Siyahlara yapılan ırkçılığı anlamanızda yol gösterecek 11 film
Kurmaca ve belgesel türlerinde çekilmiş ve her biri siyahlara yapılan ırk ayrımını bir yanıyla ele alan bu filmleri izleyince bir çok şeye daha iyi hakim olacaksınız. George Floyd’un katlinin aslında münferit ve tesadüfi bir hadise olmadığını, özellikle ABD’de (ama aslında tüm dünyada) siyahlara (ve aslında kadınlara, eşcinsellere, tüm azınlıklara) karşı sistematik bir şekilde yürütülen ırkçılığın ve ırkçı şiddetin nerelerden kaynaklandığını ve hangi aşamalardan geçerek bugünlere geldiğimizi daha iyi anlamanıza yardımcı olacak bu filmleri (çok daha fazlası var elbette) izlemenizi tavsiye ederiz.
“Black Panthers”
Fransız Yeni Dalga akımının en önemli isimlerinden Agnes Varda’nın 1968 yılında çektiği belgesel türdeki film ABD’deki Black Panther (Kara Panter) adlı siyasal partiyi ve Huey P. Newton’ı hapisten kurtarmak için yaptıkları çalışmaları anlatıyor. İddiaya göre bir polis memurunu vuran Huey P. Newton’ın dramatik hikâyesi etrafında şekillenen film Kara Panter Partisi’nin iç dinamiklerini ve eylemlerini gerekli kılan koşulları da gözler önüne seriyor. Bugün ABD’de yaşanan olayları ve siyahlara karşı yürütülen sistematik ırkçılığın ne olduğunu anlamak için önemli ipuçları sunan “Black Panthers” bir yandan da Kara Panterlerin o yıllarda medya tarafından nasıl karalandığını da gösteriyor.
“Do the Right Thing”
ABD’li aktivist yönetmen Spike Lee muhtemelen son 40 yılda siyahların uğradığı ayrımcılığı beyazperdeye en sık ve en etkin şekilde taşıyan sinemacı. Onun 1989 tarihli ilk uzun metrajlı filmi “Do the Right Thing” (“Doğruyu Seç”) aşırı sıcak bir yaz gününde Brooklyn’de geçiyor ve ırk ayrımından kaynaklanan gerilimin aynı mahallede yaşayan, hatta yan yana dükkanlarda çalışan insanları bile nasıl birbirine düşürdüğünü anlatıyor. Spike Lee’nin başrollerinden birini de üstlendiği film zekice yazılmış diyalogları, aralarında Danny Aiello, Giancarlo Esposito, John Turturro, Samuel L. Jackson gibi oyuncuların da bulunduğu güçlü kadrosu ve Lee’nin kendine has anlatım tarzıyla hem bağımsız sinemanın unutulmazları arasına girmiş hem de ırk ayrımcılığını anlatan modern klasikleri arasındaki yerini almıştı. Filmin gerçekten Brooklyn’da çekildiğini ve etraftaki dükkan sahiplerinin işleri engelleniyor gerekçesiyle film setini tehdit etmeleri üzerine Spike Lee’nin Fruit of Islam (İslam’ın Meyvesi) adlı örgütten koruma desteği aldığı bilinir.
“Selma”
Ava Du Verney imzalı “Selma” tarihi gerçeklere dayanan bir film. Nobel Barış Ödülü sahibi, sivil haklar savunucusu ve siyahların uğradığı ırkçılığa karşı güçlü bir mücadele yürüten Martin Luther King’in, 1965 yılında siyahların oy verme hakkının engellendiği Selma’dan (Alabama) Montgomery’ye yaptığı yürüyüşün hikâyesini anlatan film 2014 yılında çekilmiş ve tam da yürüyüşün 50. yılına denk gelen 2015’te gösterime girmişti. Dönemim ABD Başkanı Lyndon B. Johnson ve yine o sıralar ülke çapında tanınan Malcolm X ile John Lewis, James Bevel, Hosea Wiliams gibi siyah liderlerin de yer aldığı film En İyi Film dalında Oscar’a aday olmuştu. Barışçıl bir eylem türü olarak yürüyüşün ırkçı hükümet ve polis güçleri için ne kadar tehditkar bir anlam içerdiğinin anlaşılması bakımından önemli bir tarihselliği olan Selma yürüyüşünü etkili bir şekilde beyazperdeye aktaran siyah kadın sinemacı DuVernay’in ayrıca ABD’de köleliğe karşı çıkarılan 13. Madde’den hareketle çektiği ve yine ırkçılığı anlatan “13th” adlı bir de belgeseli olduğunu notlarımıza ekleyelim.
“Fruitvale Station”
Siyah sinemacı Ryan Coogler’ın ilk uzun metrajlı filmi olan “Fruitvale Station” (“Son Durak”) 2009 yılında Oakland’daki bir tren istasyonunda istasyon polisi tarafından öldürülen Oscar Grant’in hikâyesini anlatıyor. Neredeyse tamamı istasyonda geçen ve hem eldeki gerçek güvenlik kameralarına yansıyan görüntülerden hem de gerçek tanıklıklardan yararlanılarak yazılan senaryosuyla çok ses getiren film şu sıralar George Floyd’un öldürülmesi hadisesine olan yakınlığıyla da dikkat çekici. Cannes’da Belirli Bir Bakış bölümünde gösterilen ve ilk filmlere verilen ödülü kazanan “Fruitvale Station”da Oscar Grant rolünü ilk önemli çıkışını yapan Michael B. Jordan canlandırıyor. Coogler ve Jordan’ın daha sonra “Black Panther”de yeniden bir araya geldiklerini de hatırlatalım.
“I Am Not Your Negro”
Amerikan edebiyatının önemli kalemlerinden siyah ve eşcinsel kimliğiyle sivil haklar mücadelesinin simgeleşmiş isimlerinden James Baldwin’in yarım kalmış anı derlemesi “Remember This House” baz alınarak çekilen belgesel yapım “I Am Not Ypur Negro” muhtemelen ABD’deki ırkçılığı anlatan en önemli yeni belgesellerden biri. Baldwin’in ağzından anlatılan ve dış ses olarak Samuel L. Jackson’ın katkı sağladığı belgeselin yönetmeni ise Haitili sinemacı ve politik aktivist Raoul Peck. James Baldwin’in 1970’li yıllarda kaleme almaya başladığı kitabın içinde Malcolm X, Martin Luther King ve Medgar Evers gibi siyah liderlere dair anılar da var. Bir yandan ırkçılığın ABD’deki tarihini de araştıran Baldwin’in güçlü gözlemleri, yönetmen Raoul Peck’in etkileyeci anlatımıyla, izleyicide tarihsel bir perspektifin yerleşmesi açısından önemli bir bakış açısı sunuyor. 2017’de En İyi Belgesel dalında Oscara’a aday olan film (“O.J.: Made in America” adlı yapıma kaybetmişti) aynı dalda BAFTA ödülünü almıştı.
“Malcolm X”
ABD’deki siyahların hak mücadelesi denince akla gelen en önemli isimlerden biri de Malcolm X elbette. Asıl adı Malcolm Little olan ve İslam’ı seçtikten sonra ABD’deki siyahların hakları için savaşan Malcolm X, aynı dönemde barışçıl yıllarla siyaset yapmayı tercih eden Martin Luther King’in aksine belli bir oranda şiddet kullanmakta sakınca görmeyen bir eylemciydi. Beyazperdede onun hayatını anlatan en etkin filmi elbette Spike Lee’den başkası çekemezdi. 1992 tarihli filmde Malcolm X rolünü modern çağın en önemli siyah aktörlerinden Denzel Washington’a veren Spike Lee yaklaşık 3,5 saatlik biyografik filmde Malcolm X’in hayatını alabildiğine detaylı bir şekilde ve tarihsel gerçeklerden kopmadan anlatmayı başarmıştı. Politik bir aktivist ve lider olmadan önceki lümpen hayatını da filmde işleyen Lee, onun cezaevinde müslüman siyahlarla tanıştıktan sonra bilinç kazanışını, Elijah Muhammed adlı Müslüman liderin yanında Nation of Islam adlı örgüte katılışını ve zamanla tüm siyahların lideri haline gelip yerleşik ırkçı sisteme karşı nasıl bir tehdite dönüştüğünü anlatıyordu.
“Mississippi Burning”
Alan Parker imzalı “Mississippi Burning” (“Mississippi Yanıyor”) 1964’te yaşanmış gerçek bir olaydan hareketle çekilmiş. İkisi siyah bir Yahudi üç sivil haklar çalışanının Mississippi’de kaybolmaları üzerine başlayan FBI soruşturmasını anlatan filmde ABD’nin Güney eyaletlerinde çok daha yoğun ve sert biçimde yaşanan ırkçılığın ve şiddetin boyutları anlatılıyor. Baş karakterlerden birinin (Gene Hackman’ın oynadığı Rupert Anderson) ırkçı görüşleri olan beyaz bir adam oluşu ve soruşturma süresince değişime uğraması izleyiciyi de filmin taraflarından biri olmaya teşvik ediyor. Bir cinayet soruşturması olarak başlayan film bir yandan da 60’lı yıllarda yaşanan ırkçı çatışmaların toplumsal ölçekteki izdüşümlerini irdelemeye koyuluyor. Willem Dafoe’nun da başrollerden birinde olduğunu ve filmin 7 dalda Oscar’a aday gösterildiğini belirtelim.
