‘Adalet yoksa barış da olmaz’
“Toplumsal adalet olmayınca, toplumsal barışı da sağlayamazsınız” diyen ‘Uçurumun Kıyısında Türkiye’ belgeselinin yönetmeni İmre Azem’le söyleştik. Belgeselde, dört ana karakter Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi yöneticisi Mücella Yapıcı, Evrensel Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Fatih Polat, Barış İçin Akademisyenler’den Gül Köksal ve Beyoğlu Kent Savunması aktivisti Deniz Özgür üzerind
- Türkiye neden, nasıl bir “uçurumun kenarında”, bu uçuruma yuvarlanmaktan nasıl kurtulur?
Tayyip Erdoğan siyaset sahnesine çıktığından beri Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet’in temel değerleriyle bir hesaplaşma içinde. İktidara geldiği günden beri de etnik, dini ve kültürel kimlikler üzerinden kutuplaştırıcı bir siyaseti hem söylemleriyle hem de icraatlarıyla hayata geçiriyor. İktidarda kalabilmenin yegane yolunu bu kutuplaşmada görüyor. Bu da aslında bu toprakların bir zenginliği olan farklılıkları bir iç çatışmanın fay hatlarına dönüştürüyor. Bölge dinamiklerini ve büyük devletlerin farklı çıkarlarını da düşündüğünüzde, Türkiye gerçekten bir uçurumun kenarında. Buradan kurtulmanın da yegane yolu kutuplaşmaya karşı birleştirici olmak. Bunun yolu da kimliklere kör, hak temelli bir demokrasi mücadelesinden geçiyor.
- Referanduma nasıl gidildiğini, bugünümüzü, OHAL’in ilanı öncesi ve sonrasındaki süreci gösteren belgesel filmi Gezi Direnişi günlerinden başlayarak anlatmayı seçmeniz neden?
Tabiİ darbe girişimi ve sonrasında yaşanan süreci yerli yerine oturtabilmek için bir arka plan anlatısına ihtiyaç var. Filmin süresi 52 dakikayla sınırlı olduğu için (TV formatı) bunu Gezi’den başlatmayı makul buldum. Gezi hem AKPCemaat bloğundaki çatlağın başlangıcı, hem sonasında yaşanacak 7 Haziran 2015 seçimlerine etkisi, hem de referandum sürecinde ortaya çıkan toplumsal dinamiklerin çıkış noktası olarak önemli bir milat.
Gezi Direnişi...
- Sizce hayal ettikleri dünyayı kurmak için bu baskı ortamına rağmen mücadelesinden vazgeçmeyen milyonların motivasyonunda Gezi Direnişi’nin payı nedir?
Gezi direnişi önümüzdeki on yıllar boyunca Türkiye ve hatta dünya siyasetine etkileri olacak bir olaydır. Sadece kamusal bir alanı korumanın çok ötesinde, çürümüş mevcut siyaset anlayışına karşı yeni bir demokrasi, yeni bir siyaset ve yeni bir etik talebidir. Çoğulcu, ayakları yerel dinamiklere basan, hak temelli bir demokratik siyasetin tohumları atılmıştır Gezi’de. Daha da önemlisi birlikte hareket edersek yaşanabilir, adil, eşit ve özgür bir dünyayı kurmanın öyle çok da ulaşılamayacak bir hayal olmadığını göstermiştir Gezi.
- Aslında dört yıl gibi oldukça kısa süreyi kapsayan bir yakın tarihi anlatmaya gereksinim duymanız, muhaliflerin kolayca ‘terörist’ olarak adlandırıldığı bugün toplumun bir bellek tazelenmesine ihtiyacı olduğunu düşünmenizden mi, yoksa belgeselci refleksiyle kayıt altına alma gerekliliği duymanızdan mı?
İkisi de geçerli aslında. Gerçekten de ülkemizde gündem o kadar hızlı akıyor ve gerçekler o kadar kolay tahrip ediliyor ki, olayları hatırlamak, bağlantıları kurmak, dediğin gibi “bellek tazelemek” kafa açıcı olabiliyor. Günlük haberlerin içinde zihnen boğuluyoruz resmen. Önümüzdeki ağaçlardan ormanı göremiyoruz. Bu tür uzun soluklu çalışmalar bu yüzden önemli diye düşünüyorum.
- Belgeselde anlatıcı olarak, “18. yüzyıldan kalma bir demokrasi anlayışıyla” karşı karşıya olduğumuzu söylüyorsunuz. Biraz açar mısınız?
Ortaçağdaki demokrasi anlayışı birey haklarını yok sayan, çoğunluğu elde edenin istediğini yapabildiği bir anlayışa dayanıyordu. Buna 18. Yüzyıl düşünürleri “çoğunluğun sultası” demişlerdir. Ancak 20. Yüzyılda, ikinci dünya savaşından sonra evrenselliği bütün dünya tarafından kabul edilen insan hakları, Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi’nde somutlaşmıştır. Çağdaş demokrasi, çoğunluğun sultasına karşı bireyin haklarını güvenceye alan demokrasidir. Bu hakların güvencesi de anayasalardır. Bir ülkedeki çoğunluk öyle istiyor diye, siz kalkıp ifade özgürlüğünü kısıtlayamazsınız, veya belli azınlıklara farklı davranamazsınız. Bireylerin siyasal veya kültürel haklarını kısıtlayamazsınız. Bu hakların güvencesi olan anayasayı da değiştiremezsiniz. Bırakın yüzde 51’i, yüzde 99’un oyuyla bile bunu yapamazsınız. Bunu yaptığınız an demokrasiden veya toplumsal adaletten bahsetmek mümkün olmaz. Toplumsal adalet olmayınca, toplumsal barışı da sağlayamazsınız. Dünya siyasi tarihinin en temel öğretisidir bu: adalet yoksa barış da olmaz.
‘İktidar, referandumda kaybetti’
- Belgeselde Mücella Yapıcı henüz referandum yapılmadan önce “İster evet, ister hayır çıksın. Biz bu referandumu kazandık” diyor. Sizin fikriniz nedir?
Ben de tam böyle düşünüyorum, çünkü ülkenin her tarafında kurulan yerel Hayır Meclisleri gerçekten toplumdaki demokrasi dinamiklerini hareketlendirdi, onları biraraya getirdi. Hatta Tayyip Erdoğan’ın bütün kutuplaştırıcı söylemlerine rağmen, elinde tuttuğu medya aracılığıyla ve bütün devlet olanaklarını bu propagandaya seferber ederek Hayır diyenleri terörist, bölücü ilan etmesine rağmen siyasi yelpazenin bütün kesimlerinden demokrat düşünceli olanlar birleştiler. MHP tabanının %75’i hayır dedi, CHP ve HDP seçmeni zaten hayır bloğunun ana eksenini oluşturdu. Hatta AKP’den bile çok büyük bir hayırcı kesim çıktı. Tayyip Erdoğan’ın dini duyguları istismar ederek evet oyu istediği mütedeyyin kesimlerden büyük bir tepki yükseldi. İktidar bloğu hileyle hurdayla referandumu kazanmış olabilir, ama siyaseten kaybettiklerini onlar da biliyorlar.
En Çok Okunan Haberler
- Kaynanasını hiçbir zaman sevemeyen 4 kadın burcu
- İtirafçı Nevzat Bahtiyar'dan sürpriz hamle geldi
- Avrasya tüneli trafiğe kapatıldı!
- Nasuh Mahruki'nin tutuklanma gerekçesi belli oldu!
- Albaya verilen ceza belli oldu!
- Fatih Altaylı ve İsmail Saymaz'a soruşturma
- Beşiktaş'tan Talisca açıklaması: 'Karar verilmiştir'
- Elektronik kelepçeyi kırıp cinayet işledi
- Havalimanında kaçakçılık operasyonu
- Teğmenlerin avukatlarından açıklama geldi!