Prof. Dr. Ferhunde Öktem Cumhuriyet için yazdı: Okullar açılıyor

Klinik Psikolog Prof. Dr. Ferhunde Öktem, okulların açılmasına ilişkin önemli bilgiler aktardı. Büyümenin ve gelişimin 4 ana dalda olduğunu aktaran Prof. Ökten, çocuğu okul çağında olan ebeveynlere uyarılarda bulundu.

Prof. Dr. Ferhunde Öktem Cumhuriyet için yazdı: Okullar açılıyor
Abone Ol google-news
Yayınlanma: 25.08.2022 - 17:28

Türk Psikologlar Derneği’nin kurucuları arasında yer alan Klinik Psikolog Prof. Dr. Ferhunde Öktem, okulların açılmasına az bir süre kala, ebeveynler için çocukların gelişimine dikkat edilmesi gereken konuları Cumhuriyet'e değerlendirdi.

Prof. Dr. Ferhunde Öktem'in ilgili yazısı şöyle;

"Daha dün annemizin

Kollarında yaşarken

Çiçekli bahçemizin 

Yollarında koşarken

Şimdi okullu olduk

Sınıfları doldurduk

Sevinçliyiz hepimiz

Yaşasın okulumuz.

Ben, Ahmet Muhtar Ataman’ın sözlerini yazdığı bu şarkıyla okula başladım ama daha da güzeli sevgili kızım da bu şarkıyla okula başladı. Ne güzel bir kültürel aktarım, ne hoş bir coşku ve paylaşım değil mi? Şimdi okula başlayan çocukları izliyorum, düşünceli, kaygılı, anne babalar çocuklarından daha çok kaygılı. “Ya gitmezse, ya ağlarsa, bakıcıyı da çıkarttık” çoğu kişinin ortak düşüncesidir. Oysa şöyle bir okul tanımıyla kaygının yerini güven ve gurur alacaktır: Okul, çocukların gitmek için can attıkları, öğrenmenin tadını aldıkları, bilgileriyle kıvandıkları, arkadaşlarıyla paylaştıkları, öğretmenlerince fark edildikleri ve  önemsendikleri, güven içinde oldukları ve coşkularını sergiledikleri bir yer olarak yaşanmalı.

Büyüme ve gelişme 4 ana dalda olmaktadır: Bedensel, ruhsal, bilişsel ve toplumsal. İyi düzenlenmiş bir okul bu alanların tümünün desteklenebildiği ender kurumlardandır. Bu yüzden çeşitli nedenlerle okulları kötüleyen, gereksizliğini vurgulayan her yorumu kuşku, kırgınlık ve düş kırıklığı ile karşılıyorum. 

Geçtiğimiz günlerde bir Milli Eğitim Bakanı’nın eğitim dönemi nedeniyle yaptığı konuşmasına “Okula gitmeyi sevmediğinizi biliyorum” diyerek başlamasını hayret ve üzüntüyle karşılamıştım. Gençlere yaranma çabasıyla edilen bu cümle bence utanılması gereken bir yaklaşım biçimidir. Okulları istekle gidilecek, öğrenme coşkusunu yaratacak bir yer yapamamanın özrünü dilemek ve bunun kendi beceriksizlikleri olduğunu itiraf etmek daha saygı duyulacak bir davranış biçimi olabilirdi.

Evde çok eğlenceli zaman geçirebildiğim halde her zaman okullarımı sevdim. Yoksul ama yoksun olmayan okullarda okudum.  Bana okulu sevdiren, öğrenme coşkusunu aşılayan aileme ve öğretmenlerime şükran borçluyum. Okulla ilgili olumsuz konuşmalar, özellikle yoksul kesim çocukları üzerinde çok yıkıcı etkiler yaratmakta, çocukların fark edilebilecekleri, gelişimlerinin desteklenebileceği en önemli olanağı yitirmelerine yol açmaktadır. Geçirdiğimiz büyük salgın, okulun önemini bir nebze hatırlatmıştır. Çocuklar arkadaşlarını özlediklerini, okulda daha çok eğlendiklerini söylediler.  

Gelişmiş ülkeler, eğitimin ve okulların öneminin bilincindedir, ülkelerinin her yerindeki okullarda eğitim aynı olmasına özen gösterirler, okullar arasında düzey farkı yoktur. Bunu söylerken içimin çok acıdığını duyumsuyorum çünkü benim okuduğum dönemlerde ülkemiz için de aynı şeyi söyleyebiliyorduk. Babamın görevi nedeniyle okuduğum farklı kent ya da kasabalardaki eğitim birbirlerinden farklı değildi. Bugün bunu söylemek mümkün değil. Sekiz yıllık temel eğitimde okullar arasındaki fark neredeyse 6-7 yılı bile bulabilmektedir.

