gitti biri geldi. Nasıl yatmışım hatırlamıyorum.” “O zaman haydi çekelim perdeyi, bu gece ben de buradayım, birlikte seyredelim,” dedim. “Tamam,” dedi. Kasaları aldık içeri, perdeyi gerdik, sırtüstü uzandık kasaların üstüne, sokak lambasının pürüzsüz ışığı perdede. “Dünkü yalvaran Oğlan bu işte, görüyor musun nasıl öpüşüyorlar, demek barışmışlar,” dedi. Ne oğlan vardı ne kız, ne de öpüşen. Daha bir dikkatle baktım, görünen hiç kimse yok. O anlatmaya devam ediyordu. Ben de ona eşlik etmeye başladım.
“Bu sefer Oğlan kızı terk edecek, “dedi. “Bence edemeyecek,” dedim, “çok seviyor çünkü, baksana.” “Bak görürsün, filmin sonunda, “dedi. Hiçbir şey görünmezken, “Bak, bak! Elinde taşla geliyor biri,” dedim. “Ha, o mu, o, dün gece ölmek isteyen kişi işte!” dedi. “Bak, bak şerefsize bak, Oğlanın kafasına fırlatacak taşı,” dedi. “Gördün mü lambaya denk geldi taş, kaldık mı karanlıkta böyle, iyi mi?” dedim. “Evet,” dedi, “bu geceki sinema da buraya kadarmış, haydi uyuyalım.” Ters dönüp yüzüstü karanlığa uzandık. Kısa bir suskunluk anından sonra: “Merdan’ı hatırlıyor musun,” dedim. “Nasıl hatırlamam, Seyran için hapis yattı yıllarca. Efsane adamdı. Şimdi evlenmişlerdir Seyran’la, çoluk çocuğa karışmışlardır,” dedi. “Yok, evlenmediler,” dedim. “N’oldu peki?” “Merdan hapisten çıktıktan sonra, onca yıl onu bekleyen Seyran, onu terk etti,” dedim. “Yapma yaw? Merdan onu öldürmüştür.” “Yok, öldürmedi.” “Kendini öldürmüştür o zaman,” dedi. “Yok, kimseyi öldürmedi.” “Eee ne yaptı peki?” dedi. “Merdan acısından, ayakkabılarına taş doldurup dağa doğru yürüdü.” “Sonra n’oldu?”
En Çok Okunan Haberler
- Mahkeme ara kararı açıkladı
- 10 Kasım anmasında kayyuma protesto
- İstanbul'da yolcu otobüsü devrildi
- CHP farkı açtı mı?
- Dikkat çeken ‘Nevzat Bahtiyar’ çıkışı!
- Erdoğan'dan 'birlik ve beraberlik' örnekleri!
- ‘Turkcell, baz istasyonlarına erişimimizi engelliyor’
- 'Kağıt üstünde başka bir partinin mensubu...'
- CHP’de üç gruplu tartışma
- Ata'nın huzurunda yine o saygısızlık