Bu neyin solu?

Hayata geçirdiği projelerle adından sıkça söz ettiren, Senarist, Yönetmen, Yapımcı Murat Şeker ile hayatı, sineması ve güncel konular üzerine kapsamlı bir söyleşi…

Bu neyin solu?
Abone Ol google-news
Yayınlanma: 03.07.2022 - 13:00

Hocaları; Metin Erksan, Lütfü Akad, Halid Refiğ, Duygu Sağıroğlu, Nedim Otyam, Memduh Ün gibi Türk Sinemasını kuran isimlerden devraldığı bayrağı, Türk Sinemasını Türk izleyicisi ile buluşturmayı misyon edinerek devam ettiren Murat Şeker, penceresinden görünenleri ve izlenimlerini bizimle paylaştı.

Murat Bey sektörde uzun zamandır ses getiren yapımlara imza atıyorsunuz.  Üniversite öğreniminize İktisat Fakültesinde başlayıp sonrasında Mimar Sinan Üniversitesi Sinema ve Televizyon bölümüne geçtiniz. İktisattan, Sinema ve Televizyon bölümüne geçişteki temel motivasyonunuz ne oldu?

Liseyi bitirdikten sonra Mimar Sinan Üniversitesi'nin sınavlarına girmiştim. Sinema ve Televizyon bölümü özel yetenek sınavı ile 10 kişi alıyordu. 17 yaşındaydım. Yazılı sınavlar çok iyi geçmişti ama hocalar sözlü sınavda baya üstüme gelmişti. Yedek listede kalmıştım.  Birazda mecburiyetten İktisat okumaya karar verdim. Yıllardan sonra geçen hafta okula gittim. Belki önümüzdeki yıl hocalığa başlayacağım okulumda. Dolayısıyla iktisat benim için mecburi tercihti.

Beyazıt’ta meşhur öğrenci kültür merkezi vardır. Ben orada sinema kulübünün aktif öğrencisiydim. Film gösterimleri yapıyorduk, söyleşiler düzenliyorduk. Hatta 91-92 senesinde gösterime giremeyen Türk filmleri haftası bile yapmıştık. Türkiye’deki ilk toplu Tarkovski film gösterimleri bizim öğrenci kültür merkezi sinema kulübü tarafından yapıldı. Hala da orada temasta olduğumuz arkadaşlarımız var. Sonra tekrar sınavlara girdim kazandım Mimar Sinan Üniversitesi'ni.

İktisat Fakültesinde öğrenim görmenizin şu anki mesleğinize bir katkısı oldu mu?

Bence İktisat Bölümünün 1. sınıfını Türkiye’deki tüm fakültelerde okutmalılar. Çünkü genel iktisat teorisi hakkında temelli bir bilgi sahibi olmadığınızda dünyadaki gelişmeleri yanlış yorumlayabiliyorsunuz. O yüzden önemli iktisat teorisi. Yapımcılık yaparken genel iktisat teorisinin bilincinde olmak işime yarıyor. Ama gene de yapımcılık tercihler ve önceliklerden ibaret. Mesleki anlamda en büyük silahım Mimar Sinan Üniversitesi'nde, Metin Erksan, Lütfü Akad, Halid Refiğ, Duygu Sağıroğlu, Nedim Otyam, Memduh Ün gibi Türk sinemasını yapan insanların öğrencisi olmamdı.

Dolayısıyla izlediğimiz, takip ettiğimiz yol hocalarımın kurumsal olarak altyapısını kurduğu, ulusal sinemanın bir devamı niteliğinde. Benim sinema yapmaya başladığım 2000’li yılların başlarında Türk seyircisi sinemaya gitmiyordu. 80’lerden seks filmleri furyası ve 12 Eylül’ün baskıcı zihniyetinden sonra sinemadan uzaklaşmış, salonlar daha çok Amerikan filmlerinin sultasındaydı. Hocalarımızın yaptığı gibi toplantılar ve ulusal sinema manifestosu olmaksızın ben ve jenerasyonum kendi kulvarlarında ilerleyerek Türk sinemasını yeni nesil Türk seyircisi ile birleştirip bugünkü “havalı” noktasına gelmesi için uğraştık. Herkesin büyük katkıları var. Bugün Türk sineması diye bir gerçek var. Kendi ülkesinde de Amerikan sinemasını oldukça geride bıraktı. Ama şimdi dijital platformlar geldi. Türk sinemasının yıldızlarını alıyor. Sinemada da süper kahramanlı filmler bizim filmleri geçiyor, bakacağız. 

Filmlerinize genel bir bakış attığımızda karakterleriniz tanıdık, gerçek ve mahallemizde karşılaştığımız karakterler gibi geliyor. Böyle bir mahalle kültüründen mi geldiniz, gördüğünüz şahit olduğunuz insanları mı perdeye taşıyorsunuz? 

Kendime misyon edindiğim şey, Türk Sinemasını Türk halkıyla buluşturmak. Milyonlarca insana ulaşmak demek sokağın sesi olmak, sokağa ayna tutmak demek. Çünkü hayat sokakta yaşanıyor. Dolayısıyla o gelen samimiyet bizim kendi bakışımızdaki samimiyet. Felsefemiz olduğu gibi ve göründüğü kadar. Tırnak içinde söylüyorum zengin semtlerde, tırnak içinde lafını özellikle kullanıyorum çünkü pis zenginler deme niyetim olduğu için değil, o semtlerde fazla seyredilmiyor bizim filmler. İtibar etmiyorlar. Halk işi olarak görüyorlar. Kemal Sunal’ın da bir zamanlar maruz kaldığı muamele. Hatta yangınlarda verdiği inanılmaz mücadeleye kadar Şahan’da öyleydi. Sonra Şahan’ın aslında Recep İvedik olmadığını bizim o ab grubu yangınlarda anladı.

Yani kemal Sunal’ın İnek Şaban olmadığı gibi. Biz filmlerimizde sokağın bire bir yansımasını anlatıyoruz ki konumuz daha net anlaşılabilsin. Anlatmak istediğimiz kitleyle iletişim kurmak gibi bir derdim var. Gardırop Atatürkçülüğü, lobi solculuğu var. Bazıları sol film yaptım diyor, halktan kimse izlemiyor. İzlese de anlamıyor. Bu neyin solu? Bu başka bir şeyin solu. Ama sokağın solu değil. Bir de sokağın sağı solu belli olmaz. Sokağın ayrı bir jargonu vardır. Bunu bilmezsen çok yanlış anlaşılabilirsin. Her şeyin ekmeğini yiyen insanlar var kimisi din, kimisi Atatürk.  Biz Atatürkçüyüz ama filmlerimizde öyle bir şov derecesinde Mustafa Kemal imgesi olmaz. Gerek yok çünkü. Zaten 6 tane ok var, 1 tane yok. Halkçılık da bunlardan biri. Atatürkçülük öyle elitist bir şey değil. Doğası gereği değil. Olmamalı zaten. 

Yapmak isteyip de anlaşılamama endişesi ile hayata geçirmediğiniz projeniz var mı?

Anlaşılamamak gibi bir kaygım olmadı. Kendini doğru anlatırsan anlaşılırsın. Doğru ifade edemezsen anlaşılmazsın. Bizim zaten “Ya İstiklal Ya Ölüm” isimli İstanbul’un işgal günlerindeki Kuvay-i  Milliye’nin Kadıköy kolunun hikayesini anlatacağımız bir projemiz var. Pandemi öncesinde başlamıştık. Tam dekorlara kostümlere giriyorduk ki pandemi oldu. Sinemalar kapandı her şey durdu. Şimdi askıda filmimiz bekliyor. Sinemalar kapalı olduğu için ertelediğimiz bir projemiz bu. Fenerbahçe’nin kazandığı meşhur Harington Kupası diye anılan günlerin, 29 Haziran 1923 gününün filmi. Senaryo hazır, her şey hazır. Oyuncu kadrosunu da kurmuştuk. Allah’ın sevdiği kuluymuşuz ki tam da büyük paralar harcamaya başlamadan önce pandemi oldu, durduk. Yoksa öteki türlü mahvolurduk. Pahalı proje. Şu an o projeyi hayata geçirmek için 3 yıl önce öngördüğümüz bütçenin net 2 katı kadar paraya ihtiyacımız var.

Yakın tarihte hayata geçirmeyi düşündüğünüz bir projeniz var mı? 

“Çakallarla Dans” en yakın proje. Bir kısmını Yunanistan’da çekeceğiz. 2 Aralık 2022’de vizyona girecek. Çakallarla Dans projemizin gişesi, Kuvay-i  Milliye’nin Kadıköy kolunun hikayesini anlatacağımız projenin de finansmanını tayin edecek. Yeteri kadar para kazanırsak 2023’te yapacağız yoksa bekleyeceğiz. 100.yılda değil de 101.yıl da yaparız. En azından halkın sermayesi ile bir Kurtuluş Savaşı, Kuvayi Milliye filmi çekilecek.

Eskiden film çekmek daha meşakkatli bir işti. Yapım açısından, teknik açıdan. Dijital platformlarında etkisiyle neredeyse hemen her gün yeni bir yapım ortaya çıkıyor. Bu da yapılan işlerin kalitesinin tartışılmasına sebep oluyor? Sizin bu konudaki düşünceniz nedir?

Bir laf vardır ya para var huzur var. Platformlarda, Amerikalılarda para var. Siz oyunculara verdikleri paraları duysanız şaşırırsınız. Netflix’in yaptığı, Disney’in yaptığı tamamen öyle. Dolayısıyla halen sinema filmi yapmak çok zor. Platformda üretmek kolay. Yurtdışından gelen ciddi bir para var. Bizim ise film yapma maliyetlerimiz arttı. Hem yaşadığımız enflasyon hem yurtdışından gelen miktarlar ve teknik ekibin doğal olarak oraya meyletmesi bizzat sinema yapmanın hem maliyetini artırdı hem de zorlaştırdı. Bir de seyirci kaygısı var. Şöyle bir enteresanlık var. Ben militan bir sinema seyircisiydim.

İstanbul Film Festivalinde 15 günde 50 film izlerdim. Günde en az 3 seans. Zaten en fazla 4 seans oluyor. O yüzden 25-26 yaşında kuyruk sokumumda problem çıktı. Rahmetli Emek Sinemasının koltukları sakattı, kaykılarak oturuyordum, belimde kaymalar oldu. Lisede arkadaşımla okulu kırıp Fernando Solanas’ın “El Sur” filmi için Bakırköy’den, Kartal sinemasına gitmiştik.  Daha o zaman deniz otobüsü icat olmadığı için Bakırköy’den Sirkeci’ye tren, Sirkeci’den vapurla Kadıköy, Kadıköy’den Kartal’a minibüs. Bu zaten 3 saat sürüyor. Sonra filmi seyret ve 3 saat dönüş yolu. Öyle bir durum vardı.

Şimdi bakıyorum Netflix ve diğer dijital platformların gişe sinemasını etkilediğini varsaysak bile, sanat filmlerinin gişe rakamları da yerlerde. Dolayısıyla değişen en önemli profil izleyici profili, izleyicinin eğilimleri. Sinema filmi yapmak 5 yıl öncesine kadar hatta pandemi öncesine kadar çok daha zor. Biz şimdi Çakallarla Dans filmini yapacağız, ardından bir tane de romantik komedi projemiz var. Şu an yoğurdu üfleyerek yiyoruz. 

Güncel konulara gelelim. İnsanların mevcut ekonomik koşullardan dolayı birçok sosyal aktiviteden mahrum kaldığını görüyoruz. Bu durumda ister istemez sinemalara yansıyor. İzleyicilerin salonlara dönmesini öngörebiliyor musunuz? 

Bu tamamen film ve içerikle ilgili. Paraya değer bulunması diye bir şey var bir filmin, bir eserin. O olduğu sürece bir sorun olacağını düşünmüyorum. Ama bolluk döneminde hiç ummadığımız bazı filmlerde iyi iş yapabiliyordu. Çünkü cepte para var o olmasa bu filme gidilir. Şimdi daralan ekonomi sürecinde olduğumuz için izleyici sinemaya gideceği zaman ekonomisini de düşünür hale geldi. Salonların ayakta kalabilmesi için belli bir sirkülasyon olması lazım. O yüzden yakın dönemde bazı salonlar kapanacaktır. Bu şaşırtıcı olmayacak. Kapanan kapandı zaten. Sinemaya gitmek maça gitmek gibidir aslında.

Televizyondan izleyebiliyoruz ama stadyumda olması bambaşka. Sinema salonunda da 300-400 kişi bir arada gülmek bir arada ağlamak heyecanlanmak büyük perde de… 5+1 ses sistemiyle film izlemek bir ritüel. 5+1 sesin gücü bir bağ. Çiftlerin halen en masum buluşma aktivitesi sinemaya gitmek. Gidin bir romantik komediye, biraz gülün. İyi vakit geçirin. 

Bu süreçte Turizm ve Kültür Bakanlığının sanata ve sanatçıya yaklaşımını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Toplantılara aktif olarak katılıyoruz. En temel de şunu söyleyeyim. Turizm ve Kültür Bakanlığı diye bir bakanlık olmamalı. Kültür Bakanlığı olmalı. Turizm Bakanlığı olmalı. Kültür, devletin para kazanmak istemeyeceği, istememesi gereken bir olgu olmalı tıpkı Diyanet gibi. Ticari karşılık beklememesi gereken bir bakanlık. Turizm de bunun tam tersi. Zaten büyük bir ticaret var. Türkiye dünyanın 6. Büyük Turizm ülkesi. Bu olmasın ya da oradaki kararlar yanlış veya doğrudur değil. Bir iş adamı şu anki Bakanımız. Eski Bakanlara göre bence doğru bir tercih. Bir iş adamının bu kadar paranın döndüğü bir sektörün odağında yer almasını doğru buluyorum.