Gelişimin 4 ana dalda olduğunu söylemiştim, bugün daha az farkında olunan ama çok önemli bir alana değinmek, sevgili anne baba ve öğretmenlere hatırlatmak istedim.  Okulun toplumsallaşma alanındaki işlevi anımsandığı zaman, neleri yapmamız gerektiği, soru çözdürerek eğitimin olamayacağı, yurttaş olmanın yeşerdiği yerin okul olacağı, geleceğimizin buralarda biçimleneceği konusunda daha bilinçli davranacağımızı umut ediyorum.

Toplumsallaşma, “bireyin, bir kişilik kazanarak belli bir toplumsal çevreye uyması, toplumla bütünleşmesi süreci” olarak tanımlanmaktadır. O zaman, günün çok önemli bir kısmını okulda geçiren çocukların toplumsallaşmasının önemi ve nasıl katkıda bulunulacağını gözden geçirelim. 

Bilişsel gelişim özellikleri açısından 7-10 yaşlarında olan okul çağı çocukları, “somut” dönemdedir. Bu evre mantıksal ve işlemsel düşüncenin başlangıcı olarak kabul edilir. Çocuk artık mantıksal düşünce veya işlemleri (yani kuralları) kullanmak için yeterince olgundur, ancak mantıksal yargılamalarını yalnızca fiziksel nesneler ya da görülebilir özellikler üzerinden yapabilmektedir. Bu nedenle bu evre Somut İşlemler Dönemi olarak anılır. Çocuklar koruma (sayı, alan, hacim, yön), tersine çevirebilme, sıralama/kıyaslama, geçişlilik ve sınıflandırma becerilerini kazanırlar. Bu yaş çocukları durumları mantıklı bir biçimde değerlendirseler de genellikle soyut ya da varsayımsal düşünmelerde zorlanırlar. Soyut düşünce 11-12 yaşlara doğru gelişebilmektedir.  

Okul çocuğun kişisel özelliklerini anlama, fark etme, belirleme ve geliştirme açısından benzersiz bir ortam sunar. “Ali benden uzun. Ayşe daha hızlı okuyor. Ahmet çok yardımsever” gibi tanımlamalarla kendinin pek çok özellik açısından nerede olduğunu anlayabilecektir. İşte iyi bir öğretmen çocuklarının tümünü kavrayarak, onlardaki pek çok özelliği ortaya çıkartıp geliştirebilir, yetilerinin farkına varıp, ortaya çıkartabilir. Fark etmek ve fark edilmek insan yaşamında çok önemli bir belirleyicidir.

Sınıfındaki öğrencilerine onların özelliklerine yönelik olumlu ve umutlu geribildirimler veren bir öğretmen, kişiliğimizin aslında ne denli zenginlik taşıdığını, herkesin değerli olduğunu, güçlü ve zayıf yönlerimizin olabileceğini, gelişebileceğini, kendimize ve başkalarına saygılı olmamızı ve yine kendimiz ve başkaları ile barışık olmamızı sağlayacaktır. Ve bu öğretmen çok zengin, çok renkli pırıl pırıl bir sınıfta ders paylaşma coşkusunu yaşayacaktır.

Üniversite öğrenciliğim sırasında okuduğum ve sınıfta da tartıştığımız bir araştırmayı kısaca özetlemek isterim. ABD’de bir araştırmacı grubu 1. Yarıyıl sonunda ilkokuldaki bir sınıf öğretmeninden öğrencilerini zekâları ve başarıları açısından değerlendirmesini ve o zamana kadar aldıkları notları istemişlerdir. Bu bildirimden sonra çocuklara zekâ testi uygulanmış ancak gerçek test sonuçları öğretmenlere aktarılmamış, kendi yapay sınıflandırmaları kullanılmıştır.  Sonuçta çocuklar 4 grupta toplanarak öğretmene geribildirim verilmiştir. Bu gruplar şöyle oluşturulmuştur:

  1.  Öğretmenin başarılı dediği, araştırmacılar tarafından zekasının yüksek çıktığı söylenenler.
  2.  Öğretmenin başarılı dediği, araştırmacılar tarafından zekasının düşük çıktığı söylenenler
  3.  Öğretmenin başarısız dediği, araştırmacılar tarafından zekasının yüksek çıktığı söylenenler
  4.  Öğretmenin başarısız dediği, araştırmacılar tarafından zekasının düşük çıktığı söylenenler

2. Yarıyıl sonunda okula gidilip yeniden aynı süreci uygulanmıştır.  Bu süreç sonunda elde edilen bulgularda;

  1.  “Öğretmenin başarılı dediği, araştırmacılar tarafından zekasının yüksek çıktığı söylenenler” Başarılı durumlarını sürdürmüşler.
  2.  “Öğretmenin başarılı dediği, araştırmacılar tarafından zekasının düşük çıktığı söylenenler” Başarılarında belirgin düşüklük gözlenmiştir.
  3.  "Öğretmenin başarısız dediği, araştırmacılar tarafından zekasının yüksek çıktığı söylenenler” Başarılarında belirgin artış gözlenmiştir.
  4.  "Öğretmenin başarısız dediği, zekasının düşük çıktığı söylenenler” Başarılarında belirgin düşüklük gözlenmiştir.

Bu çalışma yeniden yapılmamıştır çünkü araştırma deseni etik/bilimsel ahlak açısından uygun değildir. Ancak yine de yayınlanmış bir araştırma olarak çocukla ilgili olumlu noktaların bildirilmesinin gelişimi ne denli kışkırttığı ve ilerlettiği konusunda önemli bir bulguya sahiptir. Bu nedenle çocuk gelişim ve eğitimi alanlarında yetişmiş, öğrenme ve öğretme ilkelerini bilen çağdaş öğretmenlerle, “yeni nesilleri onların eseri olacağı” bir kez daha yaşam bulmuş olacaktır.

ÖDÜL VE CEZA

Burada günümüzün en yaman çelişkilerinden biri olan ödül ve ceza konusuna da değinmek istiyorum.  Yıllar önce Üniversitemize çok yakın bir ilköğretim okulundaki istismar olayına ilişkin adli dosya bize gönderilmiş ben de bu dosya kapsamında görevlendirilmiştim. Olay ilkokul 1. Sınıfta okuyan 2 çocuğun bir yıl süresince 8. Sınıfta okuyan 5 çocuk tarafından taciz edildiği konusundaydı.

Okul müdürü ile görüşmeye gittiğimde disiplin, yönetmelik vb. kural ve uygulamalar konusunda kendilerine dayanak olacak hiçbir donanımın olmadığını öğrendim. Bu çocuklara uygulanabilecek en büyük yaptırım, başka bir okula nakillerinin yapılmasıydı.  O dönemin Milli Eğitim Bakanı ile bir toplantıda birlikte olacaktık.  Toplantı arasında Bakan’a disiplin yönetmeliği konusunu açtığımda beni susturarak “Hocam ben ilköğretimde disipline karşıyım” dedi.  Disiplin konusunda ne anladığını bilmiyorum ama bu kısır bakış açısı bir eğitimciyle asla bağdaşmıyordu.

Toplantının 2. gününe elimdeki dosyanın tüm kişisel bilgilerin gizlendiği bir özetle gittim ve Bakan’ın önüne koyarak tacize uğrayan çocuklara ve ailelerine ne yapılmasını önereceklerini sordum. Çünkü zaten yoksul olan aile artık çocuklarını o okula gönderemeyecekleri ve orada oturmaları olanaksız olduğu için evlerini bırakıp başka bir yere göç etme, çocuklarının ruhsal sağaltımı için çaba gösterme, diğer çocukları için önlemler alma, tehdit ve baskılarla başetme gibi zorluklarla da boğuşmak zorunda kalmıştı. Belgeleri okuyan Bakan’ın tepkisi unutulmazdı, tam anlamıyla şok geçirdi.  Bilmemek çoğu zaman rahatlığı ve romantik kararları da beraberinde getiriyor.

TED Ankara Koleji Rehberlik Bölümü ile yoğun ve tümüyle gönüllü bir çalışma yaptık, hazırladığımız çalışmayı Bakanlığa sunduk, tartışıldı ve kabul edildi. Ülkemizde övünebileceğimiz yasalar var ancak ne kadar iyi uygulanıyor, sorgulamamız gerekiyor. Disiplin yönetmeliklerinin amacı davranışlarının sonuçlarına yönelik farkındalık ve bilinç oluşturmak, bu davranışların yinelenmemesi, bir kazanç oluşturmaması, diğerlerine örnek olması açısından bazı yaptırımların nasıl uygulanacağını belirlemektir.