“The Color Purple”
Steven Spielberg’ün en iyi filmlerinden biri olduğu tartışma götürmese de muhtemelen Hollywood’da en görmezden gelinen filmi oluşu “The Color Purple”ı (“Mor Yıllar”) ABD’deki ırkçılığın en ironik kanıtlarından biri yapmıyor mu? Hadi Hollywood’un da hakkını yemeyelim, film tam 11 dalda Oscar’a aday gösterildi. Ama bir dakika, bu 11 Oscar’ın kaçını aldı dersiniz? Sıfır. Yani Hollywood şöyle mi demiş oluyordu: Evet, filminin ne kadar iyi olduğunu anlıyoruz ama hiç ödül vermeyerek seni bir anlamda cezalandırıyoruz, beyaz olduğunu unutma!. Uzatmayalım, Alice Walker’ın aynı adlı romanından uyarlanan ve Celie Harris adlı siyah bir kadının hayatını anlatan film son derece etkileyici ve çarpıcı bir şekilde hem siyah hem de kadın olmanın ABD’de ne anlama geldiğini gösteriyordu: ev içi şiddet, ensest, pedofili, yoksulluk, ırkçılık, seksizm… Whoopie Goldberg, Oprah Winfrey, Danny Glover, Laurence Fishburne gibi isimlerden kurulu zengin oyuncu kadrosuyla ve insanın içini burkan hikâyesiyle “The Color Purple” hâlâ ırkçılığı anlatan en sarsıcı filmlerden.
“Get Out”
Korku türündeki “Get Out” (“Kapan”) son yılların yıldızı parlayan isimlerinden Jordan Peel’in uluslararası alanda adını duyurduğu ilk film oldu. Beyaz kız arkadaşının evine davet edilen siyah gencin kendini ırkçı bir kapanın içinde bulduğu “Get Out” belki politik bir söylem üzerinden yol almıyor ama beyaz ve ayrıcalıklı bir zümrenin siyahları nasıl avlanacak hayvanlar seviyesine indirgediğini gösteriyor. Bir liberalizm eleştirisi olarak da okunabilecek filmde ırkçılık Amerikan yaşam tarzının sıradan ama temel niteliklerinden biri olarak çıkıyor karşımıza. Filmin korku türünde oluşu sizi yanıltmasın, tüylerinizi ürperten şey kanlı sahneler değil, beyaz kadının hipnozuyla kendini karanlığın içinde kaybolmuş bulan siyah adamın gözlerindeki çaresizlik oluyor.
“Just Mercy”
2019 yapımı “Just Mercy” ABD’deki adalet sisteminin siyahları nasıl doğuştan suçlu kategorisine soktuğunu ve ırkçılığın aslında tüm toplumsal sistemin DNA’sına kazınmış olduğunu anlatan bir film. Sahte bir tanıklık sonucu yoldan çevrilip hapse atılan ve başkasının işediği bir cinayet için idama mahkum edilen bir siyahla onu savunmak için 1989 yılında Alabama’ya gelen genç, idealist, siyah avukatın adalet arayışını anlatan “Just Mercy” (Sadece Merhamet) yönetmen Destin Daniel Cretton’ın imzasını taşıyor. Başrollerinde Michael B. Jordan, Jamie Foxx ve Brie Larson’ın yer aldığı filmde Harper Lee’nin unutulmaz romanı “Bülbüle Öldürmek”in sık sık anılıyor (Alabama’da onun yaşadığı bölgede geçiyor film) olması sadece ironik bir klişe değil elbette; kent sakinlerinin övündüğü (Mockingbird Müzesi’ni ziyaret etmesini söylüyor herkes genç avukata) Harper Lee mirasının, ırkçılık karşıtlığının nasıl da göstermelik ve sözde bir sembolüne dönüştüğünün kanıtı apaçık.
“12 Years a Slave”
İngiliz sinemacı ve çağdaş sanatçı Steve McQueen’in En İyi Film dahil toplam 3 dalda Oscar kazanmış ve 2013 yılının en iyi filmleri artasına girmişti. 1841 yılında Washington’da kaçırılan ve köle pazarında satılan Solomon Northop adlı özgür bir siyahın anılarından yola çıkan film kölelik üzerine çekilmiş en iyi filmlerden biri şüphesiz. 12 yıl boyunca köle olarak farklı sahiplere satılan ve başına olmadık işler gelen Solomon’ın hikâyesi yer yer tahammül sınırlarını zorlayan sahneler içeriyor. “Hunger” ve “Shame” gibi filmlerle rüştünü ispat eden Steve McQueen’in insan bedenine dair takıntısının tezahür ettiği sahneler bir yana, Lupita N’Yongo, Michael Fassbender ve Sarah Paulson gibi oyuncuların birinci sınıf performanslarıyla hafızalara kazınan filmin başrolünde ise Chiwetel Ejiofor var.
En Çok Okunan Haberler
- Bahçeli ile görüşmesini anlattı
- Soylu'dan 'Özür dileriz' çıkışı
- İşte Enes Güran'ın kolundaki ısırık izinin fotoğrafı
- 'Bundan 25 gün önce de...'
- AKP'li başkandan 'torpil' savunması
- İşte AKP'li belediyelerin 'etkinlik' harcamaları!
- Biberonla tiner içirilen bebek öldü
- AKP ve CHP döneminin harcama raporu!
- MEB’ten skandal karar: Müdüre üstün başarı ödülü!
- 'İsrail'e petrol sevkıyatı' gerilimi!