Seçkinler, Askerler ve ‘Sessizler’: Azor
70’lerin sonu... Geçmişi askeri darbeler tarihine dönüşmüş Arjantin’in son cunta yılları... İlk bakışta yapaylığı göze çarpan tropikal bir fonun önünde konuşan fakat ne dediği anlaşılmayan bir adam... Biraz sonra hikâyenin bütününe, karakterlerin tavırlarına, kararlarına ve adına dahi bulaştığını anlayacağımız bir sessizlik...
Kendisi de İsviçreli bir bankerin torunu olan yönetmen Andreas Fontana, Cenevre’den Buenos Aires’e, askeri cunta döneminde, müşterileriyle görüşmek üzere uzun bir yolculuğa çıkan özel bir bankacının öyküsünü anlattığı filmi Azor’la, filmografisine sessiz ve mütevazı bir başlangıç yapıyor. Bu ilk adım, aynı zamanda Fontana’nın filminin girizgahında açık ettiği izleğiyle de uyum içinde çünkü açılışın ardından izlediğimiz planların ve karakterlerin tümü konuşkan hallerine rağmen, aslında tuhaf bir sessizlik yeminine sahipler. Öyle ki Paul Courlet’nin kompoze ettiği klavsen ağırlıklı notaları dahi ürkek ve filmin duygusunu ele geçirmek konusunda çoğunlukla çekingen davranıyor.
Arjantin’in kirli savaş sürecinde, cuntanın ülkeyi bir “avlanma arenasına” çevirdiği, binlerce insanın kaybolduğu, “cesetlerin gökten yağdığı” karanlık bir dönemi hikâyeleştiren Azor, bu kanlı yılları hiç bilmediğimiz yönleriyle aydınlatmayı deniyor. Esasen 1930’larda başlayan ve son olarak 1976’da Peronist Isabel Martinez de Peron’a karşı yapılan bir dizi askeri darbeler döneminin son halkasına sırtını yaslayan film, ülkenin yüksek sosyetesine mensup aristokratları ile cunta arasındaki ilişkileri finansal boyutlarıyla masaya yatırıyor. Arjantinli siyaset bilimci G. A. O’Donnell’ın yaptığı ve 1960’lı yıllardan sonra meydana gelen askeri darbeleri ‘bürokratik otoriterizm’ olarak nitelediği ekonomik-politik temelli sınıflandırmasını hatırlatırcasına, ülkenin geçmişini tümüyle ekonomik ilişkiler bakımından ele alan film, tüm bu kaosun ortasına ise üçüncü nesil özel bankacı Ivan’ı yerleştiriyor.
Azor’un soğuk yapısının temsilcisi Ivan, Lady Macbeth’i hatırlatan bir edayla kendisine direktifler veren eşi Ines’le birlikte, bankasının Arjantin’deki müşterilerini sakinleştirmek, kapitalizmin çarklarının işleyişini sağlamak ve kaybolan meslektaşı Réne Keys’in izlerini sürmek üzere Buenos Aires’e gidiyor. Fakat filmin başlangıcında, askerlerin sokaktaki insanları sorguladıkları sekanstan itibaren kendisini hissettiren tehditkâr ortam, Ivan’ın rejim ve seçkinler arasındaki dengeyi sağlamasını güçleştiriyor. Ivan’ın, cuntanın gazabından korkan veyahut halihazırda hışmına maruz kalmış aristokratik çevrelerle dış dünyadan izole evlerinde, havuzlu bahçelerinde, otellerinde yaptığı görüşmeler ise filmin, ülkenin içinde bulunduğu kasvetle tezat anlatısının bir sonucu olarak karşımıza çıkıyor. Çünkü toplumun her sınıfı için güvensiz hale gelen, âdeta bir korku ülkesine dönüşen Arjantin’in kaosunun ve şiddet yüklü tarihinin aksine Azor, ana karakteriyle uyumlu bir çizgide, dingin ve sakin bir öyküleme tercih ediyor. Tıpkı açılışında izlediğimiz gibi, Azor’da gördüğümüz hemen her şey Janus’ün diğer yüzüne ait ve şiddetin yokluğu nasıl ki ekranın her köşesine sinmiş bir şiddeti ifade ediyorsa, rejimin asıl kurbanlarının olmayışı da kan kokusunu her planda buram buram hissetmenize neden oluyor. Arka planında kaynayan bir cadı kazanı barındırırken her şeyin normal ve sıradan göründüğü bir dünya ve ölçülü karakterler tasvir eden film, böylelikle yakalamak istediği tekinsiz atmosferi de destekliyor ki filmin kararsız dil tercihi bile bu yapının bir uzantısı olarak okunabilir.
Özel bir bankacılık jargonu olan ve sessiz olmak, ağzından çıkanlara dikkat etmek anlamına gelen ‘Azor’ kavramının önderi Ivan’ın duygusuz, kayıtsız tutumu, hiçbir şey görmemiş gibi davranmanın karşılığı olan ‘Kuzen Antoine’cı seçkinlerin ahlaki karanlığı ve güvenilmez kişiler için kullanılan ‘iki sarılı’ terimiyle özdeş cunta... Azor, özel bankacılığın terimlerinden hareketle tasarladığı hikâyesinin dehlizlerinde ürkütücü bir gezintiye çıkarırken, incelikli ve özenli bir üslup kullanıyor. Filmin gizem kanadını destekleyen kayıp Keys karakteri bir hayalet gibi Ivan’ın etrafından dolaşırken, kaçınılmaz olarak akla The Third Man’in (1949) Harry Lime’ını getiriyor. Hikâye boyunca Keys’in söylemleriyle karşılaşan, ipuçlarıyla başına ne geldiğini çözmeye çalışan ana karakterimizin finalde gerçekleşen katarsisten uzak dönüşümü de yine seyirciye olan mesafesinden hareketle yorumlanabilir.
Azor’un senaryosunu Mariano Llinas ile birlikte yazan Fontana’nın, Gabriel Sandru’ya emanet ettiği sinematografisinde ise filminin özüyle uyumlu bir stil kullandığını söyleyebiliriz. Ivan de Wiel’i canlandıran Fabrizio Rongione ile Ines’e hayat veren Stephanie Cleau’nun duygusuz ve katı performanslarının da Azor’un elini güçlendirdiğini eklemek gerek.
Şüphesiz Azor, özel bankacılık sektörünün bilinmeyen yönleriyle, bir ülkenin en kanlı yıllarını anlatmak gibi cesur bir girişimde bulunan fakat bunu olabildiğince gösterişten kaçınarak yapan bir film. Ve tam da bu yüzden merak uyandırıcı ve görülmeye değer...
Puanım: 7.5/10
Başak Bıçak – basakbicak@gmail.com
En Çok Okunan Haberler
- Saadet'te yeni genel başkan belli oldu
- Kriminal raporun ayrıntıları ortaya çıktı
- Yandaş yazar, son anket sonuçlarını açıkladı!
- İktidarın '25 Kasım' korkusu
- İstanbul'da aile katliamı
- AKP sayesinde bu düş de gerçek oldu!
- 4 kişiyi öldürüp intihar etti!
- 'Bu işin şakası yok, herkes ayağını denk alsın'
- Akalın'dan İYİ Parti'yi karıştıracak açıklama
- Gökçek döneminde belediyeden geçen karar pes dedirtti!