Yaptırımlar deyince ceza ve ödül sistemlerinden de kısaca söz etmek gerekir. Psikolojide, özellikle hayvan deneylerinde, hayvanları koşullandırmak amacıyla ödül ve ceza sistemleri oluşturulmaktadır ve aşağıdaki şemada görüldüğü gibi işler. Şimdi herkesin biz deney hayvanı değiliz biçiminde itiraz ettiğinizi duyar gibi oldum. Üzgünüm ama aslında çocukların hatta erişkinlerin davranışları da aynı ilkelere göre belirleniyor.  Sözgelimi emniyet kemerinin yaşam kurtardığı bilinmesine karşın Ankara’da sürücüler arasında emniyet kemeri takma oranı %18’di. Cezalar konulunca bu oran %38’e çıktı, artırılınca %50-60 dolaylarındadır.

PEKİŞTİREÇLER

VERİLMESİ

KALDIRILMASI

OLUMLU

İlişkili davranışın görülüş sıklığını artırır (Ödül).

İlişkili davranışın görülüş sıklığını azaltır (Ceza).

OLUMSUZ

İlişkili davranışın görülüş sıklığını azaltır(Ceza).

İlişkili davranışın görülüş sıklığını artırır (Ödül).


Vereceğim örnekler ne demek istediğimi biraz daha açıklığa kavuşturacaktır.

Olumlu pekiştirecin verilmesi: “Ne güzel oynuyorsunuz”, “Elinize sağlık yemekler nefis olmuş”, “Yemeğini çok güzel yedin, bir dondurmayı hak ettin”, “Ödevin için çok çaba sarfettin

Olumlu pekiştirecin kaldırılması: “Bugün sabah bahçe dışına çıkıp bilmediğin yere gittiğin için, öğleden sonra bahçeye çıkmayacaksın. Evde otur ve kendini nasıl durduracağını düşün” “Oyuncağını kardeşine fırlattığın için bu oyuncakla bugün oynamayacaksın”, “Uyarılara karşın işe geç geldiğiniz için maaşınızdan kesinti yapılacak

Olumsuz pekiştirecin verilmesi: Kasıtlı verilen zararın ödetilmesi. Molaya gönderilmesi. Yukarıdaki trafik örneğinde de emniyet kemeri takmama davranışı verilen para cezası (olumsuz pekiştireç) ile azaltılmaktadır.

Olumsuz pekiştirecin kaldırılması: “Artık düzenli çalıştığın için ekran kısıtını kaldırıyorum”, “Zarar vermediğin için yeniden harçlık almayı hak ettin.”

Aslında neredeyse tüm davranışlarımız kabaca yukardaki çizelgeye göre biçimlenir.  Bazı yazarlar davranışlarımızın bu kadar basite indirgenmesini kendilerine yakıştıramamaktadır, ama işin özü budur.  Farkı yaratan, bizim için olumlu pekiştirecin yani ödülün ne olduğudur.

Ödül de ceza da kapsamından ayrı düşünülemez. Sınıfta iyi bir şey yapan öğrencinin yüzüne gülümseyerek bakma bir ödüldür, o davranışın görülme sıklığını artırır. Çünkü ödül de ceza da aslında bir fark etmedir, bir geribildirimdir. “Sen benim için önemlisin, kendine zarar verici davranışı yapmana izin vermeyeceğim” duygusuyla aktarılan yaptırımların katkısı çoktur.

Ödülü rüşvetten ayırmak gerekir. “Bakkala gidersen sana para veririm” bir rüşvettir, çünkü evin işleyişine katkıda bulunmak aile üyelerinin zaten yapması gereken bir davranıştır. “Alınacakların tümünü unutmadan almışsın, sağ ol yavrum” bir ödüldür, annesi onun başarısını fark etmekte ve bundan mutlu olmaktadır. 

Çocuklara geribildirim vermeden doğru/yanlış davranışları anlamaları zordur. Yalnızca anlatmak, uzun uzun konuşmalar yapmak da etkisizdir. Erişkinler bile sonunda bir yaptırımı olmayan kuralları benimsemekte güçlük çekmektedir.

Okul ve öğretmenin en önemli işlevlerinden biri öğrencilere doğru davranış kalıplarını benimsetmektir. Son zamanlarda bu işlevlerinin gereğince yerine getirilmediğini görmek üzücüdür. “Bana sorun getirmeyin” aslında iyi niyetle oluşturulmuş bir tutumdur. Böylelikle “şikayetçi” çocuk oluşturulmayacağı, kendi aralarında çözüm bulunacağı düşüncesi öne sürülmektedir. Ancak, bu gibi durumlarda dağ yasası ortaya çıkmakta, güçlü çocuk diğerlerini sindirerek sorunu şiddetle çözmektedir.  Oysa öğretmenin yaklaşımları, çocukların çözüm dağarcığını geliştirecektir. Çözüm yollarını diğer öğrencilerle birlikte gözden geçirmek, tartışmak ve yetkin bir öğretmen olarak bir yaptırım uygulamak benzeri olmayan bir deneyim kazandıracaktır. Şimdi sevgili öğretmenlerimizin “Ama biz bir yaptırım uygularsak veliler okulu basıyor” dediklerini duyar gibiyim. Çok haklısınız ama bu kısır döngüden el birliği ile çıkmak zorundayız. Çünkü bu çocukların sonraki yıllarda kendileri ve başkaları açısından yaşamsal tehditler oluşturacaklarını aklımızda tutalım. “Önce sevdiği kadını, sonra kendini vurdu” haberinin altında sorun çözme becerisi, özdenetimi geliştirilmemiş büyükler bulunmaktadır.

Gelişmiş ülkelerin eğitimlerinde en önemli yeri, haklar ve sorumluluklar bakış açılarının geliştirilmesi oluşturmaktadır. Bizde her ne kadar uygulanmıyor olsa da çocuk haklarından söz edilir ama çocuk sorumlulukları ve ödevlerine pek değinilmez.  Ödev deyince aklımıza bıktırıcı, anlamsız yazılar gelmektedir. 

Oysa temel ödevlerden en önde geleni yaşama ve yurttaş olmaya yöneliktir. Birkaç örnekten kısaca söz etmek isterim.  Japonya’da okullarda temizlik ve hizmet görevlisi bulunmamaktadır. Çocukların temiz bir sınıfta okumaları onların hakkıdır ama sınıfın ve okulun temiz tutulması çocukların sorumluluğudur. Pek çok okulda benimsendiği gibi “Bu okulda özel eşyalarımın korunmasını beklemek benim hakkımdır ama arkadaşlarımın ve okulumun eşyalarının korunmasını sağlamak benim sorumluluğumdur.” İyi okullarda bu konular işlenmekte, farklı alanlar ve örneklerle zenginleştirilmektedir. Çocuklarda hak ve sorumluluk kavramlarının farkındalığı ve gelişimi için özenli çabalar verilir. İşte bu değerlerin küçük yaşlarda kazandırılması, okullarda uygulanıp pekiştirilmesi dünyayı daha yaşanılır kılacaktır. 

Okul resimlerine baktığımda kollarımızda takılı olan üzerlerine işlenmiş harfler olan “kolluklarımızın” ne güzel bir uygulamanın simgesi olduğunu düşünürüm. Bunu, demokratik yaşamın denemeleri olduğuna inanırım.  Sonraki yıllarda bu uygulama kaldırıldı, seçilen çocuklarla haftasonu uygulaması oldu, sonra bu uygulama da bitti. Oysa, Kızılay Kolu, Kitaplık Kolu, Temizlik Kolu, Trafik Kolu, Harita Kolu, Yardımlaşma Kolu, Hayvanları Koruma Kolu, Görgü Kolu gibi görevler, kol çalışanlarının seçilmelerinden başlayarak günlük sorumlulukların yerine getirilmesi, malzemelere sahip çıkılmasına kadar önemli bir yaşam öğretisidir. 

Aidiyet, bir yerin parçası olmak çok önemlidir.  “Bu benim evim, okulum, takımım, memleketim” demek bizlere güven duygusu yaratır. Çocuk, arkadaşlarının varlığıyla kendini daha güçlü hisseder. Arkasında kocaman okulu ve öğretmenleri vardır. Bu nedenle okullara eski saygınlığını kazandırmak çocukların olumsuz güç odaklarının peşinden gitmemesine, okuluyla güven duygusu yaşamasına yol açacaktır.

Yalancılık, okuyamama, ders yaparken ağlama gibi yakınmalarla gönderilen 2. Sınıf öğrencisi sınıfın en itilen çocuğu nitelenmesiyle geldi. Özgüveni yok denecek kadar azdı. Yalancılık denilen şey, anlattığı gerçek olmayan öykülerdi. “Bıraksanız 24 saat anlatır” diyordu annesi.  Sadece “Ahhh keşke okuma yazmayı öğrensen de bu güzel öyküleri yazsan, dergilere göndersek, herkes okusa” dedim. Kuşkuyla yüzüme baktı “Sen öğretir misin?” dedi, “Denerim” dedim ve Türkçemizin o güzel özelliklerinden yararlanarak yaptığım bir oyunla 1 haftada okumayı söktü. İyi ki sökmüş yoksa “Gelecek vaad eden genç yazarımızdan” yoksun kalacaktık. Bütün çocuklarımızın yolları açık olsun."


İlgili Haberler

Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler