Napolyon’a Viyana Kongresi’nden bakmak
Ridley Scott, Napolyon biyografisiyle, filminin kahramanın olan sevgisini sorgulattı.
François Chateaubriand, İskender hakkında yazılmış ve Latinceden çevirdiği şu sözler için “Sanki Napolyon’a atfedilmiş gibi” der ve ekler: “Onun ölümünden sonra hepsi tacı aldılar... Ve yeryüzünde kötülükler çoğaldı.”
Bir süre Bonaparte’la yakın ilişkiler kurmuş, devrimcilerle arası kötü olmamasına karşın kralcıların yanında duran Chateaubriand bile “Mezar Ötesinden Hatıralar”ında Napolyon’dan iyi ve kötü yönleriyle söz eder. Hiçbir şartta onu desteklemez ancak ne Viyana Kongresi’ndeki eski rejimleri dengeye kavuşturmak isteyen devlet adamlarının Napolyon’a bakış açısına sahiptir ne de Ridley Scott’ın Napolyon’a acımasız yaklaşımına... Çünkü Napolyon, yükseliş ve düşüşüyle tüm dünya tarihini etkileyen bir figürdür ve onu anlatmak 1815 kongresinin yaklaşımından ibaret olmamalıdır.
Kuşkusuz devrimin kucağında büyümesine karşın gücü eline aldığında en önce o konuma gelmesini sağlayan devrimi “boğan”, sonra da mavi kan gereksinimiyle Avrupa haritasını yeniden şekillendirmeye çalışarak hem devrimci fikirlere “ihanet eden” hem de eski rejimlerin tahtlarını sallayan kişi Napolyon’du. Fransız Cumhuriyeti’nin eşitlik ilkesi ve askeri başarıların da yardımıyla önce darbe yapma fırsatı buldu ardından ömür boyu konsül, daha sonra da kral oldu. Ridley Scott’ın Napolyon’undaki tarihi farklılıklar bir kenara Roma İmparatorluğu’ndan bu yana Avrupa’yı o denli değiştirebilen ender bir deha olarak Napolyon, siyasi manevraları ve hazırladığı Napolyon Yasaları’yla yetenekli bir devlet adamı olduğunu göstermişti. Abel Gance, 1927 tarihli sessiz filminde bu tarihi figürün hakkını vermişti. Stanley Kubrick de yıllarca hazırlandığı projeyi hayata geçirse olasılıkla yeni bir başyapıt çıkaracaktı. Ancak Ridley Scott kamerasının Napolyon’u, Viyana Kongresi’nin sözleriyle değerlendirmesi ve Napolyon Savaşları gibi Avrupa’yı kana bulayan(!) olayların basiretsiz, ağlak ve güvensiz bir sorumlusu olarak betimlenmesi Scott’ın, kendi filminin ana karakterine duyduğu “sevgiden” kuşku duymama yol açıyor.
Açılış sahnesinde Marie Antoinette’in giyotine götürülüşünün “Fransız Devrimi karşıtı” tasvirini ilk anda Terör Dönemi’nin karanlığının bir parçası olduğunu düşünsem de önce Napolyon’un konsüllüğü ele geçirirken düştüğü gülünç durum, başkalarının aklıyla hareket etmesi ve savaşları yönetirken gördüğümüz çoğu zaman silik denebilecek portresi ve en önemlisi finaldeki “belgesel niteliği taşıyan bilgiler” filme ilişkin görüşlerimi tümüyle değiştirdi. Joaquin Phoenix’in Napolyon yorumu değerli ancak Scott-Scarpa iş birliği aktöre fazla olanak tanımıyor ve kendisine “söylenilenlerden” daha fazlasını yapamıyor.
Belgesel olmayan bir filmden tarihi gerçekleri bütünüyle doğru göstermesini beklemek hatadır. Öyle ki piramitlerin bombalanması bile hikâyeye hizmet ettiği için kabul edilebilir. Fakat sırf “tesadüfi” başarılarıyla imparator olmuş, annesi ve Josephine’in gölgesinde -büyük aşklarına karşın- zayıf ve beceriksiz bir Napolyon imgesi, daha ziyade Napolyon karşıtlığı izlenimi yaratıyor. Büyük bir askeri zafer olan Austerlitz Muharebesi’nin göz alıcı sahneleri, Jean Leon Gerome veya Jacques Louis David gibi önemli ressamların resimleri canlandırılmasa, bu filmde Napolyon’un görkemiyle karşılaşabilmek bayağı zor.
Elbette tarihi bir figür, eğer biyografiyse anlatılan her yönüyle gösterilmeli, klişelerin dışına çıkılmalı. Ancak böylesine ilgi çekici bir kimliği, bu denli tek yönlü betimlemek bir kusur, kaza değil. Viyana Kongresi’nin ruhu Scott’ta canlanmış gibi. Napolyon’a eski rejimden bakıyor.
En Çok Okunan Haberler
- Türkiye'nin en ünlü tekstil devi kapandı
- SMA'lı bebeğin babası intihar etti!
- Muğla'da helikopter kazası: 4 kişi öldü!
- Soğuk havada TIR kuyruğu 30 kilometreyi geçti
- CHP'den Erdoğan'a sert yanıt!
- 'Su sorununu çözmek, DSİ'nin görevi değil'
- Öğrencisinin Suriye'de Bakan olduğunu öğrendi
- Evini kiraya verecekler için geri sayım
- 'Ev hapsi' kararının ardından ilk kez konuştu
- İstanbul Barosu hakkında soruşturma!