Ama şu an alınan tüm kararlarda o ticari bakış açısına göre alınıyor. Dolayısıyla bakanlığın herhangi bir yaklaşımını göremiyorum. Orada tanıdığımız bürokratlar da var işin içinde. Ne yapsınlar, bütçe meselesi. Mesela Almanya bir önceki yılın yüzde 70 cirosunu verdi film şirketlerine, ticaretle ve gastronomi ile uğraşanlara. Bizde de böyle bir sistem olsa hiç fena olmaz. Bizim bir önceki vergimiz falan da fena değildi aslında.

Yani yüzde 70 vermesin yüzde 20’ye razıydık. Tanıtım desteği istemiştik bir kereye mahsus olmak üzere. Bakanlığa yazı yazdık, olumlu ya da olumsuz cevap vermediler. Zaten biz filmimizi vizyona soktuk. Biliyorsun bir sonuç çıkmayacağını ama sistemi denemek istiyorsun. Yazılı bir başvurumuz olsun kayıtlara geçsin. Devletle tek taraflı ilişkimizden memnunum. Biz vergimizi ödüyoruz. Ülkesini seven bir insanım. 

Yakın bir zamanda yargının Gezi ile ilgili verdiği kararlar gündemimize geldi. Sinemacı olarak Gezi ile ilgili bir film ya da belgesel çekseniz hangi konuya daha çok odaklanırsınız?

Toplumsal olaylar yaşandığında yaşanmamış gibi davranamayız. O an için de, sonrası içinde. Siyasiler, siyasi partiler ve siyasi gruplar olayları o anki çıkarları ve ihtiyaçlarına göre yorumluyorlar. Aslında tarihte böyle bir şey. Tarihin yeniden yazımı sadece uzak tarih için geçerli değil. Yakın tarih için de böyle. Mesela fetöyle ilgili Türkiye’nin macerasında yani Ergenekon ve balyozla başlayan süreç ve ardından şike kumpası… O dönemde toplumun bir yere doğru nasıl göz göre göre sürüldüğünü görmezden gelirsek yaptığımız bütün analizler boşa çıkar.  Gezi dönemi Vali, Emniyet Müdürü fetöden yargılandı ya da tutuklandı. Dolayısıyla ben Gezi ile ilgili bir film yapmaya karar verirsem olayların derinlikli araştırmasına girmem gerekir. Yani sadece sokaktan bakarsam konunun çok kenarından geçerim. Çünkü sokaktaki adam bu kadar derinlikli bilmek zorunda değil. Kaldı ki ben de bilmek zorunda değilim.

Bu İstihbaratın konusu. Keşke bize de açıklasalar bir rapor. Nasıl Susurluk raporu vardı, bir Gezi raporu verilsin. Ben de merak ediyorum Osman Kavala’nın gerçekten hiç bilmediğimiz bir takım gizli işleri var mı? Yoksa niye orada? Varsa niye haberimiz yok? Bir belge mi var? Bir toplantı mı oldu? Olabilir bilemiyorum. Yani samimiyetle söylüyorum ben niye devletime inanmak istemeyeyim? Niye şüpheyle yaklaşayım? İnsan bu kadar popüler olan, herkesin konuştuğu bir konuda bilmek istiyor ne olduğunu. Ama sokaktaki Murat olarak çok iyi biliyorum ki halkın üzerine çok gelindi.

12 Mayıs’taki meşhur Fenerbahçe - Galatasaray maçından sonra yaşananlar, sonrasında yaşananlar… O dönemki polislerin tamamının yargılanması gerek. O emri verenlerin, taraftara çoluk çocuk demeden gaz sıkanların. Olay nasıl oldu? Daha ilk günden nasıl yansıttı fetöcüler? Polis araçları devrildi! O gün ölü olmaması büyük tesadüf. Orada ben de vardım. Benim gibi insanların sağduyusu ve sakinliği sayesinde o gün orada daha fazlası engellendi. Biz baya orada sakin dedik. Durun yapmayın, etmeyin.

Zaten 12 Mayıs oldu 31 Mayıs’ta da gezi başladı. Bir suçlu aranıyorsa o suçlu 15 Temmuz’da ortaya çıktı. Dolayısıyla doğru yere bakmak lazım. Uğur Mumcu’nun neden katledildiğini bilmeden arabasının patlamasını göstermek çok saçma. Yani neden? Cumhuriyet Gazetesi mesela, belki dünyadaki en çok basın şehidi vermiş gazete olabilir ya da saldırıya uğramış. Her türlü vahim durum başına gelmiş. Her şey birbiri ile iç içe. Tabii ki bir Gezi filmi yapılabilir ama mevzu çok hangi şehir de yapacaksın? Eskişehir, İstanbul, İzmir, Ankara, Adana, Mersin?  Siyasi argüman olarak kullanılmasının terk edilmesini beklemek gerekiyor. Çünkü Türkiye’deki en kolay şey damgalanmak. Hemen bu gezici, bu bilmem neci, o öyle bu böyle. Sakin olmak lazım. Doğru etüd etmek lazım. Bir de toplumsal büyük etki yapmış, insanların öldüğü, zarar gördüğü, gözünün kör kaldığı, onlarca yüzlerce insanın mağdur olduğu konuda dikkatli olmak lazım.

Bırakın Gezi'yi, kanlı 1 Mayıs 1977 ile ilgili bile bir şey seyredemedik. Amerika’dan adamlar geldi denir hep, biz nereden bileceğiz. Gezi ile ilgili filmden daha çok bir belgesele ihtiyacımız var. Ama şunu yapabilirim ki niyetimde var, orta vadede bir 3 Temmuz belgeseli yapabilirim. Fenerbahçe’ye kurulan kumpas. Maçları seyrettiğim için perde arkasında ne olduğunu anlayabiliyorum. Binlerce Fenerbahçe taraftarı da benim gibi uzmanlaştı bu konuda. Gün gün söyler. Hangi gün, hangi gazete, hangi manşeti attı. Nerede hangi haberler çıktı. Futbol popüler olduğu için daha deşifre oldu bu örgüt. Çünkü bunun tutkulusu çok. Bunca yapılan operasyona rağmen Fenerbahçe hep ayakta ve ayakta kalmaya devam edecek.  

Toplumsal olaylara duyarlı bir vatandaşsınız. Bazı sanatçılar vardır aktivistliği sanatının önüne geçen. Bu durumda haliyle biraz antipatik olmalarına sebebiyet verir. Siz aktivistliği sanatının önüne geçmeyenlerdensiniz. Bu dengeyi çok iyi kurduğunuzu söylemeliyim. 

Türkiye’de ki yaşamın en büyük paradoksu sosyal medyada çevreci gezinenlerin bile yaşadıkları evlerin bahçesine çiçek dikmemesi. Ben o konuda daha aktivist durumdayım. Bir şeyi savunurken onun uygulamasını da yapmaya çalışıyorum. Yapabildiğimiz kadar ülke şartlarında. Benim amacım herhangi bir toplumsal olayda öne çıkıp sivrilmek değil. Tepkin kadar varsın aslında bu toplum içerisinde. Çok bariz bir durumda hiç ses çıkarmamak bana ikiyüzlülük gibi geliyor, ama sırf ses çıkarmak için her şeye laf yetiştirmek de doğru gelmiyor. Ben 11 yıldır Kadıköy’de oturuyorum, civardakiler bana “Muhtar” diyor. Doğal olarak benim en çok iletişimde olduğum Kadıköy Belediyesi. Ben olaylara daha pratik ve pragmatik pencereden bakıyorum.

Atıyorum daracık kaldırımlarda bile scooter’lar yoğunlukta. Bunların bir yerleşim problemi var. Araç desen araç değil, bisiklet desen bisiklet değil. Bu hayatın pratikliğini engelleyen bir şey. Şimdi sırf ben tırnak içinde Chp’yi destekliyorum diye Kadıköy Belediyesi ile uğraşmayacağım diye bir çizgide değilim. Yaşıyoruz ve burada şehri, ilçeyi, ülkeyi yönetenler her kimse sorumluluklarını yerine getirmeli. Sadece vatandaşlık hakkımı kullanmaktan yanayım. Altını çizerek söylüyorum ben sadece bu ülkede gerçek bir vatandaş olma mücadelesi veriyorum. Benim tepkilerim herhangi bir ülke vatandaşının doğal tepkileri aslında. Onu göstermeyenlerde sorun var gösterenlerde değil. Ben sana tokat atıyorsam senin bana tepki göstermen gerekiyor. Tepki göstermiyorsan sende bir anormallik var. Toplumsal birçok olayda da sürekli tokat yiyoruz. Hristiyanlığın temel öğretisiydi sanırım tokat atılırsa diğer yanağını çevir. Ne kısasa kısas ne öteki yanak.

Ben o ikilemde değilim, aklın yolu bir. Sıkıntılı bir yerde yaşıyoruz ve tepki vermek çok doğal bence. Tepki vermeyince sonrasında şikayetçi olma hakkını kaybediyorsun. Ülkemizde şöyle bir gelenek var, şikayet etme, arkadaş ortamında laf sokma, ama hadi şunu yapalım dediğinde taşın altına elini koymama. Ne Twitter’da yazınca ne de herhangi bir metne imza atınca olaylar çözümlenmiyor. Benim bahsettiğim durum şu, Babam Çanakkale’de yaşıyor, geçenlerde gittik 876 fidan kök zeytin diktik. Zeytinleri kesiyorlar, kestirmeyelim ve ayrıca zeytin de dikelim. Bunu yapmak benim için çok doğal davranışlar ve tepkiler. Bazen şaşıranlar oluyor ne kadar cesursunuz diyorlar. Bunun cesaretle ilgisi yok. Vatandaşlık sorumluluğu bu. Sorumluluğu yerine getirmemek aslında sıkıntılı. En temel şey bakış açımız. Maalesef biraz öne çıkan ses çıkaran insanı hemen çeşitli siyasi gruplar ve çıkar grupları kullanma arayışında Türkiye’de.

Sağ, sol, orta ortanın solu fark etmiyor bu durumda. O yüzden biz dolayısıyla gösterdiğimiz toplumsal davranışla değil sanatımız ve sinemamızla öne çıkmamızın en büyük sebebi herhangi bir siyasi partiye veya çıkar örgütüne ya da siyasi gruba angaje olmamak. Ben bir birey olarak tarafım zaten. Genel bir tarafın içinde doğal olarak yer alıyorsun. Doğrunun tarafı olarak yer alıyorsun. Benim kendi doğrularım var. Anayasada şöyle bir madde vardır; “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür.” Burada iki kelime var aslında öne çıkan. Öne çıkan kelime sadece Türklük değil aynı zamanda vatandaşlık. Dolayısıyla bu bağ bana ülkemin kuruluş felsefesindeki, laik, sosyal ve demokratik hukuk devleti ilkelerine inanmayı, bağlı kalmayı ve sonuna kadar savunma hakkını veriyor. Ben bu haklarımdan vazgeçmem. Bu konuda kimi zaman benim desteklediğim parti ile çakışır kimi zaman çatışır umurumda olmaz.

Ben bundan vazgeçmem ve kendi doğrularımı da ülkemin temel kuruluş felsefesi ile örtüştürdüğüm için hiçbir çekince de duymam. Normal olanı da bu zaten. O zaman bu ülkeyle vatandaşlık bağı ile de bağ kurma. Günümüz toplumundaki bence en büyük kültürel ve ahlaki erozyon vazifelerimizi sanki erdemlerimizmiş gibi sunulması. Bunda ki en önemli sebep vazifelerini yerine getirmeyen insanların çokluğu. Mustafa Kemal’in bir sözü vardır; “Ülkesini en çok seven vazifesini en iyi şekilde yapandır.” diye. Olay benim için bundan ibaret.

Toplumsal olaylarda sosyal medyada bir düşüncemi belirtiyorum bir taraf sen yönetmensin filmini çek, diğer taraf siz ne biçim sanatçısınız sesiniz çıkmıyor diyor. Yazıyoruz daha ne yapalım. İlla şunu istiyorlar, Fenerbahçe’yi çok seviyorum 500 like 100rt, Galatasaray’dan nefret ediyorum 5000 like, 5000 rt. Hamaset üzerine bir dil kuruldu gelişti. Bu hepimize zarar veriyor. Bizim vazifemiz bu dilden uzak durmak. Bu dilin getirdiği anlık, orta, uzun vadedeki tuzaklara düşmemek. 

Murat bey tutku derecesinde Fenerbahçelisin ama size başka takım taraftarları antipati duymuyor. Hatta sempatik geldiğinizi bile söyleyebilirim. Objektif bir bakış açısıyla yaklaşıyorsunuz konulara. 

Bende onlara antipati duymuyorum. Ben sevdiğimi söylüyorum. Az önce verdiğim örnekte o. Tutkumu, bağlılığımı söylüyorum. Hamaset dili üzerinden konuşmuyorum. Birkaç yıl önce Ankara’da başıma gelen bir olayı anlatayım. Galatasaray formalı iki arkadaş maça gidiyormuş. “Biz seni çok seviyoruz fotoğraf çektirmek istiyoruz ama Galatasaray formasıylayız sorun olur mu?” dediler. Ne demek gel kardeşim ben Fenerbahçe sen Galatasaray taraftarısın. Gayet doğal. Biz senin Fenerbahçe’yi sevmeni çok seviyoruz dediler. Teşekkür ettim. Böyle iletişim kurabildiysek ne güzel. Bu bir mertebe bence.

Şu anlamda mertebe kulübe, spora bağın ne cins olması gerektiğini gösteriyor. Biz Fenerbahçelilerin söylediği bir söz vardır. Fenerbahçe sadece bir spor kulübü değil aynı zamanda yaygın bir sivil toplum örgütüdür. Biz toplumun kılcal damarlarında yer alıyoruz. Çünkü bizi bir araya getiren şeydeki temel unsur sevgi, bağlılık ve tutku. 

Son olarak Fenerbahçe diyelim. Sizin pencerenizden bakıldığında Fenerbahçe ne anlam ifade ediyor? 

Söylediğim gibi bu ülkeye vatandaşlık bağı ile bağ kurmak yeterince yeterli benim için ama bunu hakkıyla yapmak hem sorumluluk hem yükümlülüklerle. Fenerbahçe’de bu bağın en büyük düğümü. Bağı sağlamlaştıran, renklendiren, İstanbul’a. Ülkeme bağımı ve Cumhuriyetin kuruluş felsefesini simgeliyor. Kaldı ki Fenerbahçe’de Cumhuriyetten eski ve Cumhuriyetin kuruluşunda rol oynayan oluşumlardan biri. Biz de onu devam ettiriyoruz. Ben kongre üyesiyim. Kulüplerde 2 tip insan vardır. Biri kulüplerden çıkar sağlayanlar bir de kulüp çıkarı için mücadele edenler. Zaten her kulübün bünyesinde bu iki grup arasında çatışma olur. Biz kulübün çıkarını korumayı kendimize vazife edinmiş insanlarız. Benim gibi de binlerce insan var, dostum arkadaşım var.

Bir de bu işin ticareti ile uğraşanlar var. Onların da işi bu bir şey demiyorum ama insanın ağrına gidiyor. Menajerler falan var işte. %10, %20 kazanıyor. Milyonlarca Euro transfer parası. İmza parası falan bir sürü gereksiz harcama. Sonra o paraları biz ödüyoruz. Basketbola, futbola kombine al, forma al. Hem kulübe destek hem çocuklara yardım etmek. Kimsesiz çocuklara gidiyoruz. Tabii bunlar söylenmez ama şimdi yeri geldi söyleyeyim. Hem kulübe fayda oluyor hem çocuklar seviniyor. Ama o paralar saçma bir transfere gittiği zaman baya üzülüyorsun. Kuyt ya da Drogba gibi oyunculara verilen paralar tamam. Şu an Crespo, Kim Min Jae. Bunlar görmek istediğimiz değerli oyuncular. Ama onlardan önce Slimani, Reyes gibi büyük facialar var. Seyrediyorsun ve diyorsun ki, ben de oynarım onlar kadar. En azından onlardan çok daha fazla mücadele eder, taraftarın saygısını kazanırım. Fenerbahçe’nin iyi olması için Galatasaray’ın iyi olması lazım. O zaman gerçek rekabet unsuru devreye giriyor. Türk futbolunun kalitesini yükselten yarış Galatasaray Fenerbahçe rekabetiyle olur.

Şunu da söyleyeyim Fenerbahçeliler olarak bu yıl ilk kez 2.liği hakkıyla yaşıyoruz. “2.likle 8.liğin farkı yok benim gözümde” diyordu bizim Fenerbahçeliler. Ben bu söyleme çok karşıyım. Aykut Kocaman’ın da gönderilmesine sebep olan bu söylemlerdi. Aziz Yıldırım’la beraber biz büyüklükle kibri biraz karıştırmıştık. Şimdi işte 2.liğin kötü olmadığını görüyoruz. Şampiyonlar Ligi'ne gidiyorsun. Bu yıl uzun bir zamandan sonra ilk kez bir takım olarak seneye devrediyor Fenerbahçe. Ali Koç’un en zor senesi bu sene. Bütün kararları hem Fenerbahçe’nin hem kendisinin Fenerbahçe’deki geleceğini tayin edecek. Tabii seyirci artık 4 yıl oldu başarı gelmedi diyecek. Ancak şunu belirteyim Trabzonspor maçlarını 11 kişi oynayabilseydik şampiyon olurduk. 2 maçta da, 20.dk’da Kim Min Jae defansın bel kemiği, Kadıköy’deki maçta İrfancan hücumun beyni atılıyor oyundan. Dolayısıyla o hakemlerin ve onları oraya atayanların yatacak yeri yok bizim gözümüzde. Ben isterdim Trabzonspor’un hakkıyla şampiyon olmasını. Umarım önümüzdeki yıllarda hakkıyla bir şampiyonluk yaşarlar. “Kötü takım değil, ama iyi top oynuyor.” Argüman bu olamaz. Fenerbahçe’nin en az 5 sezonunu sayarım çok iyi top oynadığı. Her seferinde 2. olduk.

Denizli faciası var. 30 dakika maç uzadı, oynatmadılar. 3 dakika top oynanmadı. Akışta iyi oynayan Fenerbahçe kadrosu vardı. Onlara demiş futbolun çakalları “aman ha bunları akışa sokmayın.” 3 dakikada bir oyun duruyordu. Trabzonlu sevdiğimiz arkadaşlarımız da var, doğal olarak seviniyorlar. Bir de şu konu; İmamoğlu meselesinde Fenerbahçeliler olarak hepimiz tepki gösterdik. Kendisine mazbata verilmediğinde, seçim tekrarlandığında net olarak arkasında en çok duran Fenerbahçe taraftarıydı. Bunu hatırlatırım kendisine. Hak, hukuk, adalet sloganları da en çok Kadıköy’de atıldı. O yüzden bu kadar veryansın ediliyor. Sana Trabzon’dakiler oy vermedi. Trabzonlu olabilirsin. Sayın Başkan Türkiye’yi kucaklamak istiyorsa önce Fenerbahçe’yi kucaklamalı. 

Bu benim şahsi hezeyanım desem Fazıl Say’dan tut, birçok isim Uğur Dündar’a kadar. Uğur Dündar’a yapılan zaten başlı başına ayıp. Kitabın içeriğini bilmiyor olabilir ama danışmanları da mı uyarmadı? Neyse ki sözcülük makamını kaldırarak en doğrusunu yaptı. İnsan kaybetmeyi doğru bulan biri değilim. İnsan kazanmak önemli. Biz İmamoğlu’nu kazanmak için elimizden geleni yapıyoruz ama o da çaba göstermeli. Yoksa toplumda birikmiş bir tepkisellik var. Zaten toplum bir lider yaratır. Ama buna soyunan kişinin de toplumun genel kısmını “vız gelir, tırıs gider” söylemleriyle yaralamaması gerekir. Ali Koç için söyledikleri ayrı bir mesele.

Ali Bey’i eleştirebiliriz, futboldan anlamıyor ya da etrafını donatanlar o’nu yanlış yönlendiriyor diyebiliriz. Ama kimse Fenerbahçe Başkanı'nı suçlayamaz. “İktidara toz kondurmamak” söylemi ne açıdan? Bir gün önce İçişleri Bakanı'na söyledikleri ortadayken. Trabzon’da şampiyonluk kutlamalarında Soylu, Varank bütün kadro orada. Böyle şampiyonluk kutlaması olabilir mi? Trabzonspor hükümet nezdinde bu kadar etkili olabilir ama ölçülü olması lazım. Zaten ilk günden biz biliyoruz bu kadar da gözümüze sokmayın. Bir yandan muhalefete önderlik iddiasında olan adam da ağlıyor falan.

O zaman toplum  şaşırıyor. Biz de yaparız o zaman öyle mi yapmak lazım? Biz diyoruz hak, hukuk, adalet. Ama siyasi arenada ama futbolda İmamoğlu çok yanlış strateji uyguladı. Sanırım danışmanı ya da danışmanları aracılığıyla bu yanlışa düştü. Denizcilikle ilgili terim olduğu için Karadenizliler iyi bilir, tornistan yapana, tornistan yaptı demeyiz. Çünkü mesele memleket meselesi. Tam da tornistan yapılacak durum bu durum işte. Sonrasında düzeltmeye çalıştı durumu haksızlık etmeyelim ama Karadeniz gezisi tam şampiyonluk haftası çocuk mu kandırıyorsunuz? Sanırım kendisine hakim olamadı. Ben Trabzonsporlu olsam rahatsız olurdum. Benim şampiyonluğuma gölge düşürüyorsun derim. En azından şampiyonluk kutlamasına gelmeyin bari. Bu kadar da olmamalı.

Dünyanın hiçbir yerinde, Bayern Münih şampiyon olduğunda herhangi bir hükümet yetkilisi falan olmuyor oralarda. Sporun spordan gelenler tarafından yönetilmesi gerekiyor. O yüzden Bayern Münih müthiş bir kulüp. Başkan Beckenbauer, Rummenigge, Uli Hoeness eski futbolcular. Şimdi de muhtemelen Oliver Kahn başkanlık yapacaktır. Bu yüzden uzun vadede benim hayalim Aykut Kocaman Fenerbahçe başkanı olsun.


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler