Albert Camus'nün tiyatrosu

Romanlar, denemeler ve anlatılar kaleme alan Albert Camus'nün öbür yapıtlarından daha çok önem verdiğini söylediği tiyatro oyunları Türkçede yayımlandı.

Albert Camus'nün tiyatrosu
Abone Ol google-news
Yayınlanma: 18.03.2015 - 13:08

Albert Camus'nün oyunları toplu halde yayımlandı

Camus'nün tiyatrosu

Romanlar, denemeler ve anlatılar kaleme alan Albert Camus'nün öbür yapıtlarından daha çok önem verdiğini söylediği tiyatro oyunları, yayımlanıp sahnelendiği dönemde edebiyat çevrelerinde çok tartışılmıştı. Camus oyunlarında, diğer çalışmalarında olduğu gibi insanın yanında saf tutup zamanının eleştirisini yapmıştı. “Asturya'da İsyan”, “Caligula”, “Sıkıyönetim”, “Yanlışlık” ve “Adiller” tüm bunları bir arada veriyor.

Romanlarıyla ve denemeleriyle edebiyat tarihinde haklı bir şöhrete ulaşan Albert Camus'nün gölgede kalan, daha doğrusu kendisinin beklediği kadar ilgi görmeyen yapıtları tiyatro oyunlarıydı. Oysa 1935’te, daha sonradan “Ekip Tiyatrosu” adını alan ve işçilere iyi oyunlar sunabilmeyi amaçlayan “İş Tiyatrosu”nu kurduğunda, sahne tozunu yutmaya başlamıştı bile. Oyunları da bu dönemde oluşurken temsillerde sergilenen başka başka eserlerin yönetmenliğine de soyunmuştu. Aslında bu ilk örnekler bile Camus için tiyatronun ne denli önemli olduğunu gösteriyor. Fakat konunun derinlerine indikçe her şey daha da berraklaşıyor.

SAÇMAYI KAVRAYAN BİLİNÇ

Ölümünden beş yıl sonra, 1965'te, Gallimard tarafından yayımlanan Sanatçının Yaşamı adlı iki perdelik oyunu ya da mimodramı, Camus'nün en küçük ayrıntıları ve büyük bir sorun olan ölümü, nasıl sade biçimde sahneleyebildiğinin kanıtı. Bu, bize Camus'nün tiyatroya yaklaşımını göstermesi açısından önemli.

Mimodramdaki ressamın, kısa ve mutlu hayatları sonunda ölü eşinin yüzünü tuvale aktarması, hem zorlayıcı bir işin üstesinden gelişi hem de yaşamın devam ettiğini ortaya koyuyor. İkisi arasındaki gerilim ve çelişki, ressamın Camus tarafından bize açılmayan tablosuna işleniyor. Bu küçük metinden anlamamız gereken, Camus'nün tiyatro veya tiyatrovari metinleriyle sahne-diyalog-olay örgüsünü kurgulama niyeti. O niyet ise sahne ve sahnelenecek metnin, Camus için hayata daha yakın durduğunu sezdiriyor. Tabii yalnızca bu bahsedilen değil, öbür oyunları da benzer bir yapıda.
Camus, 1938’e değin İş Tiyatrosu’nda bazı temsillerde görev alıp 1936’te Asturya’da İsyan'ı yazdığında oyunun sahneleneceği yer de belliydi. Camus, Asturya'da İsyan'da yoksunluğa karşı bir savaşımı anlatırken İkinci Dünya Savaşı da yaklaşıyordu. Yazarın o dönemde bağlı olduğu siyasal hareket ve birliktelik vurgusu oyunda önemli bir yer kaplıyor. Bu birlikteliğin belirgin tarafı başrolün seyirciye verilmesi. Tüm cellat ve kurbanlar, seyirciyi harekete geçiren Camus'nün çabasıyla yıkılmak isteniyor. Oyunun yazılıp sahnelendiği yıllara dikkat edilirse koca bir tarihin herkesin üstüne geldiği görülüyor.

Tabii Franco işbaşına gelince hayal kırıklığına uğrayan ve 1952'de Franco İspanyası'nın, görevli olduğu UNESCO'ya kabul edilmesiyle kurumdaki görevinden istifa ederek tavrını koyan Camus'nün, İspanya sevgisinden ve oradaki halk hareketine duyduğu saygıdan izler de taşıyor Asturya'da İsyan.
Oyunda, madencilerin silahlanıp ayaklandığı ve Katalunya'nın başkaldırdığı İspanya'daki sefalet ortamı keskin radyo anonslarıyla sık sık yankılanır. Camus'nün komünizmden daha çok gönül verdiği Anarko-sendikalizm ve madencilerin yüzleştiği tehlike de oyunun bir başka yönü. Çan kulelerinden ateş eden asker ve onlara yardım eden kimi işbirlikçiler, bunun üzerine silahlı çatışmaya giren, muhafazakârlar tarafından "barbar" olarak adlandırılan halk cephesi ve İspanya'yı saran Falanj, yaklaşan iç savaşı haber veriyor.

Bu ortam, öldürmenin nasıl "haklı" çıkarıldığını uğraşıldığını ve gerçekten haklı bir mücadele yürütenlerin varlığını resmediyor. Seçim sandığının, demokrasinin kalbi olduğunu ama sandıktan her zaman demokratik bir rejim çıkmadığını da hatırlatıyor. Camus'nün "absurde" felsefesi dönemine denk gelen Asturya'da İsyan, "biz" ya da birliktelik vurgusuyla ve cinayete karşı çıkma anlamında başkaldırı felsefesinin habercisi bir taraftan da.

Camus'nün belki de en bilindik oyunu Caligula, Asturya'da İsyan'ı takip eden yıllarda, 1938'de yayımlanıp sahneleniyor. Tarihi kahraman Caligula, "absurde" fikrini ortaya çıkaran ve her an karşımızda belirebilecek ölüm düşüncesinin pençesinde. Böylece her şeyin anlamını yitirdiğini sanan Caligula, dünyanın dayanılmazlığından dem vurarak "İnsanlar ölür ve mutlu değildir" der. Böylece saçmayı kavrayan bilinç, yaşamı ve ölümü aynı anda düşünür. Yani varlık ve hiçlik, Caligula'nın temsil ettiği insanın üstüne beraberce gelir. Caligula oyunu, Camus'nün "absurde" felsefesini enikonu şekillendirdiği, "evet" ile "hayır" gibi temel yaşam çelişkilerini bir bütün olarak algıladığını hissettirir.

YASAYA DÖNEN SUÇ, SUÇ DEĞİLDİR!

Caligula, "absurde" olmasının yanında trajik bir kahraman; aynı Yanlışlık adlı oyundaki Jan ve Martha'yla anneleri gibi. Martha ve annesi, zengin ve mutlu olmak amacıyla işlettiği otele gelen müşterileri öldürerek paralarını alır ve yoksulluğa isyan eder. Yine bol para kazanmak için yıllar önce başka bir ülkeye giden Martha’nın kardeşi Jan, memleketine döner, annesi ve kardeşine kendini tanıtmaz. Bir gece annesi ve Martha tarafından öldürülür. Otelin uşağı, Jan'ın pasaportunu Martha’ya verir ve annesi, öldürdüğünün kendi oğlu olduğunu öğrenince intihar eder. Martha ise bu yanlışlık üzerine Tanrı'ya serzenişte bulunur. Burada ne Martha’nın ne de annesinin isteği gerçekleşir. Dolayısıyla "absurde", Camus tarafından bu üç insanın kişiliği ve eylemlerinde trajediyle birleştirilir. Ancak gerek Caligula gerek Yanlışlık'taki kahramanlar, "absurde"ü yaşamayı ve trajediyi seçmez, onlar her ikisiyle de yüzleşir. Camus bu yüzden hem trajik hem de "absurde" olan kahramanlar içindeki esas oğlanı yani Sisifos'u ayrı bir yere koyar.

Camus, Caligula ve Yanlışlık'tan sonra, tıpkı diğer kitaplarında olduğu gibi başkaldırı felsefesine doğru yola koyulur. Tiyatro oyunlarında ise bunu Sıkıyönetim müjdeler. 1948'de yayımlanan Sıkıyönetim de Asturya'da İsyan gibi İspanya'da geçer. Kadim lanet vebanın yayılmaya başlaması, sessizlik ve hareketsizlikten yana ahali arasında paniğe yol açar. Papaz'ın iman çağrısı Cadiz'de yankılanır, üstlerinden geçen kuyrukluyıldız ise felakete yorulur. Diego ve Victoria'nın büyük aşkı da veba yüzünden kesintiye uğrar. Korku, onur ve ölüm gerçeği herkes gibi ikisini de sıkıştırdığı dönemde olağanüstü hal başlar. Bu, "günahlardan arınmanın tek yolu" olarak sunulur.

Vebanın ete kemiğe bürünmüş ve validen koltuğunu isteyen inançsız biri olarak karşımıza çıkması ise hem iktidar kavgasını hem de ölümün yakınlığını temsil eder. Diğer yandan "ha Vali ha Veba, aynı devlet hep başta" sözü, ilginç bir kinaye biçiminde önümüzde durur. Devlet (ya da Veba), salgına maruz kalanları işaretler (tıpkı Hitler Almanyası'ndaki gibi kapılarına yıldız, kara yıldız asmayı zorunlu kılar). Hastalık bulaşanlara yardım yasaklanır ve tüm stoklar ortak kullanıma açılır: Sıkıyönetim ilan edilir ve hastalığın daha fazla yayılmaması için herkesten susması istenir. Fırınlar harlanır, temizlik başlar. Veba, resmen yönetimi ele geçirir; yaşam ve ölüm karneye bağlanır. O noktadan sonra slogan da belirginleşir: "Tek veba, tek halk!" "Kural" da artık netleşmiştir: Suç yasaya döner ve suç olmaktan çıkar! Diego'nun "Başkaldırmasın diye insanoğlu, açlığın acısını, ayrılığın istırabını yaşattınız ona (...) Her birimiz yalnızız başkalarının korkaklığı yüzünden!" sözü aslında her şeyi özetler.

Veba'nın rehin aldığı, insanların konuşmasına bile tahammül edemediği ve elindeki polis gücüyle her şeyi yapabileceğini düşündüğü ortamda direniş için kolları sıvayan Diego ve arkadaşları, Camus'nün başkaldırı düşüncesini temsil ediyor. Güçlünün suçluluğu ve "haklılığına" karşı hayata tutunuş demek bu: Mutlu olmak için "başkasının canını yakma mecburiyetine" dur deme savaşımı; bir bakıma adil bir adalet arayışı ve cellatları hor görmenin zorunluluğu, Sıkıyönetim'deki en önemli ayrıntılardan. O ayrıntılar ise Camus'nün, oyunda vebayı hem bir metafor hem de gerçeklik (hastalık) olarak kullanışıyla bizi yüzleştiriyor.

"KİMSENİN KİMSEYİ ÖLDÜRMEDİĞİ BİR DÜNYA İÇİN ÖLDÜRÜYORUZ"

Daha önce Türkçeye "Doğrular" ismiyle çevrilen Adiller'de Camus, devrimci ahlak sorununu işlerken şiddetin eleştirisine yönelir ve artık başkaldırı felsefesine oyunlarında da tam anlamıyla geçiş yapar. Camus'nün "Kibar Katiller" dediği Adiller'in kahramanı Kaliayev ve arkadaşları, nihilist evrende "çelişkilerden kurtulmak ve eksikliğini duyduğu değerleri yaratmak" ister. Camus’ye göre “her şeye izin varsa” bu, devrimcileri cinayet işlemek için “mantıklı” nedenler aramaya yöneltebilir. Devrimcilerin, bir ahlak yaratarak insancıl bir ortam kurmaya çabalaması, Kaliayev ve arkadaşlarının da sorunu: Şiddet kaçınılmaz olduğu gibi onu doğrulamak da mümkün değil; öldürmek, “hem zorunlu hem de bağışlanmaz” bir şey. “Kibar Katiller”, büyük dük Sergey’e suikast planlar ve Kaliayev, onların bu suikastını haklı çıkaracak tek şeyin, dükün “Rus halkı adına öldürülmesi” olduğunu savunur. Kaliayev'i başka pek çok devrimciden farklı kılan "kimsenin kimseyi öldürmediği bir dünya için öldürüyoruz" demesi: Cinayet göze alınacak fakat zorbalığı yok etmek adına gerçekleştirilecek bir eyleme dönüşür böylece. Kaliayev, suikast girişiminin ilkinde, kendisini hazırlamasına rağmen dükün arabasında o gün yeğenlerinin de bulunması yüzünden bombayı atamaz ve başarısız olur; “çocukların bakışları” onu engeller. Suçsuz olmayı isteyen Kaliayev, ikinci girişiminde dükü tek başına yakalar ve öldürür: Zorbalığı yok edecek bir insan sevgisiyle şiddetin kaynağı olan kişinin hayatına son verir.

Camus’ye göre Kaliayev ve arkadaşlarının varlığı, 1905’i devrimci hareketin en önemli yılı yapar. Daha sonraki yıllarda ise çürüme başlar. Kaliayev’in dükü öldürmesiyle kendi hayatını da feda etme arzusu bir çeşit “üstün intihar” olarak algılanabilir. Camus’ye göre bu ve benzeri davranışlar, bir daha görülmezken diğer devrim ve devrimciler suça batar.

Camus için tiyatro sanatın zirvesiydi. Çağının parçalanmışlığının ve ölçüsüzlüğünün üstesinden gelme yolu Camus’ye göre sanattan geçiyordu: Bu noktada sanatın birleştiriciliğine atıf yaparken sanata değerini veren şeyin başkalarıyla paylaşılması olduğunu belirtmişti. Sanatın bu yönleri, Camus’nün tiyatro eserlerinde yoğun biçimde göze çarpar. Tiyatro (insanlarla oyuncular arasında bağ kurarak) kişiyi yalnızlıktan kurtaran bir etkinlikti. Bunların dışında Camus’ye göre tiyatroda ve öbür sanat dallarında estetik kaygısı da hâkim olmalıydı; bu da “güzellik duygusu, insanı tanıma ve onu sevme düşüncesinden başka bir anlama gelmemeliydi.”

1930'lardan 1950'lere kadar kaleme aldığı oyunlar Camus'nün çağını yorumlayışının yanında, bir gelecek öngörüsünü ve evrensel değerlere sahip çıkışını da yansıtıyor. Yazdığı oyunlar hiçbir şekilde savunmaktan vazgeçmediği "biz"in; birliktelik ya da dayanışmanın ve "absurde"e başkaldırının kâğıda dökülüp hayata uyarlanmış bir dökümü. Kısacası Camus'nün oyunları, yalınlığının altında gayet derin anlamlar ve çözümü zor konular barındırıyor. Dün de öyleydi bugün tekrar tekrar okunduğunda da böyle...

alibulunmaz@cumhuriyet.com.tr

Asturya'da İsyan/ Albert Camus/ Çeviren: Ayberk Erkay/ Can Yayınları/ 68 s.
Caligula/ Albert Camus/ Çeviren: Ayberk Erkay/ Can Yayınları/ 140 s.
Yanlışlık/ Albert Camus/ Çeviren: Ayberk Erkay/ Can Yayınları/ 94 s.
Sıkıyönetim/ Albert Camus/ Çeviren: Ayberk Erkay/ Can Yayınları/ 160 s.
Adiller/ Albert Camus/ Çeviren: Ayberk Erkay/ Can Yayınları/ 128 s.


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler