Cumhuriyet, tebaadan vatandaşlığa ve tarikat-mezhep kimliğinden ulus devlet kimliğine geçişi sağladı
Nakşibendi tarikatına bağlı İsmailağa cemaatinin lideri Mahmut Ustaosmanoğlu’nun cenazesi, tarikat ve cemaatleri yeniden Türkiye’nin gündemine taşıdı. Osmanlı’dan Cumhuriyete, 90’lardan bugüne dek gündemden düşmeyen tarikat ve cemaatler, hem çalışmaları hem insan ve para kaynağı hem de dini yorumlarıyla toplumun geniş kesimleri tarafından tartışılıyor.
Sefa UyarTarikat, Arapça “tarik” sözcüğünden geliyor. Tarik “yol”, tarikat ise “yollar” demek. İslami açıdan ise “Allah’a ulaştıran yol” anlamında kullanıyor. Türkiye’de, çeşitli toplum kesimlerine yönelmiş çok sayıda tarikat var: Kadirilik, Bektaşilik, Nakşibendilik, Celvetilik ve Halvetilik bunlardan bazıları... Bu tarikatlara dahil olan ya da olmayan, bir “şeyh”in önderlik ettiği cemaatler de bulunuyor. “Toplanma” anlamındaki “cem” sözcüğünden gelen “cemaat”, “topluluk” anlamında kullanılıyor. Türkiye’de, önemli bir bölümü Nakşibendi tarikatına bağlı çok sayıda cemaat var. Cemaatlerin başlıcalarını Menzil, İskenderpaşa, İsmailağa, Nurcular, Süleymancılar, Erenköy, Uşşakiler, Cerrahiler, Fethullahçılar ve Furkancılar oluşturuyor. Vakıfları ve dernekleri bulunan, ticaret yapan, siyasetle ilişkileri ve hatta siyasette “adamları” bulunan yapılar, kurslar ve medreseler aracılığıyla müritlerine ve mensuplarına eğitim veriyor.
1925’TE YASAKLANDI
Aslında bu yapılar, devrim yasaları kapsamında halen yasadışı. 3 Mart 1924’teki devrim yasalarının ardından mahalle mektepleri ve medreseler kapatıldı. 30 Kasım 1925’teki 677 sayılı yasayla da tekke, zaviye ve türbeler kapatıldı; tarikat ile şeyhlik, dervişlik, müritlik, dedelik gibi unvanlar yasaklandı.
“Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Seddine ve Türbedarlıklar ile Bir Takım Unvanların Men ve İlgasına Dair Yasa” adını taşıyan bu yasa, anayasanın 174. maddesiyle de koruma altına alındı. Maddede, bu yasanın “Türk toplumunu çağdaş uygarlık seviyesinin üstüne çıkarma ve Türkiye Cumhuriyeti’nin laiklik niteliğini koruma amacını güttüğü” vurgulandı.
"VARLIKLARINI KABUL ETMİYORUM"
Atatürk ise tarikatlar yasaklanmadan 2 ay önce, Ağustos 1925’te, Kastamonu’daki konuşmasında, yeni Cumhuriyetin bakışını şu sözlerle özetledi: “Ölülerden yardım istemek medeni bir toplum için uygun değildir. Bugün ilmin, fennin, bütün kapsamı ile medeniyetin ışığı karşısında filan veya falan şeyhin uyarmasıyla maddi ve manevi mutluluğu arayacak kadar ilkel insanların Türkiye medeni toplumunda varlığını asla kabul etmiyorum. Efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz. En doğru, en gerçek tarikat (yol), medeniyet tarikatıdır (yoludur). Medeniyetin gerektirdiğini yapmak insan olmak için yeterlidir.”
MOLLADAN ÖFKELENDİREN İSTEK
Tarikat ve cemaatler, Sovyetler Birliği’nce Türkiye’ye elçi olarak gönderilen Semion İvanoviç Aralov’un anılarında da yer buldu. Atatürk, Sakarya Savaşı’nın kazanılmasıyla girişilen yeni hazırlıkları ve tüm Türk halkının zafere inanmışlığını ve kararlılığını göstermek için Aralov ve Azerbaycan elçisi İbrahim Abilov ile birlikte 1922’de yurt gezisine çıktı. 1 Nisan 1922’de Konya’yı gezen heyet, burada medreseleri de ziyaret etti. Aralov, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından “Bir Sovyet Diplomatının Türkiye Anıları” adıyla basılan anılarında, ziyareti şöyle anlattı:
"ASKERE GİTMESİNLER"
“O gece iki dini müesseseyi ziyaret ettik. Sağlıklı, güçlü, gencecik öğrenciler, geleceğin mollaları, medresenin avlusunda dizilmişlerdi. Bunların yanında geniş cüppeli, beyaz ve yeşil sarıklı mollalar ve hocalar da yer almıştı. Hepsi de yerlere kadar eğilerek Mustafa Kemal Paşa’yı selamlıyorlardı. Bunların içinden biri, bunların başı ve en nüfuzlusu, Mustafa Kemal Paşa’dan medrese sayısını artırmasını rica etti. Bu zat ayrıca medrese öğrencilerinin askere alınmamalarını da rica etti. Hoca konuşurken Mustafa Kemal’in kendini tuttuğu belli oluyordu. Ama medrese öğrencilerinin askere alınmamaları söz konusu olunca artık kendini tutamadı ve yüksek bir sesle, sertçe, ‘Ne o?’ dedi; ‘Yoksa sizin için medrese, Yunanlıları yenmekten, halkı zulümden kurtarmaktan daha mı değerlidir? Millet kan içinde yüzerken, halkın en iyi çocukları cephelerde dövüşür, yurt için canlarını feda ederken siz burada genç, sapasağlam delikanlıları besiye çekmişsiniz.’ Mustafa Kemal, konuştukça gözleri daha korkunç bir hal alıyordu; ‘Bu besili delikanlılarınızın askere alınmaları için hemen yarın emir vereceğim.’”
"KÖYLÜLERDEN ALINDI"
Atatürk’ün, “Anadolu’da dinç, sağlam delikanlıları askerden kaçıran 17 bin medrese bulunduğunu söylediğini” aktaran Aralov, bu olayın ardından araca dönen Atatürk’ün öfkesinin dinmediğini belirterek, şunları söylediğini aktardı:
“Savaş sona erince onlarla daha ciddi konuşacağız. Her şeyden önce onları mali dayanaklarından, vakıflardan yoksun etmek lazım. Yurt topraklarının nerde ise üçte ikisi, belki de daha çoğu vakıftır. Bu topraklar mollaların varlık kaynaklarıdır. Bunların çoğu köylülerin elinden alınmış topraklardır. Buna son vereceğiz. Bir de utanmadan hükümetten yardım istiyorlar.”
"DEVLETTEN BAĞIMSIZ BİR GÜCE DÖNÜŞTÜ"
Doç. Dr. Mehmet Emin Elmacı, tekke ve zaviyelerde her grubun kendi istekleri çerçevesinde eğitim verdiğini, buradaki insan gücünü kullanan grupların devletten bağımsız bir güce dönüştüğünü söylerken, bu yapılarda “sorgulamayan, üretmeyen ve yaşarken dünyadan uzaklaşan, akıl ve bilimden uzak yetiştirilen insan topluluğunun ortaya çıktığını” vurguladı.
Bu yapıların, devrimlere sözde dini gerekçelerle karşı çıktığını belirten Elmacı, devrim yasalarına dikkat çekerek, “Türkiye Cumhuriyeti özellikle eğitim alanında akılcı, sorgulayıcı ve milli bir sistem kurmak amacındaydı. Özelikle eğitim ve öğretimin birleştirilmesi yasasıyla tarikatların yönettiği tekke ve zaviyelerin kontrolündeki eğitime son verildi” dedi.
Bu yapıların önemli gelir kaynağı olan vakıfların Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne bağlandığını kaydeden Elmacı, “Çıkan isyanlarda tekke ve zaviyelerin etkisinin olduğunun ortaya çıkması sonrasında bu durumun böyle gidemeyeceği anlaşıldı” ifadelerini kullandı.
"MUHTAÇ DEĞİLİZ"
Elmacı, “önemli devrimlerin yapıldığı yıllarda yenileşmeye, çağdaşlaşmaya ve devrimlere karşı olan kesimlerin birleştiğini ve yeni devleti ortadan kaldırma planlarını yürürlüğe soktuklarını” vurgulayarak, “Devlete karşı silah çeken Hakkâri’de Nasturilerin isyanı ve yine dış destekli Şeyh Sait İsyanı sürecinde bu kesimlerin toplum içindeki destekçileri, hep tekke ve zaviyeler ile türbe ve dergâhlardaki tarikatçılardı” diye konuştu.
Atatürk’ün, “Tekkeler derhal kapatılmalı. Türkiye Cumhuriyeti her şubede yol gösterecek kudrete sahip. Hiçbirimiz tekkelerin aydınlatmasına muhtaç değiliz. Biz medeniyetten, ilim ve fenden kuvvet alıyoruz ve ona göre yürüyoruz. Başka bir şey tanımayız” sözüne işaret eden Elmacı, tekke ve zaviyelerin kapatılmasına ilişkin yasaya işaret ederek, şunları kaydetti:
"KÖYLÜLERE DAĞITILDI"
“İki ay sonra yürürlüğe giren bu kanun sonrasında tekkelerin ve zaviyelerin arazi ve emlaklarına el kondu. Böylece, hem cemaat-tarikat-mezhep kimliğinin güçlenmesine ekonomik temel sağlayan yapılara büyük bir darbe indirildi hem de devletin olanakları artırıldı. El konulan araziler, halkın üretime katkısı için topraksız köylülere dağıtıldı. Ayrıcalık yaratan unvanların kaldırılmasıyla da toplumsal hayatta sınıflaşmanın önüne geçildi, birlik ve beraberlik duygusu her alanda güçlendirildi. Aslında yapılmak istenen, tüm dünyada çok daha önce gerçekleştirilmeye başlanan ‘tebaadan vatandaşlığa’ ve ‘cemaat-tarikat-mezhep’ kimliğinden ‘ulus devlet’ kimliğine geçişi sağlamaktı.”
"CUMHURİYET TARİKATLARIN DİN ÜZERİNDEKİ TAHAKKÜMÜNE KARŞI"
Tarihçi Prof. Dr. Hakkı Uyar, Cumhuriyetle birlikte ulusal egemenliğin hâkim kılınması, Türkiye’nin çağdaşlaştırılması ve hukuk devletinin sağlanması için radikal modernleşme hareketinin başladığını, “barışçı, laik ve milliyetçi politikaların benimsendiğini” söyledi. Uyar, geleneksel kurumların tasfiye edilip, yerlerine modernlerinin getirildiğini, “laikleşme ve laik bir milli kimlik yaratma politikalarına direnç gösterilmesinin önlenmesi” amacıyla da Diyanet’in kurulduğunu belirtirken, “Cumhuriyetin dine değil, tarikatların din üzerindeki tahakkümüne karşı olduğunu” vurguladı. Uyar, “Laikliğin olmadığı bir toplumda ne çağdaş anlamda Cumhuriyet ne de demokrasi mümkün. Dolayısıyla Cumhuriyetin kurucu kültürünün dinle değil, din adına hareket etme hak ve yetkisini kendinde gören tarikat ve cemaatlerle sorunu var” dedi.
Uyar, bu sürece yönelik “din ve laiklik noktasında getirilen eleştirilerin çoğunun ya gerçek dışı olduğunu ya da içinde çarpıtma olduğunu” söylerken, Kuran’ın ve başörtüsünün yasaklandığı iddialarının yalanlardan ikisi olduğuna işaret etti. Uyar, “Unutulmamalı ki Atatürk’ün Elmalılı Hamdi Yazır’a yaptırdığı Kuran tefsiri bugün hâlâ kullanılıyor ve hatta onlarca ilahiyat fakültesinin olduğu bugünün Türkiyesi’nde bile hâlâ en önemli tefsir” diye konuştu.
YARIN: TARİKAT VE CEMAATLERE HUKUKİ VE DİNİ BAKIŞ