Özünü unutan bir öykü: Şahmaran
Netflix’in büyük merakla beklenen yapımı Şahmaran, gerçeklikten uzak sahneleriyle düş kırıklığı yarattı.
Binlerce yıldır, belki de binlerce uygarlığa ev sahipliği yapmış bu topraklar salt gözle görülen tarihi eserleriyle değil dilden dile dolaşan söylenceleriyle de çok zengin bir miras barındırıyor. Anadolu’da asırlardır dolaşan mitoslardan antik simge ve figürlere... Toprağın her noktasından fışkıran bir bereket ve her biri anlatılmayı bekleyen öyküler...
Gelgelelim, binlerce yıl ağızdan ağıza dolaşarak ölümsüzleşmeyi başarabilmiş bu öyküleri, çağdaş anlatı yöntemi sinemayla görselleştirmek ve bunu haklarını teslim ederek yapmak kolay değil. Değil çünkü karşınızda ucu kadim medeniyetlere uzanan bir “ürün” var. Ve onu öyküleştirirken yalnız perdeye yansıyan görüntünün getirdiği zorluklarla değil bir tarihle, gözle görülmeyen bir yükle de cebelleşmek gerekiyor. Fakat sinema öyle sürprizli bir dil ki “sinema bitti” diyenlere inat, bir sabah uyandığınızda en yakın arkadaşınızın size küsmüş olma olasılığı üzerinden sadeliğiyle büyüleyen bir öykü de yaratabiliyor veyahut insanlığın bilinen en eski kalıntıları Göbeklitepe üzerine inşa edilmiş bir anlatıyla ya da Şahmaran gibi simgesiyle bile asırlardır tanınan bir mitle hayal kırıklığı yaratabiliyor.
BEKLENTI BÜYÜKTÜ
Tıpkı Atiye’nin ilk sezonunda olduğu gibi, sırf öykünün üzerine kurulduğu mitolojinin çekiciliğinden ötürü Netflix’in yeni yapımı Şahmaran için de beklentim bir hayli yüksekti. Ve sosyal medyada getirilen eleştirilerin aksine “izlenemeyecek” ölçüde ekranda kötü görünmediğini söylemeliyim. Özellikle Serenay Sarıkaya’nın performansı ve Burak Deniz’le olan uyumlarıyla dizinin sonu getirilebilir. Ancak girizgâhta da bahsettiğim üzere, devraldığı mitin yüküyle bağlantılı olarak hayal kırıklığı yaratma olasılığını da ve en önemlisi, her ne kadar fantastik öğeler barındırsa da dizinin çekildiği mekânlar/karakterler ile öykünün gerçeklikle uyumunun önemini göz ardı edemeyiz. Evet, Şahmaran binlerce yıldır Tarsus coğrafyasında anlatılagelen bir destan ve doğal olarak öykü düşsel imgeler barındırıyor. Yaratıcıları diziyi doğru bir seçimle Adana’da, mitolojinin doğduğu topraklarda çekmişler ve etkili bir sinematografiyle birlikte işlerlik kazanmış. Ancak öykünün girişinden itibaren yörenin gerçekliğiyle karakterlerinin davranışlarının örtüşmemesi o kadar göze batıyor ki anlatıya kendinizi kaptırmakta güçlük çekmeye başlıyorsunuz. Alacakaranlık Efsanesi’nden fırlamış gibi duran aile üyelerinden tutun da gece gündüz göle çıplak girenlere, damın tepesine konulan küvet sahnesine değin daha sayamadığım bir sürü gariplik... Burada mevzubahis edilenin çıplaklık olmadığı aşikâr ama bir öyküyü yaratırken o yerin “gelenek ve yaşayış biçiminden” bu denli uzak kurgulayamazsınız. Tüm bu sahneler, görsel olarak perdede çok şık durabilir, hatta duruyor da. Fakat izleyici nezdinde inandırıcılığı zedelemekten başka bir işe yaramıyor.
Sinema, doğduğu günden beri bizleri “olmayana” inandırmak konusunda hep maharetliydi. Ama bunu yaratılan hikâyelerin ve karakterlerin mekânla ya da ait olduğu dönemle bağı doğrultusunda başardı. Ve bana göre Şahmaran’da en büyük kusur, inandırıcılık sorununun karşımıza sürekli çıkan hatalar yüzünden zedelenmesi. Şahmaran özellikle parlak fikri nedeniyle çok iyi bir öykü olabilirdi, eğer çekildiği yer unutulmasaydı.
Puanım: 5/10
En Çok Okunan Haberler
- Futbolda pis kokular yükseliyor
- TÜPRAŞ'ta patlama: 12 kişi yaralandı
- 'Erdoğan bize göre tek seçenektir'
- CHP’de çelişen başkanlara uyarı
- AKP’li vekilin PKK yöneticisiyle fotoğrafı gündem oldu!
- Son seçim anketinde çarpıcı sonuç!
- Hekimlerin istifaları hızlandı
- 'Erdoğan ömür boyu Cumhurbaşkanı olacak diye...'
- 'Atatürk ile Cumhuriyet ile bayrak ile...'
- İşte sıfır faizli kredi veren bankalar…